Anneden Sonra Babadan Önce – Ayşıl Susuzlu

Anneden Sonra Babadan Önce*

Kol ağızları pamuklanmış çok eski arkadaşım kaşmir kazakla Karakol Sokak’tan aşağıya doğru iniyorum. Kimi kişinin inanmadığı kahverengi-siyah uyumunu büyük bir ihtişamla üzerimde taşıdığıma dair inancım da sağ göz bebeğimin yakınında duruyor. Bu inanç herhangi bir yabancıya sergileyeceğim mahcup bir gülümsemeyle özgür kalmayı bekliyor. Acelem yok. Birkaç aydır ‘yabancı nezaketine’ fazlaca inanır olmuş vaziyetteyim. Beni kolayca onaylayıp, mutlu edecek kişi birkaç dakikaya kaldırımın üzerinde belirir nasıl olsa. Benim asıl mücadelem kabuğumun içindeki çekirdek. Son zamanlarda en yakınımdakilerle kurduğum duygusallıkta midemi yakan bir acı var. Kendimi galiba engellenmiş hissediyorum ve biraz da şükranın cömertliğinden men edilmiş. Acaba bu yüzden mi şu istediğim romanı okumaya halim yok? Bu yüzden mi yabancıya takınacağım tutarlı bir tavrım yok? Bilmiyorum, sadece ilk gördüğüm bakkaldan jelatini tozlanmış bir sakızla rahatlamak istiyorum. Ulaşabildiğim ilk raf-ömrü-çoktan-dolmuş sakızın hatırımdakinden daha pahalı olmasına elimde olmadan içerliyorum. Ayrıca içinden araba resmi çıkan o eski sakızları da bulamaz oldum. Etrafta gördüğüm bazı fantastisch arabalara vermek istediğim çocuksu tepkinin referansı elimden alınmış gibi hissediyorum. Biraz sinirleniyorum sanki. Sinirli olmak o kadar da kötü değil herhalde. Daha kötü olan şımarık bir kız gibi ısrarcı bir teselli arayışında olmam olabilir.

Schubert‘in Serenade‘i tadındaki masalsılık hayatımı terk edeli birkaç yıl oldu. Masalsılıkla ayrılık yıl dönümümüzü hala aklımda tutuyorum. Bir daha da ne zaman bir araya gelebiliriz bilmiyorum. Hâlbuki bu cihanda Schubert’i hiç tanımamış yoldaşlarım var benim. Hatta onlardan birini koklamak üzereyim. O kişi karşı kaldırımdan ani bir kararla benim tarafıma geçmeye koyuluyor. Kararını uygularken de trafiğe hiç göz atmıyor. Ben ve sürücüler o kişi yerine tetikteyiz nasıl olsa. Yanımdan geçen insanları koklamak, alışkanlığa dönüşmek ve dönüşmemek arasında sıkışmış yeni bir oluşum. Beni en derinimde, gördüğüm her kumaşa dokunmaya zorlayan o his kadar sarmıyor. Koklamayı dokunmak üzerinden en doğru biçimde okuduğuma ikna olup, yukarıdaki olumsuzlukların hepsini inkâr edebilirim ama öyle yapmıyorum. Öyle yapmıyorum çünkü ben sandığımdan bile daha cesurum. Tanımlayamadığım cesaretimi bir gün hayatıma girecek olan o adamdan daha çok sevebilirim diye öylesine korkuyorum ki. Bazen yapayalnız yaşlansam ne kadar eksik ölürüm diye düşünüyorum. Akıllı bazı sözcüklerle aşktan korktuğum kadar onu arzuladığımı kendime tekrar hatırlatmış oluyorum. ‘Aşk’ın, yazılı tarihin abarttığı kadar yüce olmadığını fark edersem, geriye iştahla isteyeceğim pek de bir şey kalmayacak. İşte bu yüzden aşk ölüm gibi geliyor; ilahi yatağında huzur ve dehşet koyun koyuna servis ediliyor.

Az önce yanımdan geçen adamın nasıl koktuğunu, bildiğim başka bir kokuyla eşleştirmek için uzunca bir zaman harcıyorum. Koku hafızasının güvenilirliğine oranla ne kadar da kısır bir sözcük dağarcığı var. Adamın anorak montunun uzun süre (1 yıl kadar) bir tamirhanede, özellikle de iri bir alet kutusunun üzerinde unutulduğunu düşünüyorum. Bu kutu gün içerisinde sıkça kullanılıyor. Ancak her seferinde anorak mont bir miktar tedirginlikle yere konulup, kullanılan aletler iade edilirken tekrar kutunun üstüne yerleştiriliyor. Böylelikle hem yerin hem de alet kutusunun rahiyasına ulaşıyor, hem de yer yer başka tenlerin aromasına sahip oluyor. Montun genel durumu ayak kokusu kadar hayati değil, yalnızca karakteri yok. İşte tam da o anorak montlu adama gülümsermiş gibi yaparken, gizlice çiğnediğim yaşlı sakızın bir kısmının ön dişlerimin arasına yapışmış olduğunu fark ediyorum. Çekingen gülümsemem uçuk pembeye boyanıyor ve bu paldır küldür moralimi zedeliyor. Yabancı nezaketi hakkında biriktirdiğim tüm olumlu hisler de dağılıyor. Adamın kokusuna lüzumsuz bir tahammül gösterdiğim için üstüne üstlük sinirleniyorum. Neyse ki kaldırımı delip, neredeyse arsızca boy verirken hışırtısını duyabileceğim ayrıksı otu fark ediyorum. Gülümsüyorum. Kendime acımayı en iyi ben bilirim ama bugün günü değil, deyip hayvan pislikleriyle sıvanmış kaldırımda sekerek yürümeye devam ediyorum.

Sekerken içimden aniden koşmak geliyor. Otobüsü kaçırmak üzereymişçesine telaşla koşmaya başlıyorum. Dev göğüslü bir kadın olmamanın, her an arzu nesnesine evrilme ihtimaliyle yaşamamanın basitliğiyle koşuyorum. Suratıma hatırlayamadığım bir esprinin mutluluğu yayılıyor. Camları kırılmış, bahçesi nice yasaklara ev sahipliği yapmış ikiz evlerin yanından geçiyorum. Her seferinde olduğu gibi onlara bakıp kaşlarımı umutsuzlukla bu sefer çatmıyorum. Ancak bir sonraki sefer evlere bakıp tekrar hüzünleneceğimi biliyorum. İlerleyen saatlerde elimdeki poşet uğruna kuracağım cümleleri düşünmemeye çalışarak, günün amacını ‘her şeye ve kendime rağmen mutlu olmak’ fikriyle baştan yaratıyorum. Yaratım sürecinin yüzeyselliği ve kişisel gelişim tadındaki düsturu karşısında yüzüm buruşuyor. Günün akışının içine rastgele kelimeler dizmesem koca bir 24 saatin nasıl geçebileceğini düşünüyorum. Bu düşünceyi anca bir trajedinin içine yerleştirebiliyorum. Olmayan dayımı öldürüp, tüm gün yasını tutarken konuşamadığım hallerimi hayal ediyorum. Yetmiyor. Dayı özlemi duyduğum tek bir günü bile hatırlamadığım için, hayalimi dönerci büfesinin dibindeki yamuk elektrik direğine sürüyor ve ondan kurtuluyorum.

Kurgumu öylece gerimde bırakabilmeyi kocaman bir sessizlikle ödüllendiriyorum. Sokağın sonuna kadar yalnızca yürüyorum ve bir de nefes alıyorum, iyi geliyor. Ana caddeye geldiğimde, trafik ışığının değişmesini beklemeyi konvoy halinde dizilmiş arabalar şahitliğinde yapıyorum. Sessizliğim korno sesleriyle, bir Cro-Magnan’ın yakınıma balgam püskürtmesiyle, annesine vuran minik oğlanın hışmıyla, köşedeki çiçekçi kadının kederiyle delik deşik ediliyor. Elimdeki poşete daha sıkıca sarılıyor ve mağazada yapacağım ürün değişimi konulu konuşmamım provasını yapıyorum. Provayı dudaklarımı oynatarak yaptığımı anladığım an adımlarım yavaşlıyor, adem elmam gırtlağımı yarıyor ve alnım kırışıyor. Herkesin günlerdir yıkanmamış halde beni izlediğine inanıp, irkiliyorum. Etrafımdaki gerçekliğin bakımsızlığına mecbur bırakılmayı reddedebiliyormuşçasına gördüğüm ilk taksiye biniyorum. Taksiciyle aramda muhtemelen 3 yaş olmasına rağmen ona ‘abi’ diye hitap ediyorum ve bir nebze rahatlıyorum. İnsanlara neredeyse katlanamıyorum ama hala bağlılık hissediyorum.

Mağazada ürün değişimi performansımdan, umduğumdan daha kolay sonuç alınca, şımarıp eskiden benden hoşlandığını bildiğim birisini arıyorum. Müsait olduğunu ve benimle her zaman kahve içmek isteyeceğini söylüyor. Bu kadar hazır oluşu iyi hissettirmiyor. 1 saat sonra onun önerdiği yerde buluşmak için randevulaşıyoruz. Telefonu kapar kapamaz pişman oluyorum. Eve geri dönmek zor geliyor, bahane bulup planı iptal etmek daha da zor. Tahminimce 300-400 metre ileride olan sanat galerisine doğru yürümekten vazgeçiyorum. Denemediğim bir kafede muhtemelen çirkin olan bir kahve içmek istemiyorum. Hiçbir tanıdık da görmek istemiyorum ve yabancılar da hiç çekici gelmiyor. Mağazanın önündeki ilk basamakta asılı kaldıkça endişelerim artıyor. Endişelerimin lüzumsuzluğunu kavradıkça hayat tarafından kandırıldığımı hissediyorum. Artık kandırılmak istemiyorum.

Başıboşlar gibi ortalıkta geziniyorum. Vitrinde beğendiklerimi mağazanın içinde teftiş etmek istemediğim bir amaçsızlıkla yürüyorum. Yürümeye olan düşkünlüğüm irsi herhalde, diye düşünüyorum. Yürüyüşe harcadığım mesaiyi dine harcasam sofu olurdum, deyip kendime gülmeyi beceremiyorum. Saatime baktığımda randevuma geç kaldığımı fark ediyorum. Adımlarım gülünç boyutlarda hızlanıyor. Aceleci tavrım sonucu Erdem’e karşı tuhaf gözükeceğimi bile bile insanlarla çarpışarak yoluma devam ediyorum. Görüşmeyeli spor yapmış, sanıyorum parfümünü değiştirmiş ve bıyık bırakmış bir Erdem ile karşılaşınca makyajımı tazelemiş olmamanın siniri sağ çene kemiğime yerleşiyor. Ardından tombul bir dil sürçmesi yaşıyorum. Kıyıda köşede kalmış izlenimi veren kafede çalan çellonun masamıza boşalttığı romantizm de mantığımı sağır ediyor. Bu nasıl bir buluşma böyle? Nasıl olur da önceden bulunduğum tahminler bu kadar yanlış çıkabilir? Makyajımı tazelemek için tuvalete gitsem biraz sakinleşir miyim? O zaman da makyajımı yenilediğim çok belli olacak. Yaşasın, sağ ayağıma kramp girdi! Canım acıyor, içim gıdıklanıyor ve ellerimi Erdem’in ellerine değdirmek istiyorum.

”Size de sorayım benim oyuncaklarım şans getiriyor”. Gerçek bir soru sormayan kadın tam zamanında masamızı kuşatıyor. Şu şans getiren Çin malı oyuncaklarından birini almak istiyorum ancak oyuncakları doğru düzgün incelemiyorum bile. Tek başıma olsaydım belki de alırdım. Katıla katıla üzülmek için alırdım. Ürkerek yaşadığım heyecanımın ortasına hayatın absürtlüğü işte tam da böyle konuşlanmış oluyor. Kadının hüzünlü varlığı beni kurtardı diye sevinirken yüreğimi baltaladığının da bilincine eriyorum. Erdem’le aramıza açıklanamayan bir eksiklik sızıyor. Eksikliği gidermek için bana uzun uzun projelerinden bahsediyor. Ben ise susmak istiyorum ve sadece ona bakmak. Ne yazık ki sıkılmaya başlıyorum. İnsanların kendilerini işleri üzerinden açıklamalarından, kazandıkları parayı tahmin etmem konusunda bencilce bana rehberlik etmelerinden nefret ediyorum. Arkadaki piyano sesi bile kalbimi Erdem’e karşı yumuşatmıyor. Verdiğim yanıtlar sadeleşmeye başlıyor. Tasarrufum Erdem’i iyice müsrifleştiriyor. Aklına gelen her cümleyi kuruyor ve masanın ortasına fırlatıyor. Sanırım yüzüm asılıyor, kahvem de buz gibi oluyor. Erdem etrafından ödünç aldığı kelimelerden kendini tarife devam ediyor. Onu dinlemeyi bırakıyorum. Ben herhalde başkalarının yaşanmamışlıklarının kiracısıyım, diyorum ansızın. Erdem beni anlamıyor. Ben ise gülümsüyorum ve hesabı istiyorum. Yaklaşık 40 dakikalık kahve seansı sonrası, zorunda kalmadıkça Erdem’le bir daha görüşmeyeceğimizi bilerek sarılıyoruz birbirimize. Uzunca yutkunuyoruz karşılıklı ve sol ellerimiz ceplerimize saklanıyor.

Poşetimle el ele eve dönerken, insanların birbirlerinin gücünü nasıl böylesine gözlerinde büyütüp, evlenip çocuk sahibi olabildiklerini düşünüyorum. Gerçek nerede bitiyor? Anneden sonra babadan önce gelebilen tanımsızlık aşk mıdır? Kardeş midir? Hayal midir? Hayat çok şekilsiz bir yer gibi geliyor. Sanıyorum olağanüstü şeyleri bizzat yaratmamız gerekiyor yoksa kendiliğinden karşımıza çıkmıyor. Anneden sonra babadan önce seni bir gün yaratacağım ve ansızın bulmuşum gibi yapacağım, bunu ikimiz için gerçekten yapacağım.

* http://odamdannotlar.blogspot.com.tr/

*https://issuu.com/azizm/docs/azizmsanatedergi94

Bunu paylaş: