Şimdilik Hayır, Aya Çiçek Gönderemiyoruz – Ayşıl Susuzlu

Şimdilik Hayır, Aya Çiçek Gönderemiyoruz* 

Son zamanlarda oturduğu yerde vücudunun yaşlandığını hissetmeye başlamıştı. Göz kapakları umulmadık saatlerde ağırlaştığında onların aslında usulca sarkıyor olmalarından endişe ediyor, ara sıra gerilen cildinin ise kurnazca kırıştığına inanıyordu. Ömür, ertesi gün hatırlanamayan renksiz mucizeler, kahve karası endişeler ve ülser teşhisi derken sıradanlık ikramiyesinin avuntularıyla mı geçecekti? Kahve falındaki köpekler, ”bir daha kimse seni benim kadar sevmeyecek” diyen ergen kızlar ve herkese eşit mesafede duran bencil yaşlılar dışında geriye kalan her şey yalan mıydı? Rakılarımızı yudumladıkça çocukluk dostum Fazıl’la aramızdaki sessizlik büyüyordu. Sorularımızı bilerek yanıtsız olanlar arasından seçmenin zeka parıltısı da masadaki ahengimizden otlanıyordu. Kimi zaman Fazıl’a baktığımda yerimden kalkıp içimden ona sarılmak geliyordu. Ten kokusunu duyumsayabildiğim ölçüde bu şefkatli refleksimden vazgeçiyordum. Fazıl’ın hayalkırıklıkları cildine sinmişti, teni dokunuşlara küskündü. Onu  korkutmak istemiyordum. Aklımdan geçirdiklerimi ondan gizlemek için gözlerimi kaçırıyordum. Ona dair yasak düşüncelerimi zihnimden kovmaya çalışırken, her seferinde beni yakalıyordu. Sanırım o zor zamanlarımda hareketlerime kontrol edemediğim bir ivedilik katılıyor. Mimiklerim büyüyor. Bunlar yetmiyormuşcasına bir de üzerine gülümsüyorum. Bir tarafım yakalanmaktan keyif alıyor olmalı yoksa o anlarda sağ yanağımda olmayan gamzenin iyice çukurlaştığını nasıl hissedebilirim… Daha utangaç görünmek için mi gamze diliyorum her seferinde? Pek emin değilim. Aşkın beni farkedemeyeceği kadar utangacım zaten.

20 yıldır yalancı hazlarla süslenmiş tuhaflıklarımla oturuyorum Fazıl’ın karşısında.

Son buluşmamıza giderken otobüste prova yaptım, ‘oturuş’ provası. Gözlerimi kaçırmayı engelleyemediğim bir vakit Fazıl’dan çok uzak, başka bir duyguya gidecektim. Kalın kaşlarından kucağında kepek biriktiren tramvaydaki adama, Sultanahmet’te dönercilik yapan mutsuz Türkmen’e, gömleğinin koltuk altı delinmiş genç komiye ve bir türlü gidemediğim Tanpınar Müzesi’nde gezen yaşlı ayakkabılarıma uğrayacaktım yavaş yavaş. Fikirlerimin kağıt üzerinde daha şık duracağını bile bile düşünmeye devam ettim. Sonuçta hiçbirini yapamadım. ”Yine ne oldu Menekşe?” ifadesini Fazıl’ın kısık gözlerinden okuduğum ilk an yerimden kalktım. Zirvede hissetmeye ihtiyacım vardı. Bol detaylarla döşenmiş o küçük insandan, o küçük kadından hızla uzaklaşmak istedim. Fazıl’a sımsıkı sarıldım. Cebimdeki buruşuk parayı haydari tabağının yanına gizleyip, meyhaneden  ayrıldım.

Kapıdan çıkınca vücudum kendini saldı, omuzlarım düştü. Sağ ayak bileğimdeki – daha önceden varlığını bilmediğim- bir damar genişleyip, büzüldü. Biraz gözlerim acıdı. Sanki üçüncü sınıf bir film sahnesiydi gerimde bıraktığım, duygularım okunaksızdı ve biraz da bencilce. İlerleyen dakikalarda Fazıl’dan ekonomik bir mesaj geleceğini biliyordum; ”Sıkıntı yok değil mi Menekşe?” tadında bir soru gibi. Sıkıntı yok Fazıl. Sadece yürümek istiyorum, şehrin kokusu saçıma iyice sinene kadar yürümek istiyorum. Fazıl’dan o gece bir mesaj geldi ve sanırım bir kez de aradı. Önceden cevabı tasarlanmış bir mesajı okumaya mecaalim kalmamıştı. Telefon görüşmesinde de hece hece hesaplamıştım neler söyleyeceğimi. Durum öyleyken telefonumu sessizleştirdim. Fazıl’ın beni aramış olduğunu sessizliğe rağmen palto cebimden hissedebiliyordum. O an nerede olduğunu bilsem 20 yaşındaki Rus asıllı canlı bombanın kararlılığına katılacaktım. Ölmek istemiyordum ama ölümle aynı safda olmak istiyordum. Ezberimin dışına çıkmaya çalışırken bile İstiklal marşının tamamını hala ezberinde tutan bir vatandaştan hiçbir farkım yoktu.

Balat’taki meyhane oldukça gerimde kalmıştı. Fazıl’ın ağabey tavırlarıyla, beni ürkütmeden takip ettiğine dair beslediğim hisler de nihayet buharlaşmıştı. Şakaklarımdaki basınç da dinince ellerimin buz gibi olduğunu farkettim. Fazıl’a göre özgürdüm çünkü eller özgür olunca üşürmüş. Anlaşılan hiçbir katkı maddesi içermeyen, organik bir yanlızlıkla yürüyordum sonunda. Yanımdan geçenleri kategorize etmediğim, gördüklerimi gruplandırmadığım, ertesi gün yapmak istediklerimi listelemediğim bir yanlızlıktı, biraz İngilizce’ydi ve biraz da küstah. ”Şimdilik Hayır Aya Çiçek Gönderemiyoruz” diyebilen Muzaffer Çiçekçilik kıvamında bir ıssızlıktı işte.

Yaklaşık bir saat yürümüştüm ve Karaköy’deydim. Adımlarım biraz  çelimsizleşmişti. Burnumla dudağım arasındaki minik yerde boy veren sivilcem batıyordu. Ortalık nefes kokuyor ve kahveler hızla soğuyordu. Fazıl’a lüzumundan büyük bir Yeşilçam tepkisi vermiş olabilme ihtimalimle cebelleşmeye başlamıştım. Meyhanede kendim mi olmuştum yoksa ödünç aldığım bir rolü mü oynamıştım? Bilmiyordum. Telefonuma da bakmaya utanıyordum çünkü sorumun cevabını Fazıl’ın vermiş olma olasılığı vardı. Fikirlerimin üzerine doğru yutkunurken eski bir iş arkadaşımı farkettim. Nişanlısıyla yakında evlenecek oluşlarının ciddiyetini paylaşıyorlardı. Ayağa kalktı ve beni öptü. Nişanlısı dişlek kız ise ıslak ve küçük bir elle beni gördüğüne ne kadar memnun olmadığını ifade etti. İş arkadaşımın sağdaki köpek dişi kendisini görmeyeli sararmıştı. Uzun dakikalar İstanbul’un pahallılığından, olmayan çocuklarının isimlerinden, eğitimlerinden ve başlarına geleceklerden bahsettiler. Ben ise yanlızca iş arkadaşımın ayak parmaklarının arasına tutunmuş çorap parçalarını düşünüyordum. Bu esnada kız nişanlısının koluna dolanıyordu. İnsanı Şahmaran’dan bile soğutabilecek baltalanmış ketumluğu sıkıcı geliyordu. Aşksız bir evliliğe nasıl da gönülden inanmışlardı… Onlara dair hissettiklerim mideme saplandığında yanlarından ayrılabilmek için izinlerini istedim. Üşümeye ve belki de biraz ağlamaya ihtiyacım vardı.

Evime doğru yürürken sokaktaki herkesde biraz Fazıl’ı görüyordum. Adını koyamadığım -Fazıl düşkünlüğüm- bana kendimi Balzac romanlarının 30 yaşındaki ‘yaşlı, evde kalmış kadını’nı düşündürüyordu. Fazıl benim takıntım mıydı? Eski dostuma yine sarılmak istiyordum ama yanından gitmek için değil. Bu sefer ona beni bırakmaması için sarılmak istiyordum.

Evime gittim, asansörden indim ve onu gördüm.

Gözlerinin içi parlıyordu. Göğsü her zamankinden daha hızla inip kalkıyordu.  Elinde Javier Bardem’in bir filmini tutuyordu ve bir de Şili şarabı. O an yüreğime yayılan sıcaklıkta ikimizin de ölümü bilip ona inanmadığımızı hissettim. Sanki ikimiz de aynı insandık. Ve ben hayatımın geri kalan tüm hatalarını o adamla yapmak istiyordum. Gözlerimi ondan kaçırmak zorunda kalmadan, sık sık yalnızlığımı kutsamadan, birbirlerine aşık insanların öpücüklerini boynumda hissetmeden sadece onu istiyordum. En arkaik arzularımızın tenle buluştuğu o gün ne film izlendi ne de şarap içildi. Yanlızca top böcekleri yuvarlandı uyluğumda ve biraz da vulvamda. ”Şimdilik Hayır Aya Çiçek Gönderemiyoruz” dedim sabahın ilk ışığında ve güldük, dakikalarca sarılıp güldük. Birbirimizi bir daha bırakmak istememenin hafifliğiyle çocuklar gibi güldük.

http://odamdannotlar.blogspot.com.tr/

*https://issuu.com/azizm/docs/azizmsanatedergisubat2015

Bunu paylaş: