Diriliş’in Gerçekliği – Onur Keşaplı

Diriliş’in Gerçekliği* 

Geçtiğimiz yıl tek bir planmışçasına çekilerek biçim açısından sınırları zorlayan ancak içerik olarak tatmin etmeyen Birdman ile En İyi Yönetmen dalında Oscar kazanan Alejandro Gonzales Inarritu, tam on iki dalda Akademi Ödüllleri’ne aday yeni filmi Diriliş ile bir kez daha adından söz ettiriyor. Ortak bir kırılma anına sahip ancak birbirlerinden bağımsız ilerleyen öyküler toplamı olarak özetlenebilecek Ölüm Üçlemesi (Paramparça Aşklar ve Köpekler, 21 Gram, Babil) ile Meksika sınırlarını süratle aşıp küresel ölçekte yeni dönemin ruhunu belirleyen Inarritu, devamında yönettiği Biutiful ile yaşadığı düşüşün ardından çektiği son iki filmiyle yeniden gözde yönetmen nitelemesine varıyor. Ancak Inarritu’nun bu yeniden dirilişinde Oscar ödüllü görüntü yönetmeni Emmanuel Lubezki’nin payı büyük. Yönetmenin ilk üç filminde içeriksel zenginliğin arkasında ünlü senarist Guillermo Arriaga’ınn olduğunu hatırladıktan sonra senaryo noktasında yaşadığı bariz düşüşü görsel güç ile yamadığını söylemek yanlış olmaz.

1820’li yıllarda geçen Diriliş, henüz muğlak haldeki Kuzey Amerika sınırlarında kürk ticareti yaparak öncelikle hayatta kalma ve yaşama çabasındaki Amerikalı ve Fransız asker/avcı-tüccarların, Yerli kabileleriyle giriştikleri mücadelede, Kızılderili eşini yitirdikten sonra oğlu Atmaca ile tüccarlara rehberlik eden beyaz Hugh Glass’ın hikâyesine odaklanıyor. Leonardo Di Caprio’nun fiziksel olarak kendini adayarak, büyük bir özveriyle canlandırdığı karakter ile Oscar’a bir kez daha göz kırpmış olduğunu ancak senaryo zaafları ve karakter analizi neticesinde beliren duygu durumu eksikliğinin, oyuncunun fiziksel dönüşümünü yalnız bıraktığını belirtelim. Yavrularını koruma güdüsüyle hareket eden bir ayının saldırısına uğrayan ve devamında filmin katıksız kötüsü Fitzgerald tarafından ölüme terk edilen Glass’ın, filme adını veren dirilişinin ardından, Atmaca’yı da öldürmekten geri kalmayan Fitzgerald’dan intikam alma amacı, filmin içeriksel izleğini oluşturuyor. İki saati aşkın süresi ve devinim açısından sık sık tekrara düşmesiyle sarkan film, karikatürize edilmesine karşın hikâyenin atmosferi düşünüldüğünde çok da haksız sayılamayacak bir ölüm korkusunun tetiklemesiyle davranan ancak karakter inşası eksik kaldığı için yetersizliği aşikâr Fitzgerald ile hesaplaşmaya dönüşüyor. Yaklaşık yarım saat süren ilk sahnelemenin ardından gözleri önünde oğlu öldürülen ve ölüme terk edilen Glass ile düğümüne kavuşan senaryo, bir noktadan sonra inandırıcılığına gölge düşürmeye başlayacak denli detaylarla uzayan serim aşamasının ardından Glass’ın karargâha dönüşü ile zirve anına vardıktan sonra fazlasıyla öngörülebilen çözümüne süratle kavuşuyor.

Gerçek olaylardan temel alındığı söylenen ve Micheal Punke’nin 2002 tarihli romanından uyarlanan filmin, mevcut yaraları ile Kuzey Amerika kışında, nehre kapılmasına karşın donmamayı başaran Glass ile İsa temsiline göz kırptığı bile söylenebilir. Diriliş’teki Hristiyanlık temsilleri sözsüz ancak Yerlilerin inançlarına göre baskın. Böylesi gerçek dışı bir içeriksel doku mevcutken film aşırı gerçekliğe biçimsel yönden erişiyor. Inarritu’nun imzasına dönüşen plan sekans kullanımının burada da karşılığını bulduğunu, Lubezki denetimindeki görüntünün doğal ve bu doğallıktan doğan epik bir seyre dönüştüğünün altını çizmek gerek. Ses kullanımı ve kurgusunun gerçekliği, özel etkilemelerdeki (efektler) üstün başarı filme sahicilik katıyor. Ancak kameraya sıçrayan su ve kan, karakterlerin nefeslerinin mercekte buğulanma yaratması gibi yönetmenin ve görüntü yönetmenin yıllanmışlıkları düşünüldüğünde bir hayli “ergen” kaçan tercihler, Diriliş’in aşırı gerçekçiliğe oynarken çiğ bir postmodern seyre dönüşmesine neden oluyor. Ucu açık son tercihi ve karakterin izleyiciye doğrudan bakışı ise filme çağdaş bir dokunuş katmaktan ziyade eğreti kalan hamleler.

Hemen herkes tarafından filmin en büyük artısı olarak öne sürülen yanı ise Yerlilere saygıda kusur etmemesi. Diriliş gerçekten pek çok açıdan Hollywood’un yüz yılı aşkın tarihinde alışılageldik Kızılderili tiplemesinin üstüne çıkıyor. Yerli dilinin filmlik zamanda bu denli yer kaplaması, tedavi yöntemleri, kuzgun, ayı, kurt, bizon gibi kutsal hayvanların resmedilişi, Kızılderililere yapılan katliamlara dair kısa sahnelerle birleştiğinde ırkçılıktan uzak sorunsuz bir algı oluşuyor. Ek olarak geçmişte Yerlilere saygıyla yaklaşan Küçük Dev Adam, Kurtlarla Dans gibi filmlerde inatla kötü Kızılderililer olarak resmedilen Pawnee kabilesinin Diriliş ile iyi Kızılderililere dönüştüğünü görmek ilginç. Tüm bunlara karşın filmin bu yöndeki çabası resmin bütünü düşünüldüğünde yetersiz ve de yersiz. Western türü dışında yerlilerin filmlerde temsil edilmiyor oluşu kıtanın gerçek sahibi olan ama bunu sıkça yinelemeyecek kadar olgun (ve de örgütsel anlamda zayıf) Yerli kabilelerini müzelik birer nostaljiden öteye taşımıyor. Yüz yıllar süren katliamlar ve ırkçılık neticesinde fiziken ve de kültürel olarak yok olmaya yüz tutmuş, kapitalizmin ve tüketim toplumu beraberinde işsizlik ve yoksullukla kırılmaya devam eden kadim Yerli halklarının, yılda bir iki kez perdede boy gösterip çiğ et yeme, kafa derisi yüzme gibi eylemlerle sunulması tüm iyi niyete rağmen kusurlu ve yanlış. Büyük ölçüde sisteme ayak uydurmuş, hatırı sayılır ölçüde örgütlü ve kabul edilen siyahlara yapılan ayrımcılıkların bile popülizmin değirmenine su taşıdığı Hollywood ve Akademi Ödülleri düşünüldüğünde Kuzey Amerika Yerlilerinin doğru ve güncel temsillerini beklemek hayalden öteye gitmiyor. Yine de Chris Eyre gibi Yerli yönetmenlerin çektikleri Skins ve benzeri bağımsız başarıları hatırlamak umutsuzluğu aralıyor.

*https://issuu.com/azizm/docs/azizmsanatedergi98

Bunu paylaş: