Armina Savaşçısı – Şevval Varol

Armina Savaşçısı*

Belki de kimse bana kendim kadar düşman değildi. Umut ettiğim için en büyük kötülüğü yapmıştım kendime. Olmayacağını bildiğim umutlar, cam kırıkları gibi kalbime batarken yerle bir olmuştum sanki.

Tüm benliğimi işgal eden öfke, umut, bekleyiş beni yoruyordu, bitiyordum. Günden güne eriyen ve ışığını kaybeden bir mum gibiydim. Parçaları etrafa saçılmış toplanmayı bekliyor gibiydi bedenim. Büyüyordum, acılarımla besleniyordum. Öfkem daha da körükleniyor, beni içine çekiyor ama bilmiyor ki beni günden güne yok ediyor.

Dizlerim kaldıramıyor artık yorgunluğumu, dizginleyemediğim öfkem farklı bir boyut alıp volkan misali patlıyor etrafımda lavlar canımı yaksa da susuyorum şimdilik.

Elbette konuşma sırası bana gelecekti işte o zaman, uyuyan canavar da uyanacaktı. Çalan telefonla beraber girdiğim üçüncü dünya savaşına konu olan düşüncelerimden sıyrıldım.

Komodinin üzerinden rahatımı bozmamaya çalışarak telefona uzandım.

Erinç ağabey arıyor…

Hadi ama tatil günümdeyim benimde dinlenmeye ihtiyacım var öyle değil mi?

Yeşil butonu parmağımla sürükleyerek açtım.

“Bu telefon neden  geç açılıyor?”

Erinç ağabeyin sinirli ve boğuk sesi odayı doldururken telaşla yattığım yataktan doğruldum.
Normalde bu şekilde tepki vermez ilk olarak ‘günaydın’larını bahşeder daha sonrasında ‘nasıl’ olduğumu sorardı baba sıcaklığı ile besler tatlı kelimeleriyle yorgunluğumu alırdı. Bu denli bir şeye kızdıysa kesinlikle işin içinde bir bit yeniği vardır.

“Bir sorun mu var ağabey?” dedim.

Telefonun diğer ucundan homurtular duyuldu.

“Yok Armina… Yok bir sorun yok. Seni sabahın yedisinde kaldırmamda ne gibi bir sorun olabilir ki değil mi? Sesini duymak istedim.” dedi.

Sesindeki tınıdan alay edip, etmediğini anlayamadım. Bu aralar Holding’de işler iyi değildi ve gerginliğinin sebebi bu olabilirdi ancak konu bu olsa benimle paylaşırdı.

“Sen benimle kafa mı buluyorsun? Taksi yolluyorum yarım saate hazır ol çocuklara ben haber veririm.”

Dıt…..dıt…..dıt….dıt

Telefonu yüzüme kapattığı için ona kızsam da bir şey kızgınlığımdan daha ağır basıyordu; minnettarlık.
Bana sahip çıkan, bu ortamlara girip çıkmayı öğreten, en önemlisi de olmayan ailemi aratmayacak sıcaklığa kavuşmamı sağlayan da Erinç ağabeydi. Ona nasıl kızabilirdim ki? Her ne kadar borcumu ödemeye çalışsam da bir şekilde daha da artıyordu. Bu sefer kirli işlerini elime aldım. Bu tür işleri ne kadar yapmamı istemese de bana muhtaç bırakmıştım.

Hızla yataktan kalktım dolabıma ilerlerken az bir zamanım olduğunu kendime hatırlatarak bir gömlek ile dar paça pantolon çıkararak yatağa fırlattım.

Üstümdeki geceliği çıkarıp seçtiğim kıyafetleri üzerime geçirdim.

Yavaşça yatağın önünde diz çökerek altından siyah converse’lerimi çıkarıp ayağıma geçirdim.

Yatağın üstünden telefonumu alıp boy aynasının karşısına geçip birbirine girmiş asi ateş kırmızısı saçlarıma tiksinircesine bir bakış fırlattım.

Parmaklarımla saçlarımı düzeltip makyaj malzemelerine bile bakmadan anahtarı alarak evden çıktım.

Sokağın başında sarı renkte bir araç gözüme çarptı. Hızlı adımlarla taksiye yaklaşırken taksicinin yüzündeki ifade bir an, sadece küçücük bir an, vicdanımı ele geçirdi. Dediğim gibi sadece küçücük bir an. İçimdeki dürtüleri kontrol etmeyi çok küçük yaşta öğrenmiştim ben yetimhanede aç bıraktıkları ve dövdükleri zaman öğrenmiştim minicik bedenine vurulan fiskeler büyütmüştü içimdeki canavarı. Dayak yiyen tek ben değildim aslında hiç olmayan arkadaşlarım bile vardı ancak ben kendi canımın acısından onları göremiyordum yanımda… Belki de hiç yanımda olmamışlardı ya da ben farkında değildim.

Tüm günün gafletini çekmiş gibi gözüken taksiciyi daha fazla yormamak adına taksiye bindim.

Geçtiğimiz yerlerdeki ağaçlar hızla birbirlerini kovalarken içimde kopan kasırgaları önemsememeye çalıştım.

Şimdiki zaman ile geçmişim arasında bir bağ vardı, böyle olmanın bir nedeni vardı ve çözümleyemediğim karma karışık bir düğümdü sanki.

“Hanım efendi…”

Kafamı taksiciye çevirdim. Gülümsedi. Harika! En azından birileri gülümseyebiliyordu.

“Geldik.”

Ne zaman geldiğimizi bilmediğim depoya doğru yürüdüm. Bilindik rutubet ve kan kokusu ben daha içeriye girmeden ciğerlerime işlemişti.

Bu kokuyu seviyordum. Her seferinde bana kim olduğumu hatırlatıyordu.

Sağ tarafa uzanan ikinci koridora girdim.

Sol taraftaki koridorda cesetleri sakladığımız odalar bulunuyordu. Her bir oda beş ceset alacak kapasitedeydi. Cesetler buz dolu küvetlerin içinde duruyordu ve bu sayede etrafa koku saçmıyorlardı.

Oldukça temiz olan demir kapıyı yavaşça ittim. İçeriye girdiğimde değişen hava yüzünden vücudum suyun altında kalmış gibi gerildi.

Çok soğuktu.

“Gel” dedi Erinç ağabey. Ağzımı açmadan demir masaya bağladıkları adama doğru ilerledim. Yüzü kandan görülmüyordu ancak buna rağmen kim olduğunu çözebilmiştim.

Ferhat… Geçen ay şirket adına düzenlediğimiz baloda kargaşa çıkaran adam. Tam olarak kargaşanın neden çıktığını bilmiyordum ama sonu pek iyi bitmemişti.

“Neden bu halde?” dedim. Odada insanın kulaklarını tırmalayacak bir sessizlik hakimdi.

Yanımda duran Batı konuşmak için boğazını temizledi:

“Geçtiğimiz ayki baloyu hatırlıyor musun?” dedi.

Sinirli sesi büyük odada yankılandı. Kafamı salladım.

“Kargaşayı çıkarıp üç kişinin vurulmasını sağlayan ve son bir ay boyunca sırra kadem basan herif. Bugün sabah altı gibi eşinin işlettiği barda karşılaştık.”

Derin bir nefes aldım. Bunca yolu bu şerefsiz yüzünden mi tepmiştim ben?

“Su getirin” dedim. Kapıda duran adamlar harekete geçtiler. Erinç ağabey hiç karışmadan beni izliyordu. Son iki yıldır yaptığı gibi.

Elime verilen bir kova suyla girdiğim transtan çıktım. Yavaşça suyu Ferhat’ın yüzüne dökmeye başladım ta ki nefessizlikten çırpınana kadar.

Kovayı yere bıraktım ve doğruldum. Gözlerini kırpıştırarak bana baktı. Yeşil gözleri korkuyla küçülürken neredeyse gülecektim.

Sırıttı. Şekilli yüzü benimle alay ederken gözleri tam tersine korkudan küçülmüştü.

“Merhaba güzelim” dedi gülmeye çalışarak. Batı yumruk yaptığı elini havaya kaldırınca kolundan tuttum.

Şimdi sırası değildi. Önce konuşmalıydım.

Batı elini indirince Ferhat’ın vücudu ortada kalacak şekilde elimi iki yanına koyarak yüzüne doğru eğildim. Bir kova su yüzündeki kanın temizlenmesine pek yardımcı olamamıştı anlaşılan.

“Sen kimin adamısın?” dedim sessiz bir sesle. Kurbanlarla direk göz teması kurmak hoşuma gidiyordu. Korkudan alev alev yanan gözlerini izlemek kaçınılmaz bir zevkti.

Yutkundu. Bir süre gözlerime baktı ancak daha fazla dayanamayarak gözlerini kaçırdı. Güldü. İğrenç sesi kulaklarımı tırmalamıştı. Bu böyle olmayacaktı.

Arkamı dönüp Erinç ağabeyin yanında bulunan tahta masaya doğru ilerledim. Gözlerimin ışıldamasını sağlayan bir masa dolusu aletle karşılaşınca elim ayağım titredi. Beynimde oluşan güzel senaryolar beni etkilemişti.

Masada bulunan her alet paha biçilemez bir güzelliğe sahipti ancak benim hayallerimi süsleyen şey burada bulunmuyordu.

Masanın altında bulunan benim getirdiğim bavulu açtım. Ön kısmından çıkardığım şırınga ve beyaz kapsülü masaya koydum. Çantanın yan tarafında duran suyu aldım.

Dikkatle beni izleyen Batı ve Erinç ağabeye bakmadan eğildiğim yerden doğruldum.

Kapsülde bulunan kırmızı tozu masada bulunan küçük kaba boşalttım. Ardından suyun kapağını açıp şırınganın yarısını doldurdum.

Şırınganın içindeki su kırmızı tozla  temas ederken kokusundan dolayı yüzümü buruşturdum.

Uç kısımdaki iğneyle tozu karıştırdım. İlaç donmadan iğneye enjekte ettim. Yavaş adımlarla ilerleyerek Ferhat’ın karşısına dikildim. Fazla iddialı bakıyordu. Ama gözlerinden korkuyu okumak o kadar da zor değildi.

Derin bir nefes aldım. İçimde kavrulan vicdanım yine beni ele geçirmişti. Karşımdakinin suçlu olduğunu bildiğim halde bunu yapmak midemi bulandırıyordu.

Şırıngayı havaya kaldırdım. İpleri zorladığında dudağımın kenarı yukarıya kıvrıldı. Son Çırpınışlarını izlemek çok hoştu.

“Siyanür alyuvarlarının oksijen almasını engelleyerek öldürür. Bu ‘İç Oksijen Yetersizliği’ diye bilinen bir süreçle sonuçlanır.” dedim rahat bir tavırla. İpleri zorlamayı bırakıp yeşil gözlerini üzerime dikti.

“Bunun benimle ne ilgisi var” dedi gülerek. Aptal mıydı? Yoksa benimle dalga mı geçiyordu?

“Kimin adamısın?” dedim. Sabrımın son damlaları yavaş yavaş damlayarak ufak bir gölet oluşturuyordu.

Yutkundu ve kafasını iki yana salladı. Söylemeyecek miydi? Peki, öyle olsun.

Bileğimdeki uzun bilekliği dişimle kopardım. Yere düşen bilekliği almak için elimdeki şırıngayı Batı’ya uzattım.

Yerdeki artık sadece kopuk bir ip parçası halini almış olan bilekliğimi aldım.

Ferhat’ın dirseğinin biraz üstünü debelenmesine rağmen bağladığım bilekliğe hayranlıkla baktım. Çok yakışmıştı.

Batı bana neler olacağını anladığını belirten bir bakış attı. Tebessüm ettim. Hayattaki ikinci dayanağım, kardeşimdi o benim.

“Beni öldüremezsiniz” dedi Ferhat. Artık korkusunun kokusu buram buram burnuma doluyordu.

“Neden? Seni benim elimden kim kurtaracak?” dedim alay kokan sesimle. Derin derin nefesler alıyor, hala iplerden kurtulmaya çalışıyordu. Kurtulsa da bir şey fark etmezdi. Yürüyemeyecek haldeydi ve yürüse bile bu kapıdan dışarıya adımını atamazdı.

“Siz benimle dalga mı geçiyorsunuz? Ben kimsenin adamı değilim!”

İşte sabrımın son damlası. Sabrım buraya kadardı.

“Öyle mi?” dedim ‘i’ harfini uzatarak. Biraz önce bilekliğimle bağladığım kolunu iplerin izin verdiği kadarıyla ters çevirdim.

Başparmağımı dirseğinin iç kısmında bulunan damarı bulmaya çalışarak bastırdım.

Bulduğumda bir kez bile yüzüne bakmadan iğneyi damarının üstünden yavaşça soktum ama ilacı enjekte etmedim.

Bir bana bir iğneye bakıyordu. Başından aşağıya doğru ter damlaları süzülüyordu.

Batı dirseğinin üzerinde bulunan ipi sıkıştırdığında göz ucuyla ona baktım. Göz kırptı.

O ipi oraya bağlamamın sebebi; ilacın kana daha çabuk karışmasıydı.

Başparmağımı şırınganın kulpuna koydum.

“Dur!” dedi anında gözlerine baktım. “Dur! Eresbos…” dedi nefes nefese “Eresbos…”

Ağzımdan kabaca bir ‘hı?’ sesi çıktı. Ardından kaşlarım çatıldı. Eresbos bir tanrı değil miydi?

“Karanlık tanrısı” dedi Batı. Kim kendine böyle bir isim verirdi? Daha doğrusu hangi aile çocuğuna böyle bir isim verirdi? Aklım almıyordu.

“Devam et” dedim soğuk bir sesle. Hayatı benim elimdeydi. Devam etmeliydi.

“Son baron… Aybars Arslan.”

Şırıngayı sonuna kadar sıktım. Son baronmuş.

Sıcak su damlaları vücudumda kendi hükmünü sürerken bedenimin ihtirası tamamen kayıplara karışmıştı.

Düşünceler beynimde yankılana dursun hissettiklerim son kademedeydi. Bu süreç ne hissettiğini bilmeyen birine göre fazla ironikti. Suyun derimi eritecek sıcaklıkta olması bir şey ifade etmiyordu. Kelimeler anlamlarını yitirmişti. Bir şey hissettirmiyorlardı artık.

Ciğerlerim nefes almak için göğüs kafesime baskı uygularken beynim aynı algıları vermiyordu. Kim bilir belki de sonsuz bir uyku istiyordu.

Daha fazla dayanamayarak suyun altından çıktım ve öğürdüm. Bu da neyin nesiydi böyle?

Sırtıma yapışan saçlarımı sol omuzumda topladım. Elimi küvetin başında duran viski bardağına uzattım.

Soğuk sıvı boğazımdan geçerken nefes almamı engelliyor geçtiği yerlerin alev alıp tutuşmasını sağlıyordu. Gözlerimi kapatıp başımı küvetin taşına yasladım.

Düşüncelerim çok yorgundu. Bedenim daha fazla şeyi kaldıramayacak gibiydi. Ve ben çok bitkindim. Olması gerektiğinden daha fazla… Kendimi ilk defa bu halde görüyordum.

Güçlü ve çizilmez görüntüm tamamen önüme örülen duvarlardan ibaretti. Biri bir gün bu duvarları yıkar mıydı? Hiç sanmıyordum. Ben ve biri, aynı ev, bize emanet iki alyans ve… Ah tanrım bir bebek, sevdiğim adamın gözlerini taşıyan bir bebek.

Hiç olmayacak bir şeyin hayalini kurmak yüzümü buruşturmama sebep oldu. Bunları düşündüğüme göre hiç iyi değildim. Gerçi ben ne zaman iyiydim? Orası meçhuldü.

Biten bardağı kenara koydum. Buruşan vücudum burada daha fazla pineklemememi söylüyordu.

Hızla ayağa kalktım. Kapının arkasında duran bornozu üzerime geçirip kilitlediğim kapıyı açtım. Evde benden başka kimse yaşamıyordu. Yine de kapı kilitleme alışkanlığımı engelleyen bir unsur değildi bu.

Üzerime geçirdiğim mavi gecelik beyaz tenime zıtlık yansıtıyordu. Yavaş adımlarla yatağa ilerledim. Komodinde bulunan diz üstü bilgisayarı elime alarak gelişi güzel yatağa oturdum.

Arama motoruna tıklayarak ‘Aybars Arslan’ yazdım. Bakalım ünlü ‘baron’umuz kimmiş?

Çıkan videoya tıklayıp dönen kipin dolmasını bekledim.

“15 Haziran 2015 tarihinde Arslan holdingde düzenlenen etkinlikte oluşan silahlı saldırıyla medyanın tüm dikkatini çeken, Arslan Holding’in sahibi Aybars Arslan hiç bir açıklamada bulunmadan olay malini terk etti. Açıklama bekleyen yetkililer bu duruma bir anlam veremeyerek röportajı yarıda kesmek zorunda kaldı…”

Yarıda kesilen video kaşlarımı çatmama sebep oldu. Ya bilerek kesilmişti ya da yanlış giden bir vaziyetten ötürü kesmek zorunda kalmışlardı.

Sayfada aşağıya doğru indim. Dikkatimi çeken kelime beni dehşete düşürmüştü.

‘Yetimhanede büyümüş ve buna rağmen hayallerinden vazgeçmeyen müthiş bir adam. Yakışıklılığı ile “yere bakan yürek yakan” cinsten Aybars Arslan’ın önünde demir olsa bükülürdü. Bu gencecik yaşına rağmen başarıları sayılamayacak kadar çok ve etkileyiciydi. “

Bu adam da insandı değil mi? Benim gibi. Bu kadar yüceltilmemeliydi. Yapılan yanlış tavırlar sadece onun egosunu büyütürdü.

Derin bir nefes alarak siteden çıkış yaptım. Ferhat’ın bahsettiği gibi bir durum yoktu ortada. Belki de kurtulmak için yalan söylemişti. Peki ya bu silahlı saldırıda neyin nesiydi?

“Of”ladım. Bilinmeyen sorular hep beni bulurdu zaten.

Kucağımdaki bilgisayarı komodine koydum. Yatağa uzanarak cenin pozisyonunu aldım.

Bu işi çözmezsem bana da Armina Savaş demesinler.

Gözlerimi kapatarak bedenimi kaplayan karanlığın hünerli parmaklarına hapsettim kendimi.

Hiç şüphesiz uyku en iyi kaçış yoluydu.

Çatalı masaya bırakarak elimi karnıma götürdüm. Nefes alacak durumda değildim. Tıka basa dolmuştum. Bugün en çok yediğim kahvaltı olarak tarihe geçmeliydi. Zira haftada ne bir nede iki kere kahvaltı yapardım. Ancak şu anda düşünmem gereken şey bu değildi.

Derin bir nefes alarak yutkundum. Kesin benim istemeyeceğim bir şey olmuştu ve bunu bana söylemek için zaman kollayıp tatlı sürprizler yaparak birazdan gerilecek olan sinirlerimi yatıştırmaya  çalışıyorlardı. Aman ne güzel!

“Evet” dedim masadaki herkesin bana bakmasını sağlayarak. Erinç ağabey ellerini Batı gibi masada birleştirmiş bana bakarken aynı şey Eylül için geçerli değildi. Tuhaf bir şekilde yüzü kızarmıştı ve Batı’ya bakmaktan ölesiye kaçınıyordu. O ki bana bile bakmıyordu.

Tek kaşımı kaldırarak Batı ile Eylül’e manidar bir bakış attım. Bir gecede ne olmuştu bunlara böyle?

Erinç ağabey boğazını temizleyerek dikkatleri üzerine topladı.

“Bildiğiniz üzere şirketin durumu pek iyi değil.” dedi ve gözlerini üzerime dikti. “Bir örgüt olarak yaptığımız işler son zamanlarda çok göze batmaya başladı. Bu da şirketin gelir kaynağını zedeledi.”

Kafamı salladım. Son bir haftadır evdeydim. En son dün dışarıya çıkmıştım. O kadar işin arasında bana zorla tatil yaptıran Erinç ağabeydi. Ne yapmaya çalıştığını pek anlayamasam da kurcalamak bana göre değildi.

“Ortaklık kurmayı düşünüyorum. Böylece şirketin yüzdesini arttırabiliriz”

Kaşlarımı çattım. Yüzdesi zaten iyiydi. Bana kalırsa ortaklık çok saçmaydı. İşimizin bulunduğu rütbe bir haftada kaybettiğimiz ihale parasını kazanabileceğimiz kadar yüksek ve iyiydi.

Batı “of”ladı. O da benim düşündüğümü düşünüyor olmalıydı. Eylül’den ses çıkmıyordu. Sadece dinliyor ve onaylayan mırıltılar çıkarıyordu.

“Bence bir haftada şirketi düşüşten kurtarırız.” dedim. Erinç ağabey kafasını iki yana salladı.

“Bir haftada anca şirketi düşüşten kurtarırız. Önemli olan o değil. Önemli olan kaybettiklerimizi geri kazanmak. Şirketi düşüşten kurtarayım derken zaten uçuk fiyatta olan ihale kaynağı daha fazla ara açmamıza sebep olur. Elimizdeki her şeyi kaybedebiliriz. Bunu göze alamam. Ortak olarak bir taşla iki kuş vurmuş olacağız.”

Haklıydı. İşin birde benim düşünmeyi akıl edemediğim tarafı vardı. Bu kadar şeyi bir araya nasıl getirebiliyordu. Aklım almıyordu. Kesinlikle çok akıllı bir adamdı. Boşuna “melek yüzlü şeytan” demiyorlardı.

Grinin hâkim olduğu odayı tek bir pencereden vuran güneş ışığı aydınlatıyordu. Bu rengi neden seçtiğimi hatırlamıyordum. Ama eminim ki mantıklı bir açıklaması vardır.

Kırmızı renkteki sandalyeye yaslandım. Her şey sarpa sarmıştı.

“Ortak kim olacak peki?” dedim. Sessizliğin hüküm sürdüğü odada sesim yankılandı.

Erinç ağabey bir çocuklara bir de bana baktı. Söyleyip söylememek arasında kalmış gibiydi. Ama mavi gözlerinde dönen çarklar çıkacak olan ateşin habercisiydi.

“Arslan Holding.”

Dudaklarından dökülen iki kelime kalbimin üstüne kezzap dökülmüş gibi hissettirmişti. Beynim işlevini yitirmişti.

“Hayır!” dedim masadan kalkarken. Oturduğum sandalye kalkmanın vermiş olduğu hızla geriye savrulmuştu.

“Armina…” dedi Erinç ağabey dişlerinin arasından. “Otur konuşacaklarım daha bitmedi. İtiraz istemiyorum.”

Sinirle geri oturdum. Beni iblisin inine sokamazdı. Batı’nın sessiz kalması sinirlerimi bozuyordu. Eylül desen öylesineydi.

“Onların gözünde şirketin asıl sahibi sen olacaksın.” dedi. Saatine baktıktan sonra bana döndü ve “İki saat sonra Arslan Holding’de ortaklık üzerine yapılacak olan toplantıya katılman gerekiyor.” dedi.

Ardından ayağa kalkarak ceketini düzeltti:

“Konuşma bitmiştir.”

Bazen bir kelebek olmak istiyordum. Birinin beni avucunun içine almasını, sonra sonra yavaşça ellerini aralayıp yaşıyor muyum diye endişeyle bakmasını istiyordum.

Yetmiş iki saatlik ömrümü ömrüne katmasını ve bilinmeyende bir yolculuğa çıkarmasını istiyordum. Ama her istenilen şey gerçekleşmiyordu. Mesela bir anne ve babamın olmaması gibi.

Konuşmak için ağzını aralayan Batı’ya yandan bir bakış attım. Açılan ağzını kapattı ve geriye yaslandı. Endişeli gözleri üzerimde dört dönüyordu. Yüz ifadem hangi şekle girdiyse artık Fatoş bile bana bakmaya başlamıştı.

Gülmeye başladım. Evet, ortada gülünecek bir durum olmaya bilirdi. Ama içimden gülmek geliyordu.

“Armina…”

Batı’ya  elimle susması için işaret ettim. Gülmemi zorla bastırarak boğazımı temizledim.

“İyiyim” dedim fısıltıyla. Fakat Batı pek inanmışa benzemiyordu. Masadan kalkarken gülmemek için yanağımın içini dişleyerek büyük bir savaş verdim. Hızlı adımlarla masayı terk ederek merdivenlere yöneldim. Masa dağınık bir şekilde ortada kalmıştı. Umarım işleri onlara kakaladığımı düşünmezlerdi.

Az bir zamanım kalmıştı. Tahminimce yarım saattir put gibi oturuyordum masada. Odamın kapısını aralayarak içeriye girdim ve  Işığı açarak dolabıma doğru ilerledim. Kapağını sürükleyerek açtım. Sürtünmeden dolayı odayı dolduran ince ses lazer epilasyon tüylerimi diken diken etmişti.

Silkelenip kendime gelmeye çalıştım…

***

* Devam etmeyecek…

*https://issuu.com/azizm/docs/azizmsanatedergi99

Bunu paylaş: