İlk ve En Önemli Devrim; İnsanın Kendi İçindeki Yolculuğudur – Selin Gündüz

İlk ve En Önemli Devrim; İnsanın Kendi İçindeki Yolculuğudur*

İnsanın kökenindeki çevreyi belirleyen kaderden, atalarının kan yoluyla sana bıraktıkları özelliklerden kurtulabilmek için açık bir kapı var mıdır acaba? Kim bilir? Belki kuşakların klostrofobik baskıları sırasında, bir noktada birileri bir basamak yukarıyı fark eder ve oraya varabilmek için bütün gücünü kullanır. Bir halkayı kırmak, odaya değişik bir havanın girmesini sağlamak; sanırım yaşamların dönüşümündeki o minicik giz burada yatıyor. Minicik, ama çok da zahmetli, belirsizliği yüzünden de korkulu.

Belki de evrim her zaman sandığımız gibi işlemiyordur. Son kuramlara göre, değişimler derece derece olmuyor. Daha uzun bir bacak, bir damla fazla içebilmek için daha değişik bir gaga, yavaş yavaş, milim milim, kuşak kuşak gerçekleşmiyor. Hayır, ansızın ortaya çıkıveriyor: anneden yavruya her şey değişiyor, her şey bambaşka oluyor. Bunu onaylayan iskelet, çene kemiği, toynak, değişik dişli kafatası kalıntıları var. Hele bazı türlerde hiçbir ortak bulguya rastlanmıyor. Dedesi böyleyken, torunu şöyle oluyor. İki kuşak arasında bir sıçrama yaşanıyor. Ya insanların iç dünyalarında da aynı şey oluyorsa?

Değişimler üst üste birikiyorlar, yavaş yavaş birikip bir anda patlayıveriyorlar. Bir anda bir insan, çevresindeki halkayı kırıp, başka biri olmaya karar veriyor. Alın yazısı, kalıtım, eğitim, bunların biri nerede bitip, öteki nerede başlıyor? Bir an için durup düşündüğünde bütün bunların içinde saklı olan gizem insanı korkutuyor.

Kim bilir neden, en basit gerçeklikler, anlaması en zor olanlardır. Ben aşkın en önemli niteliğinin güç olduğunu anlasaydım, hayatımdaki olaylar bir olasılıkla başka türlü çözümlenirdi. Ama güçlü olabilmek için insanın kendini sevmesi gerekir; kendini sevebilmek için de insan, kendini derinlemesine tanımalı, kendi hakkında her şeyi, en gizli, kabullenmesi en zor şeyleri bilmelidir. Yaşam seni bütün gürültüsüyle iterken bu tür bir aşama nasıl gerçekleşebilir ki? Bunu başlangıcından beri yapabilenlerin yalnızca olağanüstü yetilerle donanmış insanlar olduğunu düşünüyorum. Sıradan ölümlülere, yani benim gibi insanlara, yalnızca dallar ve plastik şişeler yazgısı kalır. Birisi seni arkandan bir ırmağa iterse, yapıldığın malzeme yüzünden hemen suyun dibine inmektense yüzersin. Bu bile sana bir zafer görünür ve böylece suda ilerlemeye başlarsın. Akıntının seni götürdüğü yere doğru kayarsın; birkaç taş yüzünden mola vermek zorunda kalırsın; orada bir süre suyun çırpıntısı içinde beklersin, sonra su yükselir, kurtulursun, gene ileri gidersin. Su durgunken üzerinde durursun, çağlayancıklar olunca batarsın nereye gittiğini bilmezsin, bunu zaten kendine sormamışsındır bile. Sakin anlarında çevreni, çakılları, çalıları görebilirsin, ayrıntılardan çok biçimleri, renkleri seçersin, sonra zamanla kilometrelerle birlikte miller, setler alçalır, ırmak genişler, hala sınırları vardır ama az kalmıştır artık. “Nereye gitmekteyim?” diye sorarsın kendine ve o anda önünde deniz açılıverir.

Benim yaşamımın büyük bölümü de böyle geçmekte. Yüzmekten çok çırpınıyorum. Güvensiz ve hantal hareketlerle, zarif ve neşeli davranamadan, yalnızca kendimi suyun üstünde tutmayı başarabiliyorum.

İnsanın kendi içindeki karakteri yetiştirmesi, ama bunu yaparken de çevresindeki hiçbir şeyi algılamaması, hala soluk alsa da ölü olmaya benzer. Zihnimize aşırı katılık uygulayan bizlerde, içimizdeki yüreğimizin sesi bastırmış oluyoruz.

Yürek şimdilerde hemen saf ve basit bir şeyi akla getiriyor. Eskiden utanmadan telaffuz edilebilen bir sözcüktü, oysa artık kimsenin kullanmadığı bir terim oldu. Tek tük adı anılırsa o da işlemesinde bir aksaklık olduğu içindir; o bütünlüğü içinde değil de bir koroner ya da atardamar sorunu olduğu zaman akla geliyor. Ama yüreğin, insan ruhunun merkezi olduğu artık anımsanmıyor. Zihin ne kadar çağdaş bir terimse yürek de o kadar demode oldu. Yüreğine kulak veren hayvan doğasına, doğal ve denetim altında olmayan dünyaya daha yakındır. Mantığa kulak verenler ise daha yüksek gözlemler peşindedir. Peki ya böyle olmayıp da tam tersi olsaydı? Yaşamı besinsiz, soluksuz bırakan bu mantık fazlalığı olsaydı?

Her zaman yapılan yanlış nedir? Yaşamın değişmez olduğunu sanmak, trenin ray değiştirmeden sonsuza kadar gideceğini düşünmektir. Oysa kaderin hayal gücü bizimkinden daha renklidir. Artık çıkış yolunun kalmadığını sandığın bir durumda umutsuzluğun zirveye vardığında, rüzgâr hızıyla her şey değişir, altüst olur ve bir andan ötekine geçerken kendini yeni bir yaşantının içinde bulursun.

***

Görsel: Passing Through (2011) – Lesley Oldaker

*https://issuu.com/azizm/docs/azizmsanatedergi110

Bunu paylaş: