Renkli Dünyaların Yalnız Kovboyları: Boys Don’t Cry / Erkekler Ağlamaz – Deniz Eren

Renkli Dünyaların Yalnız Kovboyları: Boys Don’t Cry / Erkekler Ağlamaz*

“Eşcinsellik bir hastalık mı? Genetik mi? Tedavisi var mı?” gibi sorulan sorular ve hemen ardından gelen iffetsiz, ahlaksız, edepsiz gibi kullanılan aşağılayıcı kelimelerle toplumsal baskının içinde mahsur kalıp, insan yaşamlarının nasıl hiçe sayıldığını görüyoruz. Erkeklere “erkek adam kibar konuşur mu”, kadınlara ise “erkek gibi tavırlar sergiliyorsun” diyerek ayıplanması muhtemel kalıplara sokularak yaşadığımızın en basit göstergelerinden biridir. Kalıplara sokularak yaşadığımız dünyada alışılmışın dışında birini gördüğümüzde bireysel anlayışın en anlamlı bütünü olan davranışların bir varoluştan kaynaklandığını anlamaya çalışmamız olaylara farklı pencerelerden bakmamızı kolaylaştıracaktır.

“İnsanlık tarihi kadar eski olan LGBT ve eşcinsellik eski kaynaklarda M.Ö. 2000-3000 arasındaki döneme kadar uzanır, LGBT’nin tarihi ile ilgili eski yazılı belgeler ise Eski Mısır, Sümerler ve Hititlere kadar uzanmaktadır. Eşcinsel evlilikten bahseden ilk kayıt ise Roma İmparatorluğu’nun ilk senelerine dayanmaktadır. Eşcinsel evlilikler, heteroseksüel evliliklerinde yapılan aynı törenler ve geleneklerle resmileştirilmiştir. LGBT tarihinde özel bir önemi olan iki eski Doğu halklarından Hititler ve Yahudiler de tarihteki yerini almıştır. M.Ö. 1400’lerden kalma bir Hitit yasa derlemesinde erkekler arasında evliliğe izin veren bir madde belirlenmiştir. Bu yasa tarihte eşcinsel evliliğe izin tanıyan ilk yasa olma özelliğini de taşımaktadır.” Bu bağlamda ilk çağlardan günümüze doğru bir eleştiri yaptığımızda davranışlarımızda neden böylesine katıyız, böyle olmak mı istiyoruz yoksa içinde bulunduğumuz kalıplar kendi benliğimizi bulmakta bize engel mi oluyor soruları beliriyor.

Günümüzde belli bir tartışma konusu yaratan ve evlilik kurumunun amacını sorgulatan eşcinsel evliliğin, özellikle 2001 yılında Hollanda’da yasallaşması ile birlikte Belçika, Kanada, İspanya başta olmak üzere 17 ülkede yasal bir hal alması meselenin küresel bir hale gelmeye başladığının en büyük göstergelerinden biridir. 1969 yılında Stonewall Inn adlı barda baskı, şiddet ve ayrımcılığa dayanamayan eşcinsellerin ayaklanması üzerine geleneksel bir hal alan ve her yıl Haziran ayının son haftasında Dünya çapında gerçekleşen Onur Yürüyüşü’nün amaçlarından diğeri hiç şüphesiz ki kendilerini daha fazla kitleye duyurmak eşitlik ve özgürlüklerinin genişlemesini sağlamaktır. Türkiye’de 26 Haziran’da gerçekleşen olan Onur Yürüyüşü, gerek İstanbul valiliğinin Ramazan’ı bahane ederek yürüyüşe engel olmak istemesi gerekse Alperen Ocakları adlı yapılanmanın LGBTİ’lere karşı yapmış oldukları tehdit ile güncel tartışmalardaki yerini almıştır. Tartışmayı perçinleyen olaylardan diğeri ise geçtiğimiz haftalarda gerçekleşen ABD’nin Orlando kentinde eşcinsellerin gittiği gece kulübüne düzenlenen silahlı saldırı sonucunda 50 kişinin hayatını kaybetmesi olmuştur; bu durum insan hayatına önem vermeyişimizin ve en başta demiş olduğum toplum baskısının içinde mahsur kalışımızın en önemli örneklerinden biridir.

Doğruluğu ya da yanlışlığı tartışılır bir konu olsa da gerçek bir hikâyeden esinle şekillenen Boys Don’t Cry (Erkekler Ağlamaz) filmi toplumun insanlar üzerindeki baskısından yola çıkarak kimlik bunalımını ve kimlik arayışı gibi birbiriyle ilişkili konulara değinmektedir. Amerikalı yönetmen Kimberly Peirce, tarafından çekilen 1999 yapımı film yönetmenin ilk uzun metrajlı filmdir. Aynı zamanda birçok dalda ödül sahibi olan Boys Don’t Cry bağımsız film örnekleri arasındaki yerini almaktadır.

Hayat boyu erkek olmak isteyen hayalperest ve bir o kadarda cesur olan, Hillary Swank’in başarıyla canlandırdığı Teena Brandon adlı genç bir kızın hikâyesine tanıklık ediyoruz. Barda tanıştığı arkadaş grubuyla bulunduğu şehirden Nebraska’nın Falls şehrine taşındığı anda başlayan ve Lana ile süre gelen hararetli aşk hikâyesi ne yazık ki yüzünün arkasında sakladığı sır perdesiyle son bulmuştur. Lezbiyen oluşu ortaya çıkana kadar tüm kasabalının sempatisini kazanması ve herkesi erkek olduğuna inandırışı ikna kabiliyetinin güçlü olduğunu gösterse de kasabalı ve özellikle sevgilisi Lana tarafından kadın oluşunun anlaşılmaması yönetmenin bu durumu sinemasal bir naiflik biçimde seyirciye aktarmak istediğini göstermektedir. Diğer yandan ise Lana’nın arkadaşı John’nun Teena Brandon’dan şüphelenmesi ve aralarındaki mesafenin aşılmasıyla birlikte sır perdesinin açığa çıkması filmdeki sinemasal gerçekliğin büyüsünü bozar. Herkesin bildiği kişi çıkmayışı Teena Brandon’ı toplumdan dışlanan bir karaktere çevirir ve kendisini cinayetle neticelenen bir sona götürür.

Teena Brandon’ın sorgu sahnelerinde gerçekleşen flashbackler (geriye dönüş) hikâyenin karmaşık bir şekilde verilmesi sahne geçişlerindeki kopmalara neden olmasına ve bu durumun filmin genel bütünlüğünü bozmasına neden olduğunu söyleyebiliriz. Aynı zamanda araba sahnelerinin uzunluğu benzer bir etki ile ritmi bozmaktadır. Filmde sıkça çalan The Cure grubunun ünlü Boys Don’t Cry adlı şarkısı ise popülerliği ve müzikal başarısı ile bazı sahnelerde filmin önüne geçmiştir. Boys Don’t Cry, LGBT’nin gündeme getirdiği konuları tüm çıplaklığıyla gözler önüne serse de senaryo ve yönetim becerilerindeki kimi eksiklikler projenin cesaretinin daha verimli kullanabileceğini hissettiriyor.

Konusu gereği muhafazakâr kesimin eleştirilerine maruz kalan film, gerçek olan hikâyeye olabildiğine bağlı kalmıştır. Teena Brandon’un ölümündeki sır perdesi günümüzde dahi tam olarak kaldırılamamışken, kimine göre ise aşk cinayeti olarak geçse de insan yerine konulmak istemeyen bir kişi üzerinden eşcinsellere karşı “toplumun istediği bireylerden biri olmazsanız, ölürsünüz” mesajını vererek gözdağı vermek isteyen kişilerin işlediği bir nefret cinayeti olarak tarihteki yerini almıştır.

*https://issuu.com/azizm/docs/azizmsanatedergi103

Bunu paylaş: