Spielberg’den Sisteme Yardım Eli: Lincoln – Onur Keşaplı

Spielberg’den Sisteme Yardım Eli: Lincoln*

Hollywood tarafından “sinemanın dahi çocuğu” nitelemesiyle kırk yılı aşkın süredir dünya ülkelerine sunulan, toplamda 51 filmde yönetmenlik yapmış Steven Spielberg, son filmi “Lincoln”ün tam on iki dalda Oscar’a aday gösterilmesiyle birlikte yeniden dikkatleri üzerine çekti. Bunda hiç kuşkusuz, Lincoln’ü canlandıran usta oyuncu Daniel Day Lewis‘in bu rolüyle tarihe geçerek üçüncü kez En İyi Erkek Oyuncu Oscar’ını almasının da payı  büyük.

Erken dönem filmlerinden 1971 yapımı “Düello”da, güpegündüz nedensizce bir kamyon tarafından takip ve tehdit edilen bir sürücünün hikayesinde gerilimi ustaca inşa etmesiyle bir anda parlayan Spielberg’in, üretkenliğinden de öte fazlasıyla yetenekli bir sanatçı olduğu şüphesiz ortada. Spielberg, “Yeni Hollywood” veya “Hollywood Rönesansı” adı altında birlikte anıldığı Scorsese, Coppola, De Palma ve Altman gibi yönetmenlerden farklı olarak sinemasında şiddet ve suç dünyasına eğilmekten çok, farklı türlerde teknolojinin son gelişmelerini de yakından takip ederek “aile sineması” tadında filmler çekti. Bu tutumuyla birlikte Spielberg’in, ABD siyasetinde yükselen eğilimin sinemada ihtiyaçlarını karşıladığını söyleyebiliriz. 1975 yapımı “Jaws”, 60’larla birlikte yükselen özgürlükçü eğilimin dengelenmek istendiği dönemde, kadın haklarının karşısında yer alan sinematografik bir anlatıya sahipti. 80’lerde Reagan öncülüğündeki yeni muhafazakarlığın aileye yüklediği kutsiyet, başta  “E.T.” olmak üzere Spielberg’in filmlerinde karşılığını buldu. 90’larla birlikte Clinton eşliğinde yükselen özgürlükçü eğilimi “Amistad” gibi filmlerinde görmek mümkün. Ancak hiç bir yapıtı “Lincoln” kadar zamanın ruhuna uygun  olmamıştı.

Film, ABD’nin eyaletleri  arasında üretim ilişkileri farklılığından  doğan Amerikan İç Savaşı’nda, sanayi ağırlıklı Kuzeyi, feodal Güney karşısında zafere taşıyarak ülkenin bütünlüğünü koruyan ve günümüzde Amerikan halkı  tarafından halen  en çok sevilen başkan olarak anılan Abraham Lincoln’ün, savaşın bitimine doğru siyahların köleliğine son verecek olan anayasa değişikliğini meclisten geçirme mücadelesine odaklanıyor. Daniel Day-Lewis’in üstün oyunculuğu, alt açı çekimleri ve derinlikli yazılmış diyaloglarla adeta devleşen Lincoln, müziğin de dramatik etkiyi körüklemesiyle beraber izleyiciyi her  aşamada  kendine  inandıran ve kitleleri peşinden sürükleyebilecek bir lider olarak resmediliyor. Sinemada anlatımı diyaloglar yerine imajlar eşliğinde veren Spielberg, bu filmde tercihini diyaloglardan ve sabit kadrajlardan yana kullanarak Lincoln’ün iç çatışmalarına eğiliyor. İzleyicinin başkanla özdeşleşmesini kuvvetlendiren bu yöntemin, Lincoln’ün iç dünyasını ne ölçüde  aydınlattığı  ise  tartışmalı. Lincoln’un melankolik birisi olduğu, depresyon geçirdiği hakkında hemen herkes hemfikir. Aile öyküsü, mektupları ve diğer tarihi kanıtlar üzerinden yola çıkan uzmanlar ise intihar eğilimli Lincoln’un yalnızca koşullar nedeniyle depresyon geçirmediği, klinik depresyon hastası olduğunu; Lincoln’u gerçek bir lider yapan empati, gerçekçilik gibi özelliklerinin de bu hastalığın olumlu etkisi olduğunu düşünüyor. İsminin verdiği  izlenime   rağmen   otobiyografik olmayan film, kendisine zarar vermekten korktuğu için bir dönem cep bıçağı bile taşımadığı bilinen Lincoln’ü bir sahnede kabine toplantısında bıçakla kalem açarken gösterirken, günümüzde liderliği ile depresyonu arasında bağ kurulan Lincoln’ü hastalıktan uzak göstermek adına eşinin ruhsal dengesizliğine açık vurgu yapmaktan ise çekinmiyor. Yönetmenin Lincoln’ü hasta bir insan olarak göstermekten kaçmasında elbette filmin “tarihsel” dayanak olarak aldığı kitabın ve yazarının payı büyük. Yazar Goodwin‘e göre Lincoln, depresif değil, yanlızca ölümünden sonra hatırlanmasını sağlayacak işler yapamadığını hissettiğinde sinirlenen ve bu bağlamda Yunan mitolojisinde ölümsüzlüğün peşinde koşan figürleri çağrıştıran bir lider. Bu yaklaşım Lincoln’ü gerçeklikten uzaklaştırarak romantikleştirmektedir.

Lincoln’e ideolojik açıdan yaklaştığımızdaysa, karşımızda Tommy Lee Jones tarafından canlandırılan, dönemin Cumhuriyetçi Parti’sinin radikal kanadının önderi Stevens’ı buluyoruz. Mülkiyet sorununa değinen ve insanların sadece yasal olarak değil varoluşsal olarak eşit olduğunu savunan, filmde görece sol olarak resmedilen Stevens ve “aşırı” görüşlerinin, yasa değişikliğinin “evet” cephesi için sıkıntı yaratma ihtimali karşısında Lincoln tarafından ittifaka zorlandığını  görürüz. Stevens’ın başta kendisini  sorgulamasına sebebiyet veren tavizleri sonucunda gelen zaferin tadını da en içten yaşayan kişi oluşu, filmin izleyicilere dönük olarak siyasetin radikallik ile yürütülemeyeceği iletisi olarak okunabilir. Siyahların kamusal alanda beyazlarla yan yana gelebilmelerini sağlayan İnsan Hakları Yasası’nın tam yüz yıl sonra imzalandığı düşünüldüğünde, filmde mesafeyle yaklaşılan sol radikallik ittifaklarla soğurulmasaydı ne olurdu sorusu geliyor akla.

Sonuç olarak Lincoln, ABD’nin ilk siyah başkanı Obama’nın ikinci kez başkan seçildiği geçtiğimiz yılki seçim sürecinin  öncesi  ve  sonrasında beliren bölünme ve daha da önemlisi yüksek sesle tekrar dile getirilen ırkçı söylemler karşısında panzehir görevi görüyor. Cumhuriyetçi veya Demokrat, ABD halkının çoğunluğu için ortak payda olan tarihi bir liderin, eşitliği, birliği, demokrasiyi, özgürlüğü hatırlatması, başta iç siyasetteki çatışmaların aşılması ve özellikle halk nezninde beliren hoşnutsuzluğun, özgüven eksikliğinin ve sistemi sorgulamaya varan radikalliğin törpülenmesi açısından kayda değer. “Sinemanın dahi çocuğu” tarafından sisteme uzatılan bu yardım elinin karşılığını bulup bulmayacağını  yakın gelecekte hep birlikte göreceğiz.

*https://issuu.com/azizm/docs/edergimart2013

Bunu paylaş: