Mavi Gergedan – Ayşıl Susuzlu

Mavi Gergedan*

Gözlerime bakar ama beni görmezdi. Konuşurken dudaklarımı izler ama beni duymazdı. Aradan dakikaların geçmesi ve benim hayretler içinde ona ”yine neyin var?” diye sormam gerekirdi. Böyle zamanlarda birkaç saniye dehşet içinde beni  izler, yutkunur ve ne söyleyeceğini bilmeden rastgele bir özveride bulunurdu. Ani özverilerinden ara sıra yaptığı püre kadar nefret ederdim. İkisi de olabildiğince özensiz olurdu- hani şu sadece yapmak için yaptığımız şeyler gibi. Her seferinde hoşnutsuzluğumu bir şekilde ortaya koymaya teşebbüs eder ama vazgeçmek  zorunda kalırdım. Benim memnuniyetsizliğim onun özverileri gibi kabul edilebilir, sığ ama iyi niyetli gösteriler olarak görülmezdi. Bunca yıl arzu etmeden, bana öylesine dokunduğunu, öylesine seviştiğini düşündükçe… Midem bulanıyor; öte yandan bir tarafım da ona zarar vermiş gibi hissediyor. Dışı mavi renk olan, kırık aynalı pudrasını görünce anladım her şeyi. Pudra etajerin üzerinde duruyordu.

Seni sevmiyorum! Anlıyor musun? Ansızın tutan bu iyilik nöbetlerinin tek sebebi çaresizce hissettiğin o yalnız kalma korkun. Sen,karşılık bile veremediğim bu hallerinle kendine ve diğer insanlara beslediğin nefreti maskelediğini sanıyorsun! Ama masken düştü sevgilim, duyuyor musun? Ben senin o maskeni düşürdüm. Artık gidebilirsin. Yanımda olmak için iyi olmana lüzum kalmadı.

Evi terk ettiğinin ertesi günü onun koltuğuna oturdum, mavi koltuk. O koltukta beni defalarca karşı konulmaz bir şekilde çağırıp sonrasındaysa ittiği hali/halimiz gözümün önünde canlandı. Bu görselin bedenimde bıraktığı his, tadı kaçırılmış bir gıdıklanma gibiydi. İlkel bir haz hızla çaresizliğe evriliyordu. Kalktım, balkona çıktım. Karanlıktı. Kötü günler için sakladığım adi bir sigara yaktım. Altımdaki bol şortun ağını  fütursuzca düzelttim. Saksıdaki sardunyanın yeni açmış çiçeğini kopardım. Parmaklarımın altında onu moleküllerine ayırdıktan sonra aşağıya fırlattım. Sardunya nasıl oluyordu da parmaklarımın arasındaki pis sigara kokusunu baskılıyabiliyordu? Sonrasında bağıra bağıra ağladım. Harcadığım sardunyaya ağladım. Sigarayı saksıdaki toprağın içinde söndürdüm. Bu kadar gitmesini istediğim birinin ardından bu tedirginliğimi anlamıyordum. Acaba onu ne kadar sevdiğimi anlamak için ondaki nefreti keşfetmek mi istemiştim? Kahrolası kadın, adam akıllı sinirlenmemiş, kapıyı dahi çarpmadan gitmişti mavi bavuluyla. Benden nefret bile edemeyen bir kadınla nasıl üç yılımı geçirebilmiştim…Banyoya gittim. Ansızın traş olmaya başladım.  Göğüs kıllarıma baktım ve sonra biraz boynumdaki sakalları inceledim. Sol kulağımın arkasında daha önceden hiç görmediğim bir doğum lekesini farkettim. Vücudum an itibariyle bana en tanıdık olan bir yabancıdan farksızdı. Hızla ergenliğime geri döndüğümü hissediyordum. İdealize ettiğim aptal bir acının içindeydim. Acı çektikçe kendime daha çok hürmet besleyebileceğime dair çılgınca düşüncelere tamamen teslim olmuştum. Lavaboya düşen her kıl parçam jileti daha hırçınca yüzüme dayamamı söylüyordu. Bana söyleneni yerine getirmeye karşı, vertigosu olan bir ahmağın roller coaster a binme tutkusundaki umutsuzluğu yaşıyordum.

VE birden vücudum yok oldu. Jileti dayasam neyi kesebilirdim? Yokluğu sayesinde daha bir güvenilir biçimde tekrardan ürettiğim vücuduma baktığımda onu görmüyor ama orada olduğunu biliyordum. Görünürde orada olmayan bedenimden geriye kocaman kırmızı bir sukunet kalmıştı. Biraz da onunla flört ettim. Sonra çırılçıplak halde yatağıma koştum ve biraz daha koştum; babamdan yadigar iki tel saçımı savurarak yine koştum. Gözlerimi canımı acıtacak kadar sıkıca kapayarak yatağıma atladım. O gece gördüğüm rüyaların hiçbirini hiçbir zaman hatırlamadım. Sabaha karşı göğsümün tam üzerinde tüm ağırlığıyla oturan eski sevgilim ve sol yanımdaysa iyice eskilerden kalma başka bir kadınla uyandım. Kuşatılmıştım, yine çıplaktım. Parmakları küt ve kısa olan bu ufak tefek kadına bakarken kaşlarımı çatıyordum. French manikürünü telaşlı bir zamansızlıkta kendi başına yapmış olması ve sütyenin omzundaki askı izi ilgimi çekiyordu. Bu kadını yanıma kim çağırmıştı? Beyaz dantelli sütyenindeki papatyaları beslesem karşılığında bana sardunyamı geri verir miydi? En iyisi sabah nefesiyle ağzını hiç açmadan, yerdeki mavi gömleğini giyip hemen gitmesiydi. Nitekim kadın gözlerini açar açmaz bir mucize oldu; hemen gitti.  Ardından yıllardır görüşmediği ve pek de alışamadığı ter kokusuyla sürgünde olan dört duvarımı oksijene boğdum. Odam buz gibi olmuştu ve her şey nedense uzun süreden beri ilk kez bu kadar erotikti ama yine de yetersizdi. Tatmin olmamak hoşuma gidiyordu; çünkü tatmin, olasılıkların sonu demekti.

Yatağımdan tekrar kalktım. Kapı arkasındaki mavi bornozumu aldım ve banyoya gittim. İstediğim her şeyi yapabiliyor olmama rağmen çocukluğumdaki gibi sıkılıyordum. Üstelik sıkıntımı yükleyebileceğim bir annem de yoktu. Annem uzaklarda bir yerdeydi. Kendinden haberlerin ona bile ulaşamayacağı bir mesafeydi bu. Beyaz bir oda, florasan ışığı, bakır bir tastı o uzaklık. O  uzaklık,  olmak istedikleriyle hiç kabul edemediği ‘kendisi’nin en büyük kavgasıydı. Onu hepimiz hep unutmak istedik, tıpkı rüyalarımız gibi. Ancak o endişe saçan varlığıyla her seferinde izinsizce sızdı hayatlarımıza. Bugünümüze ve geleceğimize her seferinde haciz koydu. Şu Peyami Safa ağızları nereden hasıl olmuştu şimdi, haciz koymalar filan? Ben aptal bir adamdım. Kadınların beni her seferinde kandırmasına izin veriyordum. Peyami Safa’ya  düşkünlüğümü  küçümseyen  aşağılık  yargıç  kendim  değil,  yine    annemdi.

Annem ne zamandan beri ben olmuştu? Şu hayatta istediğim şey apaçıktı. Tıpkı Winnicott’un kurduğu o muhteşem cümledeki kadar belirgin ve kolaydı:

Her insanın merkezinde incommunicado (iletişim kurulması imkansız) bir öğe vardır; bu öğe kutsal ve saklanmaya değer bir nitelik taşır.

Benim incommunicadom yıllar önce bardaki sarışına emanet ettiğim bakirliğimle budanmış ve sonra eczanedeki çırağın erkekliğinde dehşet içinde bırakılmış olabilir. Benim incommunicadom baştan çıkarıcı bir mavi gergedan, tüyler ürpertici bir arada sıkışmışlık da olabilir. Bendeki her neyse hepsi mavi gergedanın icadı. Hayatıma mavileri sokan o otobur, erken gelişmek zorunda kalmış olan zihnimin en büyük oyuncağıydı. Böyle konuşarak böbürlendiğimi sanmayın sakın. Zihnim sadece annesinin eksik mevcudiyetinde kendince bir yeterlilik fantazisi geliştirmiş bir zavallınınki kadar gelişmiş durumda. Mavi gergedana gelince… Annemin bana hayatı boyunca aldığı tek hediye: mavi, plastik bir gergedan -hani şu buram buram plastik kokan cinsten. Bugün insan bir Enis Batur olmadığı sürece, gergedanlık yanlızca ‘keşke fil olsaydım, keşke soyum hızla tükeniyor olmasaydı, keşke bıçkın bir etobur görüntüsünde naif bir otobur olmasaydım’ indirgemeciliğinde kahroluyor. Üstüne üstlük bir de maviyseniz, bu ucuzlatılmış yüzeyinizi anca onun ifadesiyle ve şekliyle oynayarak aşabileceğinize inanıyorsunuz. Ne olduğunuzu inkar etmektense onu en uçlara taşıma zahmetine giriyorsunuz. Sonra bir bakmışsınız ki yüzeyiniz bin parçaya ayrılmış ve fısıltılarınız kulakları tırmalayan çığlıklara evrilmiş. Son tahlilde ise yüzeye harcanan aşırı mesai sonucu kaybolmuş, tanıdığı yerden koparılmış ama esas hali muhafaza edilmiş gibi görünen erotik bir groteske dönüşmüşsünüz.

Bu orgazm diktatörlüğünün içinde mavi bir gergedanım ben- boynuzu yok pahasına koparılmış, şefkatli bir anneye asla sahip olamayacak bir gergedan. Hayatındaki tüm kadınlar tarafından terk edilmiş bir gergedan. Sizler birbirinizin yerine geçmenin hayranlığında aynılaşırken ben gidiyor olacağım. Gittiğimde yağmur yağıyor olacak  ve arkadan kısık bir ıslık duyacaksınız. Benim gittiğimi farketmeyeceksiniz dostlar.  Söz veriyorum farketmeyeceksiniz.

(Görseldeki yapıt: Nurdan Karasu Gökçe)

*https://issuu.com/azizm/docs/edergiekim2013

Bunu paylaş: