Pamukçuklar – Serhat Başeğmez

Pamukçuklar* 

Küçük kardeş, “Abi bak şimdi, defter kalem masanın üzerinde. İlk ben başlayacağım yazmaya. Ben paragrafı bitirince, arkasından sen devam edeceksin. İstersen girişi sen de yapabilirsin” deyip köşedeki berjer koltuğa oturdu. “Yok yok, anladım tamam sen başla.” diyen abi, kardeşinin koltuktan kalkmasıyla geçti, kendisi oturdu aynı koltuğa. Masanın başına geçen kardeş, kalemi ağzına sokup nasıl başlayacağını düşünmeye başladı. Abisine dönüp, “Eğer yazacak bir şey bulamazsan sıra geçer” dedi. Abi, “Peki ben yazamadım mesela, sana verdim kalemi, sen benim yerime mi yazacaksın yoksa kendi yerine mi? Yani benim  yerime yazıp bir de kendi yerine mi yazacaksın? Yani, kimin yerine yazdığın önemli değil, arka arkaya iki paragraf mı yazacaksın?” diye sordu. “Hayır abi. Herkes bir defa yazacak. Ben yazamazsam sen devam edeceksin, sonra tekrar bende olacak sıra. Aslında arka arkaya iki paragraf olacak ama o an bir paragraf yazılacak” diye cevapladı. “Ayrıca, bizim sokak lamları da buna şahit olacak, ancak; yazmaya başlamadan önce perdeyi kapatacağız ve bitirdikten sonra sokak lambaları hangi paragrafı hangimizin yazdığını bulacak” diye ekleyip, abisine beni işaret etti. Masa lambasını yaktı ve içeri sızmamı engellemek için perdeyi örttü.

“Hah! Açtılar perdeyi.”

“Ne oldu, ne yazmışlar? Okusana.” “Tamam başlıyorum.”

Ayakkabımın  bağcıklarını  sıkı  sıkı  bağlamıştım, ancak  birkaç  yüz  adımdan sonra çözülüp sağa sola saçıla saçıla, yine asfalta tıp tıp diye vuruyorlardı. Ve o gün anladım; bağcığının üstüne basıp da düşen hiçbir insan yoktu.

Altı çamurlu sarı botları, halının ortasında yan yatmış bir şekilde duruyorlardı. Kapının olduğu duvara bitişik yatağının yorganı yere sürtüyor, beyaz çarşafı darmadağın ve yastık kılıfının mavisi kirden puslu bir griye dönüşmüştü. Yatağın başında duran sehpanın üstünde, hangi zamandan kaldığı belli olmayan yeşil bir şişede yarım kalmış şarap ve içerisinde onlarca sigara izmariti gıçlı başlı yüzüyorlardı. 31 çektikten sonra gelişigüzel atılmış havlu peçetelerle doluydu yatağın kenarı. Halının üstüyse kirli boxerlar, eşleri olmayan çoraplar ve gazete parçalarıyla kaplıydı. İçerideki ağır koku; odanın uzun zamandır havalandırılmadığını bas bas bağırıyordu. Çiğ damlası mavisine boyalı duvarlar, tüm odaya inat tertemizdi. Sehpanın tek göz çekmecesi yarımdan biraz daha az açıktı. Odanın ortasında durmayı hak ediyor, ama yatağın kenarında komidin görevi görüyordu koyu kahve ahşap sehpa. Odanın sahibi gibi, odadaki tüm eşyalarda; iki kişilik deri koltuk, çalışma masası, berjer koltuk, bir çift hasırdan örme kitaplık, minderler, battaniyenin üstüne dürülüp konmuş giysiler, sadece masanın başına oturduğu sandalye hariç hepsi sırtlarını duvara yaslamışlardı. Bir şeylerden korkar bir halleri vardı. Yok yok eşyalar masumdurlar. Belli ki odanın sahibi yüklemişti onlara bu hissi.

Neden düşmezsin biliyor musun? Ben daha önce hiç bağcıklarıma basıp ta düşmedim. En sarhoş halimde bile. Hiç, çözüldüğünün farkına varıp “Şimdi üstüne basarsam düşerim” diye geri bağlamadım. Sadece gözüme kötü gözüktüğü için, dağınık, düzensiz gözüktüğü için bağlarım bağcıklarımı. Çünkü o pişkin sırıtışları batar gözüme. Bağcıklarım aynam gibidir benim. Ne zamanki kucağında kendinden değerli bir şey taşıyorsun, artık fermuarlı ayakkabılar giymelisin. Bağcıklıları atmadan, kenara kaldıraraktan.

Düşmezsin, çünkü üşengeçsindir. Hem de dikkatli bir üşengeç. Bağcıklara basmayayım diye iki bacağını ayıra ayıra yürürsün de yine de bağlamazsın. Ama artık öyle değilsin sen. Ya o bağcıklıları kenara kaldır at, ya da çözüldüğü zaman üşenme bağla. Madem bu kadar dikkatlisin, kurtulman gerekenin farkına var.

Kopçasının oraya simsiyah bir galata kulesi silueti çizilmiş, iki boğaz köprüsü de askısı olmuştu sutyenin. Dizlerini çenesine çekmiş, ellerini dizlerine kavuşturmuş, göğsüne doğru attığı saçlarından dolayı ortaya çıkmış apak ensesiyle oturuyordu. Kitaplığın üstünden yere sırtüstü düştü. Kaldırmadı. Tabloya şöyle bir baktı. Kafasını geri çekerken boş sigara paketleri ve dolu kül tablasına takıldı gözleri. Ufaktan masanın üzerini toparladı. Küllüğü sehpanın dibinde duran torbaya dökerken, diğer eliyle de botlarını düzeltti. Halıya değdirmeden kaldırdı ve yüzüne çevirdi tabanları. Yine de birkaç topak kurumuş çamur döküldü halıya. Kapının önüne koydu. Açık bıraktı kapıyı. Önce, yarım şarap kalmış şişeyi torbaya atmayı düşündü, hemen vazgeçti. Şişeyi aldığı gibi banyoya gitti. Başparmağını sigara izmaritlerine set yaptı ve şarabı lavaboya boşaltıp geri geldi. Oda da gözüne çöp gibi gözüken ne varsa şişeyle birlikte torbaya attı. Eşyalarını özensiz bir şekilde dürdü ve dürülülerin üstüne gelişigüzel koydu. Temizlerden ayırdığı kirliler halının üzerinde bir öbek oluşturmuştu. Öbeğin altından siyah cüzdanı gözüküyordu.

Bütün bunlara tembelliği sebep olmuştu. Tembelliğine borçlu olduğu çok şey  vardı. Odasını bu kadar dağıtması, kendisini daha dikkatli yapmış, kaybettiği(telefon, cüzdan, para, sigara vb.) eşyalarını artık, ya nereye koyması gerektiğini ya da nerede bulabileceğini(sehpanın çekmecesi mi, üzeri mi, koltuk minderlerinin arası mı, yere gelişigüzel attığı ceketinin cebi mi yoksa boxerın ya da çorapların altı mı? ) biliyordu. Bir nevi düzensizliği düzeni olmuştu. Tembelliğinin ve üşengeçliğinin getirdiği düzensizlik onu ayık tutuyordu. Arkadaşlarıyla içip geç yattığı bir gecenin sabahında(ki genelde böyle oluyordu.) işe gitmek için evden çıkarken aklına takılan “Evin anahtarlarını aldım mı?” sorusuna yanıt çok gecikmeden iki eliyle yokladığı ceplerinin dibinde birikmiş pamukçuklardan geliyordu: “Almadın.” Kitaplığın raflarında gezdirdiği gözleri, yatağın kenarında duran sehpanın üzerindeki şarap şişesinin dibine kayıyor ve bir yandan da aklında gecenin filmi oynamaya başlıyordu. Anahtar, eve girdikten sonra(şayet çıkmayacaksa) lazım olan bir şey olmadığı için; zihninde ilk eve giriş anını canlandırıyor ve sabahın domuzluğunu attığının belirtisi ilk tebessümü yüzünde belirirken; “Kesin yine kapıyı açtıktan sonra almadım, kapının üstünde bıraktım anahtarı” düşüncesi çoktan geçmiş, deliğe bile bakmadan kendi eliyle koymuş gibi anahtarı yerinden çıkartıp cebindeki pamukçukların yanına gönderiyordu. Telefon telaşesi ise daha yatmadan başlıyordu.

Ya cüzdan! Ya cüzdana ne demeli! İlk yokluğunu fark ettiğinde çok kafaya takmıyorsun. “Bir yerlerdedir” deyip odayı göz ucuyla şöyle bir kestikten sonra ne yapıyorsan onu yapmaya devam ediyorsun. Ertesi gün bir önceki gün evin dışında neredeysen oralara bakıyorsun. İşten dönünce evi didik didik ediyorsun ve bulamıyorsun. İşte o zaman “Kredi kartlarını iptal ettirsem mi acaba?” sorusuna, “Dur bakalım bi, iyice düşün cüzdanı en son nerede çıkarttın?” gibi düşünmeye yönelten, biraz da olsa iç rahatlatan bir cevap geliyor. En kötü bir hafta içinde hiç tanımadığın ya da tanıdığın birinin telefonuyla kayıp cüzdan ortaya çıkıveriyor. Daha da acısı; sipariş ettiğin pidenin parasını öderken, cüzdanı, kapının kenarında duran ayakkabılığa fırlatıverdiğini suyun kaldırma kuvvetini bulan Arşimet’in heyecanıyla hatırlayıveriyorsun. İptal ettirilen kredi kartları, gazeteye verilen; ‘Kimliğimi kaybettim hükümsüzdür’ ilanı ve onca stresle kalakalıyorsun. Bu yüzden beni strese sokup bütün düzenimi allak bullak eden şeyler düşünmemi engelliyor.

Evet, üşengeçliğimden kurtulmam gerekli; ama bunu ‘düşünülebilmek’ için değil, düzenimi allak bullak eden şeylerden kurtulmak için istiyorum; çünkü düşünebiliyorum.

“Bence hepsini abi yazmış.” “Bence de hepsini kardeş yazmış.”

*https://issuu.com/azizm/docs/azizmsanatedergiocak2015

Bunu paylaş: