Ötekileştirmeye Karşı Başkaldırı Tonları: Muhammed Ali ve Alan Turing – Selin Gündüz

Ötekileştirmeye Karşı Başkaldırı Tonları: Muhammed Ali ve Alan Turing*

Boksun Elvis’i

Geçtiğimiz tarihlerde dünya devlerinden biri olan efsanevi boksör Muhammed Ali’yi kaybettik. Tavizsiz inatçılığı, derin ahlakı, akıl almaz enerjisi ve çocuksu neşesiyle milyonlarca insana ilham verdi. Sonsuza kadar spor tarihinin en büyük sporcusu olarak kalacak. Muhammed Ali’yi sadece bir boks, hatta sadece bir spor figürü olarak görmek hem haksızlık, hem yüzeyselliktir. Öncelikle buradan girelim ki, genç yaşlı kadın erkek demeden bir durup, bir dinleyelim. Muhammed Ali, sosyolojik olarak irdelenmesi gereken, irdelenebilecek, dünyaya gelmiş en büyük figürlerden biridir. Belki onun boks tarihinde elde ettiği başarıların benzerlerini kendi dallarında gerçekleştirmiş sporcular vardır ama ne Michael Jordan, ne Maradona, ne Michael Schumacher, ne de bir başkası onun yaşadıklarının bir benzerini yaşasaydı bugün sahip oldukları üne ve saygıya ulaşamazdı.

O, ikinci sınıf insan muamelesi görerek büyüdü. “Vietnam’a savaşa gitmiyorum. Benim Vietnamlılarla bir sorunum yok. Onlar bana ‘zenci’ demiyor.” Muhammed Ali bu cümleyi söylerken, Müslümanlığı seçerken karşısına ve arkasına aldığı insanları çok iyi biliyordu.

O halkının ezildiği dönemde, dünyanın en güçlü devletine kafa tuttu. İnandığı şey uğruna, her şeyini kaybetmek pahasına ortaya koydu. Hiç bir zaman daha fazla para ve ün için şaklabanlık yapmadı. Günümüzde ilah gibi görünen birçok sporcunun sponsorlardan 3-5 milyon dolarcık daha fazla koparmak için onların oyuncağı olduğunu düşünürsek Ali’nin değeri bir kat daha artıyor.

Muhammed Ali’nin ülkemizde, dünyada bu kadar çok sevilmesinin nedeni de tam da buydu. Ezilmesi gerektiği düşünülen insanları arkasına almış, savaşmış ve bu savaşı da kazanmıştı. O kazandıkça insanların mutlu olmasının sebebi buydu. Muhammed Ali’nin attığı her yumruk emperyalizmin, faşizmin duvarına atılan bir yumruk; düşürdüğü her rakip o duvardan düşen bir taştır. Gece 5’te evlerin ışıklarının yanmasının, maçlarının canlı seyredilmesinin, bütün evlerde tezahürat yapılmasının sebebi de budur. O sadece ringde değil, sınıf mücadelesinde de bütün dünyayı dize getiriyordu. Sesi çıkmayan/çıkarılmayan insanların sesi, yumruğu oluyordu. Maçı yayınlanırken televizyonlar bu nedenle yumruklanıyordu.

O da isteseydi apolitik durup bir magazin öğesi gibi hareket ederek Sam Amcayı pohpohlayıp güzel kızlar ve bol para içinde kariyerini sürdürebilirdi. Ama o zaman sadece boks tarihinin en iyi boksörü olarak anılıp herkesin sempatisini kazanırdı şimdi ise, yıllar sonra Müslüman-Hristiyan, siyah-beyaz her kesimden birçok kişinin “dünyanın en iyi sporcusu” olarak gördüğü, sempati değil, büyük bir hayranlık beslediği biri.

Kelebek gibi uçup arı gibi sokan, kimseye değil minik bir çocuğa yenilen asla unutulmayacak büyük bir adam. İnsanlık tarihine imza atmış bir dev. Umarım ahir ömrünü sağlıklı ve rahat bir şekilde geçirir.

Toplumda Ötekileştirilenler

Şu dünyada görmezden gelinen, ‘görünmez’ insanlar var. Hatta onları görünmeyen sınırların içine hapsedip sivil ölüme terk etmek yetmiyormuş gibi, bir kısmı da öldürülen insanlar. “Bir onlar mı fazla geldi sizin alçak dünyanıza?” diye sorsan yanıt alamadığın… İnsanlık tarihi kadar eskiye uzanan bir diğer ezilen insanlar olan günümüzde LGBT adıyla anılan açılımı lezbiyen, gay, biseksüel, transseksüel olan eşcinsellerin haklarını korumaya yönelik olan gruptur. Bu ülkede en az dikkate alınan, en çok ötekileştirilen insanlardır.

Gerek dünyanın çoğu yerinin ve elbette bu toprakların gerçek “öteki”leridirler. Ama öylesine güçlü, neşeli ve hesapsızlar ki hayatlarından dram çıkarmak belki de en son diledikleri şey. LGBT bireyleri için durum çok iç açıcı değil. Zorla evlendirilen, boşanmaya çalıştıklarında çocuklarının velayeti ellerinden alınan lezbiyenler, cinsel kimliklerini açıkladıklarında işlerinden, ailelerinden olan geyler, “tuhaf” oldukları için dışlanan herkes, kimi sokaktaki insandan daha da soylu, kimi sokaktaki insanın ta kendisi ama bilinmiyor, anlamsız bir korkudan fazla şey ifade etmiyorlar çünkü. Yorucu bir kimlik. Sürekli bir sorgulama ve kafa yorma hali. Sorulara-sorgulamalara bir cevap bulunması da gerekmiyor. Cevapsız kalan sorulara alışıyor insan.

LGBT’lilerin varoluşları hastalık, sapkınlık, günah, ahlaksızlık ve diğer olumsuz sıfatlarla tanımlanıyor. Bu durum da lgbt’lileri kimliklerini gizlemeye, olmadıkları biri gibi davranmaya, depresyona ve intihar düşüncelerine itiyor. Oysa eşcinsellik tıp dünyasında bir hastalık değil, insan cinselliğinin olağan çeşitliliğinin bir görünümü olarak kabul ediliyor.

Alan Turing’in hayatını anlatan The Imitation Game (Yapay Oyun) filminde enigma kodunu kırışını ve daha sonra eşcinsel olduğu için kendisine karşı işlenen insanlık ayıbını zaman zaman Turing’in gençliğine dönen flashbackler ile anlatan, heyecan ve duygu dozunu tam tutturmuş film. Turing eşcinseldi ve o dönemde eşcinsellik kanunen yasaktı. Ona iki insanlık dışı seçenek sundular; birincisi hapishane, ikincisi libidosunu düşürmek için hormon tedavisi. İkinciyi seçmiştir kendisi ve bir süre sonra buna dayanamayıp siyanüre batırılmış bir elmanın yarısını yemiştir.

Alan Turing gelmiş geçmiş en büyük dehalardan biri olmakla kalmaz, aynı zamanda bir savaş kahramanıdır. Gözü dönmüş İngiliz yobazlığı hiçbirini tanımamıştır. Ülkesine savaş kazandırmasının karşılığını, onu aşağılayarak ve sakatlayarak verir. Ancak 2009 yılında İngiltere başbakanı Gordon Brown, Turing’e yapılan muamele için hükümet adına özür diler. İntiharına yol açan eşcinselliği ile bilim ve ön yargı ilişkisinin kimden yana ağır bastığını da göstermiştir.

Öldüğünde 42 yaşındadır Turing, zihinsel olarak gücünün ve yaratıcılığının doruğundadır. Hiç kimseyi ilgilendirmeyen, ilgilendirmemesi gereken cinsel yönelimi yüzünden, demokrasi şampiyonu İngiliz devletinin hışmına uğramıştır.

Ve onlara hak ettikleri cevabı, ona yakışan şiirsel bir intiharla verir. Kötü kalpli kraliçenin elmasını gönüllü olarak ısıran pamuk prenses olarak terk eder dünyayı.

“Cinsel kimlik bunalımı” adlı hastalık temelinden yola çıkılarak cinsiyet, cinslerden beklenenler, cinsiyetlerin toplumda algılanışı gibi konulara değinen (değinmese de bunlarla iç içe olan), konu olarak iyi incelendiği söylenebilecek ama görsellik, sinema kalitesi gibi özellikler bakımından pek de olumlu eleştiriler almayan bir Kimberly Peirce filmi olan Boys Don’t Cry Teena Brandon’ın başından geçmiş bir hikâyeyi anlatıyor. Bir insanın cinsel tercihi ne olursa olsun sevdiği zaman her şeyi göze alabileceğini anlatan, aşkın sınırsızlığını gösteren bir film.

İnsanlar arasındaki eşitlik o kadar sorunlu bir şey ki, özgür olmak, rahat yaşamak, aile ve çevre baskısından kurtulmak istedikleri için göç etmek zorunda kalıyorlar. Hayatları için savaşmak zorundalar. Muhammed Ali’nin de dediği gibi “Seni tüketen, önündeki tırmanılacak dağlar değil, ayakkabındaki çakıl taşıdır.”

*https://issuu.com/azizm/docs/azizmsanatedergi103

Bunu paylaş: