Yakarsa Dünyayı Garipler Yakar – Osman Bahar

Yakarsa Dünyayı Garipler Yakar* 

Getto’da büyümek kolay değil öyle. Bir Paris gettosu olmasa da Pendik de bir dönemin gettosu bence. Bakmayın havaalanı falan yapıldı, inşaat sektörü o bölgede yürüdü falan. Kiracı olmayan mahallenin zenginiydi biz küçükken oralarda. Hele arabası da varsa önünü ilikle o derece. Köyden geldiğimde ilk başta çok garipsemiştim durumu. Vaayy be İstanbul dedikleri bu muymuş, bizim orasıyla aynı lan diye. İnsan afilli bir şey bekliyor tabi. Neyse zamanla alıştık mecburen. Arkadaşı edinmeye başlayınca sıkıntı ortadan kalkıyor. (Arkadaş önemlidir.)

Küçükken herkes büyüyünce bir şey olmak isterdi, ben bir şey olmak  istemezdim çünkü pek de büyümek istemezdim bizim etrafımızda büyüyenleri gördükçe. Erkeklerin ömrü işle kıraathane arasında geçer benim büyüdüğüm yerlerde. Haliyle bize pek yol gösteren, “evladım manyak mısın 2 kitap okusana” diyen olmadı. Hatta öyle bir çevrem vardı ki benim, kitap aldığımda “ne  yapacan olum o kadar kitabı, verdiğin paraya yazık” cümlesini bile duyduğum oldu, Yiğit Özgür karikatüründe olduğu gibi. İlk ve ortaokul top peşinde koşturmakla, atari oynamakla geçti. Liseye gelince ergenliğin de verdiği gerzeklikle mahallede volta atar, arkadaşın ailesinin tuhafiye dükkânında akşama kadar arabesk müzik dinleyip dertlenir hale gelmiştik. Bizim için sanat arabesk müzikti yani. (Müslüm Baba’ya selam olsun)

Hocadan kaynaklı mı bilmem, resim ve iş teknik dersini çok severdim. İkisine de aynı hoca gelirdi. Galiba o yüzden de hep resim yapmaya yeteneğim var sanırım. Hatta şimdi düşününce hatırladım. Ortaokuldayken elektrikler gittiğinde herkes uzanırken ben mum ışığında resim çizmeye çalışırdım. Güzel de çizdiğimi düşünürdüm. Hani ergenliğe girdiğinde vücut    değişim gösterir ya.

Sanırım ben o arada o yeteneği kaybettim. Ya da kuzguna yavrusu şahin görünür misali çizdiklerimi beğeniyordum, büyüyünce geçti. Şimdi resim çizmeye çok uzağım ama varsa güzel bir sergi alırım bi’ dal.

Sinemaya ilk kez, yanılmıyorsam –ki genelde böyle durumlarda yanılırım- orta ikide, bir hocanın sınıf etkinliği düzenlemesiyle gittim. Cem Yılmaz adını o dönemin Televole’sinden biliyorum çünkü Televole çok meşhur. Mazhar Alanson kim hiçbir fikrim yok ama çok beğenmiştim Her Şey Çok Güzel Olacak’ı. Film bir yana hatırladığım başka bir şey detay: En son bir yıl önce gittiğimde k.ç kadar, yıkık dökük bir sinema salonu halinde gördüğüm Pendik Güney Sineması (AVM sinemalarına karşı bir duruşumuz var sonuçta), gözüme o zaman o kadar büyük görünmüştü ki, perdenin çalışma mekanizmasını o kadar  anlayamamıştım ki, şaşkınlıktan dünyam değişmişti. Ondan kaç yıl geçtikten sonra sinemaya tekrar gittiğimi hatırlamıyorum çünkü o gün verdiğim para bir haftalık harçlığıma denk düştüğü için kıyamıyor insan her zaman.

Büyüdükten sonra anladım ben sinemanın her seferinde gidildikçe daha çok sevebileceğin bir şey olduğunu. Kitapları okudukça insanın yeni dünyalara aktığını çok sonraları anladım. Çok kitap okumuşları, çok film izlemişleri hep kıskanır(d)ım. Keşke her şeyden biraz daha fazla alabilseydim ve en azından birine yeteneğim olabilseydi.

İşte ben bir klasik “bu toprak” çocuğum. Çok sonra anlarız neler kaybettiğimizi ve geriye dönüp onları alamayacağımızı. Keşkeler sırtımızda yükler olur.

Türkiye gibi çoğunluğu yoksul ya da gelişmekte olan ülkelerden birinde yaşıyorsanız ve çocukken sanatla tanışabildiyseniz çok şanslısınız demektir. Okuma – yazma oranının kaç olduğunun belli olmadığı, insanların her zaman para harcarken başka öncelik/ihtiyaçlarının bulunduğu, sanata yapılan yatırımın gereksizliği konusunda her zaman hem fikir olunduğu bir ülkede yaşıyorsanız, sanatla ancak ya iyi şartlar altında yaşayan bir ailenin çocuğu olarak tanışırsınız ya da hocalarınızdan biri götürür ve siz seversiniz. Her ne kadar şartlar 20 yıl öncesine göre biraz daha iyileşmiş olsa da maalesef durumumuz hiç  parlak değil. Hepinizin sanata ayıracak bütçelerinin olduğu dönemler dilerim.

*https://issuu.com/azizm/docs/azizmsanatederginisan2015

Bunu paylaş: