Söyleşi: Levent Ayan

Söyleşi: Levent Ayan*

Müzik, insanlığın varlığından beri ruh halimizi etkileyen en önemi kavramlardan biri olarak karşımıza gelmekte. Klasik Batı müziğinin ana parçalarını oluşturan ve genellikle tarihi bir drama eşliğinde ortaya konan opera, yalnızca dünya tarihinde değil, Türk coğrafyasında da önemli bir yere sahip. Floransa’da bulunan ve kendilerine Camerala diyen bir grup aydının Rönesans’ın da etkisiyle müzikli dramaları geri döndürme çabalarının ortaya çıkması ve bunun için Eski Yunan’daki Erupides ve Sofokles’in tragedyalarından hareket etmeleriyle başlayan büyülü hikâye, Ortaçağ’ın karanlık dünyasından sıyrılıp dindışı öğelere karşımıza gelen ve devamında halk ezgileriyle süslenen müzikli eserin; zaman içerisinde tiyatro, orkestra ve koro eteğinde birleşmesiyle farklı biçimlerde günümüze dek uzanıyor. Üç beş notadan ve basit ritimlerden oluşan popüler müziklerin etrafımızı çevrelediği ve doğru duyma yetimizi her geçen gün daha da geriye götürdüğü günümüzde, sanatın devrimci ve ilerici kimliklerinden birini ortaya koyan opera eğitimcilerinden Çukurova Üniversitesi Devlet Konservatuarı, Opera-Şan Anasanat Dalı Başkanı Levent Ayan’a kulak verdik…

Öncelikle röportaj teklifimizi kabul ettiğiniz için teşekkürler Sayın Hocam. Çukurova Devlet Konservatuarı öğrencilerinin yüzünde sıcak bir tebessüm bırakan Levent Ayan kimdir, dilerseniz buradan başlayalım…

1967 Ankara doğumluyum. 1986 yılında Hacettepe Üniversite’si Ankara Devlet Konservatuvarı Opera-Şan Bölümü’nü derece ile kazanıp bu yola başladım. Öncesinde TRT Ankara Çocuk Korosu ve Gençlik korosunda söyledim. Zaten kafamdaki Konservatuvar ve Opera oluşumu da o dönemlerde başladı. O dönemlerde Türkiye’de bulunan Dünya Çapındaki Alman Koro Şefi Walter Strauss, sesimi dinleyerek beni konservatuvara; Opera Bölümü’ne yönlendirdi. Konservatuvara girmemle hayatımın akışı değişti. Konservatuvar aidiyet olgusu, operacı olmak duygusu, sanatçının gelişiminde bana göre çok önemli. Muammer Sun, Cüneyt Gökçer, Nüvit Kodallı, Yalçın Davran gibi çok değerli sanatçılarla çalıştım. Sanatçılığın ve sanatın ne demek olduğunu, Avrupa’nın eğitim kalitesi açısından ilk 5’e giren Ankara Devlet Konservatuvarı’nda öğrendim. Konservatuvarda okurken 1990 yılında Macaristan’ın Budapeşte ve Debrecen şehirlerinde solo konserler verdim. Bunlar ilk yurt dışı konserlerimdi. Sonrasında yurt içi ve dışında sayısını hatırlayamadığım kadar solo şan konserleri ve resitaller verdim. Yine 1990 yılından itibaren Ankara Operası’nda korist ve solist olarak sahneye çıkmaya başladım. 1993 yılında Ankara Devlet Konservatuvarı’ndan mezun oldum. 1996 yılına kadar Ankara Operasında çalıştım. O yıllarda onca yıl Opera’da çalışıp kadrosuzluk sıkıntısı çekmek, beni Türkiye’de sanata ve sanatçılığa bakış açısının ne kadar diplerde olduğunu anlamama sebep oldu. Yaşadığım kadrosuzluk, tercihlerimi değiştirmeme sebep olmuştur. Opera sanatına sanatçılar yetiştirmek üzere eğitmenliğe yöneldim. Teklif üzerine, 1996 yılında yeni kurulmuş olan Çukurova Üniversitesi Devlet Konservatuarı’nda Şan eğitmeni olarak göreve başladım. O tarihten itibaren bu kurumda Opera-Şan Anasanat Dalı Başkanı olarak görev yapmaktayım. Yüksek Lisansımı Çukurova Üniversitesi’nde tamamladım. Yüksek Lisans tezimi G.Verdi’nin Rigoletto Operası’nın Şan Tekniği ve Yorumlama Problemleri Açısından İncelenmesi üzerine yazdım. 2012 yılında kurduğumuz, konser grubu olan, Academic Quartet grubu üyesiyim. Yurt içi ve yurt dışında konserlerimiz sürmektedir.

Meslek tercihinde herkesin bir anısı vardır, ancak takdir edersiniz ki ülkemizde sanat eğitiminin çok da gerekli olmadığını düşünen büyük bir kitle var. Ailelerin ve gençlerin sanatla ilgili herhangi bir dala meslek olarak soğuk baktıklarını görmekteyiz. Tüm bunların gölgesinde konservatuara girmeye nasıl karar verdiniz? Bu mesleği seçerken endişeleriniz var mıydı? Aileniz destek oldu mu?

Meslek tercihimde benim hayatımda birkaç dönüm noktası niteliğinde anım olmuştur. Ama en önemlisi yukarıda da belirttiğim gibi o dönemlerde Türkiye’de bulunan TRT Ankara Çok Sesli Korosu şefi Walter Strauss’un benim sesimi dinlemesi ve konservatuvara yönlendirmesi olmuştur. Walter Strauss gibi değerli bir şefin o dönemlerde Ankara’da TRT’de olması benim için büyük bir şanstı. Hiç bir kaygıya yer etmeyecek şekilde bu şansı iyi değerlendirdiğimi düşünüyorum. Ailem de, hem bu yola yönelmemde, hem de eğitimimde maddi manevi bana tam destek olmuştur. Her fırsatta aileme ve eğitmenlerime teşekkürü bir borç bilirim.

Sanatın her alanı belli bir yaratıcılık ve yoğun emek gerektiriyor, ancak ses ve dolayısıyla şan eğitimi insanın doğru duyması ve duyduğunu doğru tonlaması nedeniyle ilk bakışta biraz ürkütücü geliyor. Sizce sahne sanatlarının belkemiği olarak niteleyebileceğimiz şan eğitimi denildiği kadar zor mu ve ses nankör mü? Şan eğitiminin yaş sınırı var mı?

Sözlüklerde Opera; “Bütün sanatların birleşimi” olarak tanımlanır. Gerçekten de opera, bütün sanatların bir arada kullanıldığı bir oluşumdur. Operada, oyunculuk vardır. Dans ve estetik vardır. Müzik, resim ve heykel vardır. En önemlisi de bu sanat unsurlarının yanı sıra insan sesi vardır. Bütün bu unsurların bir arada kullanımında koordinasyon yeteneği çok önemli yer tutmaktadır. Opera sanatçılığı, sadece sahnede şarkı söylemek değildir. Belli bir anlatım içerisinde ki biz buna rejistrasyon diyoruz, opera sanatçısı hem sesini, hem de rol gereği tüm bu sanat unsurlarını rejiye bağlı kalarak bir arada kullanmak durumundadır. Aynı zamanda orkestra çukuru diye tabir edilen çukurdaki enstrümanların her birini dinlemek, duymak zorundadır. O orkestrayı yöneten orkestra şefinin yönetimine uymak zorundadır. Bestecinin o eserde uygulanmasını istediği bütün nüanslara uymak zorundadır. Opera eseri icra etmek, üst düzey ses tekniği gerektirir. Opera sanatçısı en az iki oktav ses aralığına sahip olmak durumundadır. Günümüzde sesin volümünün büyüklüğü ya da küçüklüğü çok önemli değildir. Önemli olan sizin o sesi nasıl kullandığınızdır. Her şeyden önce donanımlı bir opera sanatçısının yetiştirilmesi ve sesinin eğitimi, uzun ve ayrı bir emek gerektirir. Sesin eğitimi çocuk yaştan itibaren, yani mutasyon dönemi öncesinden itibaren başlayabilir. Mutasyon dönemini, yani ergenlik dönemini tamamlandıktan sonra da başlayabilir. Önemli olan sesin eğitime elverişli olmasıdır. Sesin eğitiminde müzik kulağının yeri çok ayrı bir yer tutar. Kulağın müziğe duyarlı olması sesin teknik anlamda gelişiminde ayrıca önemlidir. Sesin müzikle uyumlu yani bir armonik düzende olması gerekmektedir. Buna da Entonasyon denilmektedir. Entonasyon, bir opera sanatçısında olması gereken en önemli unsurdur. Fiziksel elverişlilik ve diksiyon da ayrıca önemlidir. Opera sanatçısının sesi her zaman sağlıklı ve bakımlı olmalıdır. Opera sanatçısının enstrümanı kendi doğal sesidir. Sesini hem günlük hayatın akışı içinde, hem de opera icra ederken kullanmak zorunda olduğundan sesine iyi bakmak ve korumak zorundadır. Ses günlük yaşam içerisinde her koşuldan etkilenir. Beslenme, uyku düzeni ve ruh sağlığı, kısacası her şey, vücut sağlığını ve dolayısı ile sesi bire bir etkiler. Bir opera temsili icrası üst düzey performans ve efor gerektirir. Bir opera sanatçısı için ses, vücut ve ruh sağlığı çok önemlidir. Bütün bunlara ses hijyeniği denilmektedir. Ses nankördür, ses hijyeniğine dikkat etmezseniz o da sizi sahne üzerinde yarı yolda bırakır. Bu yüzden de opera icra etmek ve dolayısı ile opera sanatçılığı zordur. Opera sanatçısı her açıdan düzenli yaşamak durumundadır.

Operada çalışan sanatçıların 20 yıllık opera hayatlarından sonra yerlerini gençlere devretmeleri gerekmez mi?

Opera sanatçılığı memuriyet gibi algılanmamalıdır. Belli bir yılı ya da süresi yoktur. Sesi, fiziği ve yaşı elverdiği ölçüde opera sanatını icra ederler. Dünyanın hemen hemen her yerinde operalar özerk kuruluşlardır. “Sanatçı sahnede ölür” deyimi bu yüzdendir. Ama maalesef ülkemizde sanat kurumları devlete bağlı olduğundan opera sanatçıları, memur statüsündedir ve 65 yaşına kadar çalışırlar. Kadro verildiği sürece emekli olanların yerine genç opera sanatçıları alınır. Kadro verilirse tabii (!)…

Gerek opera şan bölümüne girebilmek için yapılan hazırlıklara, gerekse bölüme girdikten sonra en iyisi olabilmek için harcanan çabaya baktığımızda her bir süreci takdirle karşıladık. Eğitmenlerin, öğrencilerini en iyi şekilde yetişmeleri için hem fiziksel, hem de psikolojik olarak yaptıkları müdahaleleri şaşkınlıkla izledik. Tabii burada yanlış anlaşılmasın; örneğin bir öğrencinin ağzını daha iyi açabilmesi, diyaframını daha etkin kullanabilmesi için yapılan olumlu müdahalelerden bahsediyoruz… Devamlı olarak aktif, enerjik ve dikkatli olmayı gerektiren bu meslek sizi hiç yormuyor mu?

Bir opera sanatçısının yetiştirilmesi için uzun bir süreç ve bu sürece bağlı oranda da bir emek gerektirmektedir. Genç opera sanatçılarının konservatuvara girdikten sonra eğitmenleri ile birlikte geçirdikleri bu uzun süreç, gelişimlerine bağlı olarak eğitmenlerini de yakından ilgilendirmektedir. Şöyle ki; bu uzun ve sabır gerektiren inişli çıkışlı yolda, düşe kalka gelişimlerine şahit olmaktayız. Onların bu ruhsal durumlarını yakından izleyip kayıtsız kalmak mümkün değil. Bir süre sonra aile gibi oluyorsunuz. Üzüntü ve mutluluklarını paylaşıyorsunuz. Her konservatuvar Şan Bölümü’ne giren öğrenci, opera sanatçısı olacak diye bir kaide yok. Bu durum dünyanın her yerinde böyle. Aksi durumlarla da karşılaşabiliyoruz. Başarı kadar başarısızlık da var işin içinde. Tabii ki amaç, onların donanımlı, nitelikli birer sanatçı olmalarına katkı sağlamak, fakat tersi durumlar söz konusu olunca etkilenmemek mümkün değil. Bu yüzden opera eğitmenlerinin işleri zordur. Ayrıca bir husus daha var; opera eğitmenleri, sesi eğitirken öğrencilerin sınıflarına ve teknik seviyelerine göre doğru zamanda doğru eser ve repertuar seçimi yapmalıdır. Öncelikle eğitmenler, ses tekniği ve performansları açısından üst düzeyde olmalıdırlar. Öğrencilere doğru pozisyon gösterebilmeli, kadın veya erkek ses gözetmeksizin örneklendirme yapabilmelidirler. Bunun için de eğitmenler daima aktif, dinamik ve katılımcı olmalıdır ki, enerjilerini öğrencilere daha verimli ve daha sağlıklı şekilde aktarabilsinler. Günlük psikolojilerine göre değişkenlik gösteren seslerine, doğru egzersizler çalıştırmalı ve sağlıklı çalışma ortamları sağlamalıdırlar.

Bu ayki dosyamız Çocuk ve Sanat. Opera çerçevesinden baktığımızda aslında operaya giden ailelerin genel olarak opera çevresinden olduğunu ve çocuklarını da operaya bu yolla götürdüğünü görüyoruz. Sizce Türk insanının operayı tercih etmemelerinin altında yatan temel neden ne olabilir? Gelecek nesillere operayı nasıl sevdirebiliriz?

Konservatuvarda öğrenciyken (1986-1993), haftanın beş günü opera temsili olurdu. Hemen hemen bütün temsiller dolu salonlara oynanırdı. Benim o zamanlar gözlemlediğim, genellikle memur kesimin operaya ilgi gösterdiğiydi. Gala ve prömiyerlere, Devlet Protokolü, Büyükelçilik mensupları ve Ateşeler mutlaka gelir; önden 5-6 sıra protokol sırası olur, geri kalan koltuklar yine takım elbise giyen erkekler ve tayyör giyen kadınlar tarafından doldurulurdu. Gala ve prömiyer sonrası kokteyller verilirdi. Hafta sonları öğrencilere ve çocuklara mutlaka suareler yapılırdı. Günümüzde durum biraz farklı tabii. Bunun nedeni sanat politikalarının doğru yönetilmemesidir. Gelecekte umudum, sağlıklı sanat politikalarının oluşturulması, görsel ve yazılı medya yoluyla seyircinin opera, bale, tiyatro ve senfonilere teşvik edilmesidir.

Belki çok genel bir soru olacak, ancak kültürel yapının, yaşam biçimlerinin, güzellik ve beğeni algısının oldukça değiştiği ve herkesin birer ressam, şarkıcı, yönetmen, fotoğrafçı; kısacası sanatçı olabildiği (!) günümüz ortamı içerisinde opera nerede?

Belki çok genel bir cevap olacak, ama yüce Atatürk’ün söylemiş olduğu üzere “Hepiniz milletvekili olabilirsiniz, bakan olabilirsiniz, hatta Cumhurbaşkanı olabilirsiniz; fakat sanatkâr olamazsınız” sözü, yüzyıllar da geçse, toplum algıları ve yaşam biçimleri ne kadar değişse de doğruluğunu kaybetmez. Öncelikle kıstaslara uygun yetenekleriniz olmalı ve o sanat dalı ile ilgili olarak eğitim veren sanat okullarında eğitim alınmalıdır. Mankenden tiyatrocu, kuaförden şarkıcı olmamalıdır. Ya da şarkıcı olursunuz, fakat yorumcu olamazsınız. Sanatçı hiç olamazsınız. Nasıl ki dansçı olabileceğiniz, fakat bale sanatçısı olamayacağınız gibi, evet belki şarkıcı olabilirsiniz, fakat operacı olamazsınız.

Türkiye ile Dünya’yı kıyasladığımızda operayı nasıl görüyorsunuz ya da soruyu daha farklı soracak olursak, Türkiye’de aranılan opera sizce nasıl olmalı? Türkiye’de çıkartılan eserlerle operanın gerçek hakkı verilmiş oluyor mu? Verilmiyorsa bu nasıl başarılmalı?

Türkiye ile Dünya’yı kıyaslayacak olursak, günümüzde Dünya’nın gelişmiş ülkelerindeki ‘Opera Evleri’nde gelişmiş teknolojiler kullanılmaktadır. Operalara büyük yatırımlar yapılmakta ve yüksek bütçeli prodüksiyonlar oluşturulmaktadır. Bilet fiyatları da buna göre daha yüksek tutulmaktadır. 100 ile 1000 Dolar ya da Euro arasında değişen yüksek bilet fiyatlarına rağmen, operalar kapalı gişe oynamakta, biletler aylar öncesinden tüketilmektedir. Aralarında Microsoft ve Texaco Petrolleri gibi Dünya’nın en büyük 500 şirketinin sponsor olduğu özel şirket operası olan New York Metropolitan Operası’nda Carmen Operası temsilinin tek koltuk bilet fiyatlarının yer ve balkon konumlarına göre 1000 – 5000 – 10.000 Dolar’lara satıldığına bizzat şahit olmuşumdur. Yine Metropolitan Operası’nda locaların sezonluk fiyatı ise 100.000 Dolar’a ulaşmaktadır. Ülkemizde operalar kısıtlı bütçelerle ve memurlaştırılmış sanatçılarla icra edildiğinden bu imkânsızlıklar dâhilinde seviye oldukça düşmüş bulunmakta ve bu durum günden güne geriye gitmektedir. Çağdaş ülkelerde durum böyleyken, eğer biz de çağdaş ülke olma iddiasındaysak sanat kurumlarına maddi manevi destek verilmelidir. Destek, gerek toplum olarak gerekse kurumsal olarak verilmeli ve sanat kurumları hak ettiği seviyeye çıkartılmalıdır. Sanat politikaları oluşturulmalı, opera ve konser salonlarının fiziki şartları geliştirilmeli, Opera Evleri’nin ve konser salonlarının sayısı artırılmalıdır. Görsel ve yazılı medya, sanat kurumlarına tam destek vermelidir.

Son olarak eklemek istediğiniz bir şey var mı?

Azizm Sanat Örgütü’ne bana bu röportajda, fikir ve görüşlerimi açıklama imkânı verdikleri için teşekkür ederim. Son olarak eklemek istediğim, Ulu Önderimiz Atatürk’ün çok sevdiğim anlamlı bir sözü… ” Bir millet sanattan ve sanatkârdan mahrumsa tam bir hayata malik olamaz. Böyle bir millet bir ayağı topal, bir kolu çolak, sakat ve alil bir kimse gibidir. Sanatsız kalan bir milletin hayat damarlarından biri kopmuş olur.”

Azizm olarak sorularımızı cevapladığınız için çok teşekkür ederiz.

 

Selin Süar, Onur Özel,

*https://issuu.com/azizm/docs/azizmsanatederginisan2015

Bunu paylaş: