Aydınlanmacı Bir Sinema Mümkün mü? – Onur Keşaplı

Aydınlanmacı Bir Sinema Mümkün mü?*

Postmodernizmin getirdiği parıltılı gericilik ve akıl tutulmasından doğan tehlikenin farkına varanların sayısı giderek artıyor. Tarihsel ilerlemeyi tersine çeviren, akılcılığı körelten ve insanlık idealini karalayan bu fırtınanın çok uzak olmayan bir gelecekte dineceğini öngörebiliriz ancak geride bıraktığı enkazı nasıl kaldıracağımıza dair yol haritasına ihtiyacımız olduğu kesin.

Bu noktada modernizmin öz çocuğu olan sinemaya, diğer tüm sanat dallarından daha çok iş düşüyor. Günümüzde bireysel film seyirliği artış gösteriyor olsa da sinema halen sanat dalları arasında en kitlesel, istenildiğinde toplumsal hatta evrensel olabilen yegâne disiplin. Sovyet sinemacılarla erken modernizmi, kıta Avrupa’sının yaratıcılarıyla geç modernizmi yaşayan sinema, tam da yukarıda saydığımız özelliklerinden ötürü örtülü ya da açık gericiliğin bir numaralı kitle-yanıltıcı silahı olmuştur. Konunun üzücü kısmı ise bu manevraya karşı tutum alması beklenen nice ilerici, solcu, devrimci sanatçının söz konusu yapıya karşı direnç gösteremeyen, uyuşturucu işlevini körükleyen işlere imza atmalarıdır. Özellikle ülkemizde sol adına sinema yapma iddiasındaki sanatçıların büyük bir bölümü, ortaya koydukları yapıtlarıyla melodram soslu yenilgi pompalamaktan başka bir şey yapmıyor.

Haziran Direnişi ile politik yönü sanatsal değerinin önüne geçen Barış Atay’ın, büyük beklenti yaratan ilk yönetmenlik denemesi Eksik’in tümüyle bu yönde bir film oluşu, sorunun öncelik sırasını güncelledi. Bir sanatçı elbette dilediği duygu durumuyla eser üretme özerkliğine sahip olmalıdır ancak o sanatçı toplumcu bir işlev taşıma iddiasındaysa ve konu olarak tümüyle politik bir arka plan seçtiyse özerkliğinin yanında ek görevler de edinmiş oluyor. Bunu başarabilecek bir sinema günümüzde mümkün mü? Sinemanın büyüsünü, modernizmin öyküsünü yitirdiği bir dönemde biçim ve/veya içerik olarak yaratıcı, sarsıcı çıkışlar mümkün mü?

Sanat akımlarında biçimsel modernizmin öncüsü olan plastik sanatlardaki gözle görülür tıkanmayı düşünürsek biçimsel bir çıkış görece zor ve belki umutsuz bir beklenti olabilir. Ancak film üretiminin ve dağıtımının maddi amaçtan bağımsız olarak kolaylaştığı bir dönemde, içeriksel olarak sarsıcı, ilerici, modern olamamanın bir izahı olamaz. Postmodernizm ve uzatmalı flörtü premodern gericiliğin en çok saldırdığı modern başlık olan Aydınlanma, sinemadaki direnişin de temel güdülenmesi olabilir. Aydınlanmacı, akılcı, evrensel öyküler ve buradan doğmuş/doğacak çatışmalardan çıkan ilerleme, sinemada es geçilmemeli. Bu sayfalarda defalarca değindiğimiz Üçüncü Sinema biçimi, bu yönde bir yöntem olarak öne çıkıyor fakat bu yönteme önerdiğimiz hedef kitle odaklanması Aydınlanmacı bir sinema için de belirleyici olabilir. Farklı yaş aralıklarına, sınıfsal kesimlere, mesleki gruplara hatta postmodernizmin silahıyla konuşmak gerekirse farklı etnisitelere, kültürlere yönelik iletiler içeren filmler yapılmalıdır. Bu filmlerin didaktik olmak gibi bir gereksinimleri de yoktur. Nasıl ki gericilik modernizmin öz çocuğu sinema aracılıyla ilericiliğe hücum ettiyse, pekâlâ ilericilik de uyuşturulmuş kitlelere ulaşmada öncelikle onların anlatım biçimini kullanabilir. Yeni bir izleyici yaratmak için öncelikle verili yapıyı çökertmek gerekiyorsa bu saldırıyı dışarıdan yapacağımız ölçüde içeriden de yapmalıyız.

Ana akım sinemanı tarihsel filmlerinin ve bilim kurgu türündeki yapıtlarının küresel ölçekte ciddi bir izleyici erişimi olduğu ortada. Tarihsel filmlerin çoğunlukla eskiyi güzellediği, moderniteyi olumsuzladığı ve bu noktada dinsel referanslara başvurduğu biliniyor. Bu filmlerin güçlü görsellerle izleyici avucunun için aldığı ortada. Ancak buna karşı duran filmler de mevcut. Yakın dönemde Wolfgang Peterson’un yönettiği Troya, beklentileri karşılayamayan, özensiz bir film ancak destandaki tanrıları sıfırlaması, tanrısal gücü silmesi ve en önemlisi Troya krallığının tahta at hilesiyle yıkıma uğramasını batıl inançlara bağlamasıyla laiklik dozu olan bir film. Ridley Scott’ın Cennetin Krallığı ve son olarak Exodus filmlerinde doğrudan din ile ilintili konulara getirdiği dünyevi ve eleştirel bakış açısı, yönetmenin üç semavi dinden de ciddi tepki almasının yanı sıra tanrısal edimlerin ve inançların sorgulanmasına ön ayak olmasıyla da dikkat çekiyor.

Yakın dönemde Aydınlanmacı yaklaşımla öne çıkan ana akım tarihsel filmlerden belki de en radikali olan Alejandro Amenebar’ın yönettiği Agora’daysa, gök bilimci Hypatia’nın gerçek hikâyesi aracılığıyla köktendinciliğin yarattığı yıkım ve ilerlemedeki meydana getirdiği durağanlık, klasik anlatının hünerleriyle büyük bir başarıya ve izleyici nezdinde öfkeye dönüşüyor. Andığımız filmlerdeki yönetmenlerin belki de değindiğimiz tartışmalarla ilgili bir dertleri yoktu ancak merkeze aldıkları konu ve hedef kitleleri düşünüldüğünde bunu ele alma biçimleri, sol sinema adıyla beliren ancak bireysel tatminden öteye gidemeyen sanatçılar düşünüldüğünde çok daha önemli duruyor.

Bilim kurguda ise teknolojik gelişmelerden doğan muhafazakâr tedirginlikten beslenen teknofobinin öne çıktığı görülüyor. Jules Verne’in bilim kurgusal edebi eserlerinde yeniliklerin ve olası getirilerinin olumlandığı hatırlandığında sinemanın uzunca bir süredir bunun tam tersi bir yaklaşıma eğilmesi şaşırtıcı ancak postmodern dalga düşünüldüğünde olağandır. Yaşamı kolaylaştıran, bilinmeyenleri seyrekleştirerek ufuk açan, hastalıkları alt eden tüm bu gelişmelere en hafif tabirle şüpheci yaklaşılması ve insan doğasına makineler karşısında kutsiyet yüklenmesine karşı içerik üretme zorunluluğu ortada.

Terminatör serisi ile zirve yapan ve örneklerini çoğaltabileceğimiz bu yaklaşıma karşı son dönemde hiç umulmadık bir yönetmenden, Christopher Nolan’dan bir yapıt izlemiş olmamız ilginç. Oldukça tartışma yaratan ve izleyiciyi beğeni-nefret arasında bölen Yıldızlararasında, birçok bilimcinin de onayladığı üzere bilimsel açıdan doğrular üzerinden hareketle kurmacasını inşa eden, sinemanın halen büyüsünü koruyabildiğini kanıtlayan nadir örneklerden biri. Nolan gibi ekonomi politiği açısından tutucu bir yönetmenin Aydınlanma, bilimsel düşünce açısından durduğu nokta değerli. Bu durumun bir benzerini, muhafazakârlığını gizlemeyen Kubrick’in bilim kurgu başyapıtı 2001: Uzay Macerası’nda evrim ve yaratılışı bir arada işlemesinde görmüştük fakat o dönem modernizm halen nüfuzluydu şimdiyse durum farklı ve sinemacıları ve izleyicileri bu yönde bir dönüşüme zorlamak için üretmeli veya tartışma yaratmalıyız.

Bilim kurgudaki direnç odakları düşünüldüğünde fantastik türde durumun çok daha vahim olduğu ortada. Fantastik düzlemlerde teknofobinin sanayi devrimi düşmanlığına vardığı görülüyor ve buradaki gerici tutuma karşı tavır almak daha da önem kazanıyor. En bilinen ve sevilen örnek olarak Yüzüklerin Efendisi’nin güçlü tutuculuğu teşhir edilmeli* ve hem bu türde hem de bilim kurguda Ursula K. Leguin ve birçok yaratıcının ters yönde yapıtlarının olduğu göz önüne alınmalıdır.

Postmodern dalgaya rağmen Hollywood’un son dönem klasik anlatısında bile laik, akılcı ve Aydınlanmacı nüansların varlığı, geçmişte ve günümüzde klasik anlatı veya ABD dışında üretilen sinemada bu gibi örneklerin çokluğunu ve sahiplenilmesi gerektiğini hatırlatır nitelikte. Bu da Aydınlanmacı bir sinemanın mümkün olduğunu gösteriyor. İlerici bir konumlanışa sahip olduğunu iddia eden ve bu yöne eğilimli kitlelerin desteğiyle meşruiyet kazanan sanatçıların bu doğrultudan sapmamalarını sağlamak hem bu yönde eserler ortaya koymaktan hem de eleştiri mekanizmasını bu şekilde uygulamaktan geçiyor. Ancak bu yolla izleyicideki dönüşümü başarabilir ve bu dönüşümden doğan beklentiyle bir bütün olarak yedinci sanattın modern özüne uygun ürünler ortaya koyulması sağlanabilir.

* Yüzüklerin Efendisi üçlemesine bu doğrultuda bir eleştirel okuma getirdiğimiz Sinemadan Programının 19. ve 20. bölümleri Youtube kanalımızda yayında;

https://www.youtube.com/watch?v=ayHeG6-HDbc

*https://issuu.com/azizm/docs/azizmsanatedergi89

Bunu paylaş: