Osmanlı’dan Günümüze Kültür Sanat Devrimi(!) – Onur Özel

Osmanlı’dan Günümüze Kültür Sanat Devrimi(!)*

Osmanlı’da Avrupalılaşma anlamında ‘yeni’ye dair her şey doğrudan ‘’Nizam-ı Cedîd”  ile başlar. İlk kez Fazıl Mustafa Paşa tarafından devlete verilen iç düzen için kullanılan ve “yeni düzen“ anlamına gelen Nizam-ı Cedîd’in (1789) Osmanlı’da askeri, siyasi ve kültürel alanda Avrupalılaşmayı ve buna bağlı kültürleşmeyi amaçlayan bir süreç olduğunu görmekteyiz. Bu süreçteki asıl amaç; Osmanlı’nın, Avrupa düzen ve kültürünü de alıp onunla aynı seviyeye geldiğini göstermek istemesidir. 15. yüzyıldan itibaren, Avrupa okulları ve kiliseler aracılığıyla başkent İstanbul’a gelen orkestralar yoluyla Avrupa müziğinin Anadolu’da olduğu görülmüştür. Avrupa müziğinin Osmanlı kültürüne sızması, müziksel kültürleşmenin başlaması anlamına gelmektedir. Bununla birlikte Nizam-ı Cedîd ile doğrudan ve resmi olarak başlayan Avrupalı yenliğe dair düzenin müzikteki ilk görünümü, askeri düzenle birlikte yeni askeri bando ve devamında ise bandonun gelişimiyle birlikte Avrupalı sistemdeki müzik eğitimi ve uygulama kurumu olan “Müzikâ-i Hümâyün”la vücut bulmaktadır (1831). Tüm bunların yanında müzik ve sahne sanatı olan opera, müziksel kültürleşmenin gösterişli ve temel bir parçası olarak kendine yer edinmiştir.

Osmanlı’nın opera sanatıyla olan birlikteliğine bakıldığında ilk bilgilerin 17. Yüzyıl’da ortaya çıktığı düşünülebilir, çünkü 1670 yıllarında, şair ve diplomat olan Eremia Kömürcüyan’ın (1636-1695)  bir şiirinde opera kelimesinin yer aldığı görülmektedir:

“Bazedup evler, divanhaneler

Mum donanmalar ve operalar

Sohbet ve meclis bulalar

Baka gör seyran-azimi, dostum!“ (Yener, ty.:72).

1675’te İstanbul’da IV. Mehmet’in kızı Hatice Sultan’ın düğünü için Venedik’ten getirtilmesi düşünülen operanın, zaman darlığından getirilememesi sonucu (Sevengil, 1959: 7) Fransız Büyükelçisi Marquis de Nointel’in (1635-1685) Paris’e yazdığı raporda “bu insanları da görüyorsunuz, operaya ilgi göstermeye başladı, nasıl olur da Türkiye’de opera oynanır, ben de hayretler içinde kaldım…” sözleriyle, adeta alay edercesine bir kez daha operadan söz ettiğini görmekteyiz (Yener, t.y.: 72). 16. Yüzyıl’da İtalya’da doğan operanın Anadolu’da oldukça eski tarihlerden beri biliniyor olmasının nedeni, Avrupa ile güçlü ilişkilerinin olmasından kaynaklanıyor olabilmektedir ve yineleyecek olursak bu yüzyıldan itibaren Osmanlı’nın kendisini yeniliğe açtığı apaçık anlaşılmaktadır. İmparatorlukta, daha önce hiç karşılaşılmayan teknik ve kültür alanlarındaki yeniliklerin başlamasına öncü olan ve Avrupa’ya dair birçok bilgi veren kaynakların Sefâretnâmeler olduğu anlaşılmıştır (Yalçınkaya, 1996). Bu çerçevede opera kelimesi, Osmanlı’ya ilk önce kavramsal olarak doğrudan Yirmisekiz Mehmet Çelebi’nin Paris Sefâretnâmesiyle  (Elçilik anıları 1720) girmiştir. Mehmet Çelebi kendine anlatılanlar ve gözlemleri neticesinde, izlediği ilk operayı tamamen kendi kültürel alt yapısıyla betimlemiş ve konuyla ilgili düşüncelerinin önemli bir kısmı burada verilmiştir:

“Paris şehrine mahsus bir lub (oyun) var imiş. Opâre (opera) derler imiş. Acaip san’atlar gösterirmiş. Ol şehre mahsus imiş […]. Ol saray mahsus Opâre için yapılmış. Rütbesine göre herkesin mahsus oturacak yerleri var. Bizi kralın oturduğu yere götürdüler […]. Her taraf kadın ve erkek ile baştanbaşa dolmuş idi. Ve bu yüzden fazla çeşitli saz hazır idi […]. Önümüzde sâzendelerin olduğu mahalde, işlemeli bir büyük perde asmışlardı. Tamam, yerleşildikten sonra birden bire ol perde kaldırılup, ardından bir büyük saray zuhûr eyledi (göründü). Saray avlusunda oyuncular kendilerine mahsus elbiseleriyle […] ve fistanlarıyla meclise tekrar parıltılar salup, sazlar dahi hep birden nağmeye giriştiler. Bir müddet raksolunup (dans edilip) sonra da opâreye başladılar […]. Sözün kısası, ol şaşılacak şeyler gösterdiler ki, tâbiri (anlatılması) kâbil (kolay) değildir […]. Masrafı çok bir sanat olmağla gelirini dahi düşünmüşler ve büyük devlet malı bağlamışlar […]. Ve bu şehrin hususiyetlerinden imiş. Üç saat kadar vakitte opâre tamam olup, yine hânemize gelüp karar eyledik” (Rado, 2008: 52-55).

Anlaşıldığı gibi Çelebi, kendisinin de ilgisini oldukça çeken ve ilk defa rastladığı opera sanatını nesnel ekonomik ve diplomatik bir dille, kendince kavramsallaştırarak betimlemiştir.  Mehmet Çelebi’nin verdiği bilgiler, yaklaşık 120 yıl sonra Osmanlı operasında benzer bir şekilde temsil edilmeye çalışılmıştır. Çelebi’nin betimlemesinden 77 yıl sonra, Sultan III. Selim (1761-1808), 1797’de Topkapı Sarayı’nda bir opera temsilini seyretmişse de, III. Selim’in sır kâtibi Ahmed Efendi’nin verdiği bilgiler çerçevesinde, bahsedilen opera eserinin adı, konusu veya içeriği hakkında bir bilgi bulunmamaktadır. Ahmed Efendi’nin Avrupa müziği ve operaya ilişkin olumsuz eleştirileri, bu sahnelenen eserden bir gün sonraki ruznâme (günlük) de şöyle yer almıştır:

“Çarşamba günü Topkapı’ya inildi ve dün gece Topkapı’da Ağa yerinde opera adlı ecnebi (yabancı) oyunu gösteren Frenklerin (Avrupalıların) temâşa ettirdikleri (oynadıkları) çalgılı çengili [dansçılı] oyun ve konuşmaları ve dimağa (beyne) sıkıntılı ve nezle getiren is ve pasları ve taklitleri hazırlanıp söyleşilerek eğlenildi” (Sevengil, 1959:15-17).

III. Selim’in belki Batılılaşma ve yenilikçilik amacından dolayı, belki ilgiyle seyrettiği ve sır kâtibinin ise bir yabancılaşma içinde olumsuz olarak değerlendirdiği opera, bir Osmanlı sultanı tarafından seyredilmiş olan ve –her ne kadar adı bilinmese de- Osmanlı’da sahnelenen ilk opera eseridir. Bu çerçevede Mehmet Çelebi’nin sefâretnâmesinde yanlış telaffuz edilse de Osmanlı’ya önce kavram olarak giren opera (1720), 77 yıl sonra Avrupa kültürleşmesinin bir parçası olarak somut olarak girmiş olmaktadır. 1797’de sarayda devlet erkânı tarafından seyredilen operadan yaklaşık 35 yıl sonra, saray dışında da seyredilecek şekilde yaygınlaşmaya başlamıştır. Böylece Osmanlı’da padişahların ilgisi ve emirleri doğrultusunda Avrupa sanatlarının uygulanması, Osmanlı’nın kendisini Avrupa ile aynı seviyede göstermesine ilişkin bir siyasi gayret olarak da değerlendirilebilir. Sarayda ilk opera eserini seslendirenler ise, 1828 yılından itibaren Donizetti tarafından Avrupa notası ve çalgıları ile marşlar ve İtalyanca şarkılar öğretilerek, kültürleştirilmeye çalışılan ve aslında bandoyu oluşturan Türk müzisyenlerdir. Osmanlı’nın ilk Avrupa müziği topluluğu gibi ortaya çıkan ve belki bu ilgiyle her şeyi yapması beklenen bando, yine padişahın isteği üzerine marşlar dışında, çeşitli operalardan ezgiler de çalmaya çalışmıştır. Aslında bu durum, Türkiye Cumhuriyetinin kuruluşundaki, ‘ulusalcı müzik yaratımı’na ilişkin kültürleşme çabasıyla da örtüşmektedir. Özet olarak, pratikte her şeyin aynı kaldığı, değişen varyasyonların ise söz söyleme yetkisine sahip olan liderler olduğu net biçimde görülmektedir. Bandonun sarayda opera sahnelemesine ilişkin çabasının yanı sıra, Osmanlı’da operanın gelişimi ve asıl temsiliyeti, padişahın izni ve maddi desteğiyle açılan özel tiyatrolar çerçevesinde olmuştur. Levantenler arasındaki ilk Avrupa müziği konserlerinin, Galata’da org ve koro müziği ile başladığı, Ermeni ve Rum Katolikler aracılığıyla da diğer zengin Hristiyanların konaklarına doğru yayıldığı ve operanın da bunları destekleyen Levantenler tarafından Beyoğlu’na getirildiği görülür (Kösemihal, 1940: 116). Osmanlı’da yenileşmenin bir siyasi amacı olarak ortaya çıkan Avrupalılaşma ve buna bağlı Avrupa kültürleşmesi içinde doğal olarak Avrupa müziği de yer almıştır. Avrupa sanat müziğinin resmî olarak kurumlaşmasından önce (1826-31), ilk defa operanın, yazılı kaynaklarla Osmanlı’ya giren Avrupa sanat müziği formu olduğu görülür. Dolayısıyla opera, 1720’den itibaren kavramsal ve betimsel olarak da olsa, Osmanlı’daki müziksel kültürleşmenin ilk aracı olarak sefâretnâmelerde ortaya çıkmıştır.

1797’de ilki olmak üzere 1840’lardan itibaren, temelde beş padişahın (III. Selim, II. Mahmut, I. Abdülmecid, I. Abdülaziz, ve II. Abdülhamid) ilgisi ve desteği ile saray tiyatrosu ve özel tiyatrolar kapsamında sefâretnâmelerdeki gibi, yaklaşık yüz yirmi altı yıl süregelmiştir. Bununla birlikte, Avrupa kültürleşmesinin bir parçası olan müziksel kültürleşmenin saray dışında kahvehane ve kafe gibi mekânlarda tango ve kanto gibi şarkılarla temsil edildiği görülür. Operanın, yıllar içinde belirli aşamalarla Osmanlı’da müziksel kültürleşmeyi sağladığı ve Osmanlı’nın çok kültürlüğünü genişlettiği görülür. Böylece, yeniliğe ve kültürleşmeye dair süreç, Nizam-ı Cedîd’le başlayıp üst kültürde Şarkı-i Cedîd ve Fasl-ı Cedîd’le, alt kültürde ise kantoyla sona devam etmiştir. Bunların yansıması, Osmanlı’yla sınırlı kalmamış Türkiye Cumhuriyeti’nde de devam etmiştir.

Genç Cumhuriyetimizin, toplumsal gelişim sürecinde tiyatro, opera, bale ve çok sesli müziğe olan gayretinin temel alındığı, toplumun beğenisini kazandırarak ve kültürel gelişimine katkıda bulunmak şartı ile eğitim görevi yapmak üzere, devletin hem idari hem de mali desteğini alan yeni kurumların oluşturulması için yeni yasalar çıkarılmıştır. Yaklaşık olarak, yüz yılı aşkın olan Saray Orkestra ve Bandosu, “Mızıka-î Hümayun”, 1924 yılında Ankara’ya taşınarak Cumhurbaşkanlığı Senfoni Orkestrası’na (Riyaset-i Cumhur Musiki Heyeti) çevrilmiştir. Akademik hayatta ise 1924 yılında Ankara’da Musiki Muallim Mektebi’nin kuruluşu ve Cumhuriyetimizin Türk Beşleri’nin eğitimleri için yurt dışına gönderilmeleri çok sesli müzik alanında olan önemli gelişmelerdendir. Cumhuriyet’in Türk Beşleri olarak bilinen Hasan Ferit Alnar, Ulvi Cemal Erkin, Cemal Reşit Rey, Necil Kazım Akses ve Ahmet Adnan Saygun, çok sesli müziğin gelişimine büyük katkılar sağlamışlardır. İlk Türk operaları olan Özsoy Operası (Saygun, 1934), Taş Bebek (Saygun, 1934) ve Bay Önder (Akses, 1934) Gazi Mustafa Kemal Atatürk’ün isteği üzerine bestelenip sahneye konulmuştur. Hatta Özsoy Operası’nın konusunu bizzat Atatürk’ün kendisi vermiş, bu üç perdelik opera ile Türk ve İran mitolojilerini birleştirerek, iki millet arasında kardeşlik, dostluk, birlik ve beraberlik köprüsünü kurmak istemiştir. Özsoy Operası, İran Şah’ı Pehlevi’nin Ankara’ya gelişiyle 19 Haziran 1934 yılında Ankara Halkevi’nde Mustafa Kemal ve Şah’ın huzurunda sergilenmiştir. İlerici ve devrimci kişiliği, iyi bir devlet adamlığı ve komutanlığının yanı sıra bir kültür sanat adamı ve iyi bir sanatsever olan Atatürk, yeni sanatçılar yetişmesi için yeni atılımlarda bulunup, Halkevleri açarak sanatı tüm yurda yaymayı amaçlamış, sanatı, halk kültürüne harmanlamak için büyük çabalar sarf etmiştir.

1700’lü yıllarda Osmanlı ile başlayan kültür akımı çerçevesinde Cumhuriyetimizin doğumundan itibaren çok sesli müziğimiz ve operamız, devrimler, ilerici çabalar ve büyük emeklerle günümüze dek uzanmaktadır. Bu nedenle var olan sanatımız, sanatçılarımız ve sanat kurumlarımız en büyük değerlerimiz olarak karşımızda durmaktadır. Ancak bugün, Osmanlı mirasımızı ve Cumhuriyet tarihimizi göz önünde bulundurup bu değerlerimize bakıldığında ne denli gerilemiş olduğumuzu görmek acı vericidir. Sanatımızı Türkiye’nin her tarafında yapılandırmak gerekirken, var olanı söndürerek sanatsız bir Türkiye yaratmak düşünülemez. Bugün, Türkiye Sanat Kurumu ile Sanatın Desteklenmesi Hakkında Kanun Tasarısı taslağı ülkemiz kültür sanat kurumlarının geleceği için tehlike oluşturmaktadır. Her ne kadar Avrupa’daki sanat yapılanması örnek alınarak oluşturulduğu belirtilmiş olsa da yapı, özerk değildir. Tasarıyla devletin mevcut sanat kurumları ortadan kaldırılacak ve sanatçı istihdam edilmeyecektir. Süreklilik gerektiren opera veya bale kan kaybedecek ve konservatuvarlara giden öğrencilerin azalması sonucunda bunlar, giderek yok olacaktır. Bununla birlikte devlet kuruluşlarının ulaştığı Anadolu şehirleri sanattan mahrum kalacaktır. Tasarının getirdiği olumsuzluklar bu kadarla da sınırlı kalmamaktadır. Sanatçının korunması, sanat için sağlanacak fonlar ve sanatın desteklenmesi de tehlikeye girecektir.

Kültür, bir toplumda geçerli olan ve devam eden, her türlü duygu, düşünce, dil ve yaşayış unsurlarının tümüdür. Sanat ise bir duygunun, bir düşüncenin, bir güzelliğin anlatımında kullanılan yöntemlerin tümüdür. Bir toplumun geçmişinin, özlemlerinin ve hatta yönelişlerinin o toplumun sanatına yansıdığı bilinmektedir. Sanatçıları, içinde yaşadıkları toplumlar etkiler ve sanatçılar da eserleriyle toplumu etkilerler. Bu nedenledir ki bir toplumun nefes alabilmesi için sanatın ve sanatçının varlığı gereklidir. Sanat kurumlarına ve sanata ‘para kaybetmemek’ adına sırt çeviren bir toplumun yöneticileri, bütün toplumu intihara sürüklemiş olurlar.

KAYNAKÇA

  • Yener, Faruk. (t.y.). Türkler ve Opera Sanatı. İstanbul: Türkiye Turing ve Otomobil Kurumu.
  • Yalçınkaya, M. Alaaddin. (1996). Osmanlı Zihniyetindeki Değişimin Göstergesi Olarak Sefaretnamelerin Kaynak Defteri. OTAM (Ankara Üniversitesi Osmanlı Tarihi Araştırma ve Uygulama Merkezi Dergisi), (7), s. 313-338. http://dergiler.ankara.edu.tr/dergiler/19/912/11379.pdf, (E.T: 01.04.2015).
  • Rado, Şevket (2008) Paris’te bir Osmanlı Sefiri Yirmisekiz Mehmet Çelebi’nin Fransa Seyahatnâmesi, İstanbul: Türkiye İş Bankası Kültür Yayınları
  • Sevengil, R. Ahmet. (1959). Opera San’atı İle İlk Temaslarımız. İstanbul : Maarif Basımevi.
  • Kösemihal, M. Ragıp (1939). Türkiye-Avrupa Musiki Münasebetleri. Cilt I., İstanbul: Nümune Matbaası.

 *https://issuu.com/azizm/docs/azizmsanatedergi89

Bunu paylaş: