İkinci Cumhuriyetin Sineması – Can Önen

İkinci Cumhuriyetin Sineması* 

Ülkemizin son on yılına damgasını vuran karşı devrimin, geçen zaman içerisinde elde ettiği kazanımları bir anayasa ile kalıcı hale getirmek için çabalarını yoğunlaştırdığı bir süreçten geçiyoruz. 1923’te kurulan ve tarihsel olarak ileri bir hamle olarak görülmesi gereken 1. Cumhuriyet’in kazanımlarından artık söz edilemeyecek bir moment olarak kodlanan ve toplumu piyasacılık ve Amerikancılık adına ortaçağ gericiliğinin karanlığına geri yollayan bu eşik, hatırlanacağı üzere 2010 yılındaki anayasa değişikliği referandumunun AKP lehine sonuçlanmasıyla ortaya çıkmıştı.

Bu çalışmadaki amacımız, gerek karşı devrimci sürecin önemli dönüm noktalarında ortaya çıkan, gerekse bazı kavramlar konusunda sürecin öznesi AKP’nin öne sürdüğü tezlere denk düşen bir söylemi benimseyen filmler üzerinden, yeni rejimin kodlarıyla örtüşen bir sinemanın ortaya  çıkıp  çıkmadığını, ikinci cumhuriyetin sinemayla olan ilişkisini tartışmaktır. Özellikle vurgulamak gerekiyor ki, rejimin sinemayla olan ilişkisinden kasıt, bir bütün olarak ülke sineması değil, rejimin siyasi hattına denk düşen filmlerdir. Bu bağlamda, sürecin önemli bir dönüm noktası olarak tarif edebileceğimiz ve karşı devrimin bir anlamda miladı olan referandum sürecinde Sinan Çetin tarafından yapılmış olan Kağıt filmini, rejimin ihtiyaç duyduğu bazı kavramsallaştırmaları yansıtan Mahsun Kırmızıgül filmlerini ve her iki kategoriye de denk düşen  Kurtlar Vadisi filmlerini inceleyeceğiz.

Kağıttan Leviathan’a Karşı Sinan Çetin

“Benim için özgürlük önemli’ diyerek, özgürlükleri kısıtlayan her türlü  düşüncenin karşısında olduğunu belirten Sinan Çetin’in sinemasında, Sinan Çetin’i auteur(!) yapan öğeler; bireysel varoluş, sınırlı devlet ve iş gören bürokrasinin üstünde yükselen ‘özgürlük’ düşüncesinin sinemasında  işlenmesidir. Sinan Çetin’i auteur yapan değerler, liberal değerler olan, bireysel varoluş, sınırlı devlet, özgürlükler ve bürokrasi eleştirisidir. Bu anlamada, Onun oldukça net ve kendi içinde tutarlı bir felsefesi var: Liberalizm’’  *

Elbette burada Sinan Çetin’in bir ‘auteur’ olup olmadığı tartışmasına hiç girmeyeceğiz. Öte yandan Çetin’in olumlanarak sunulmuş olan bu ‘usta yönetmen’ vasıfları, onun liberal akademisyenler tarafından ne kadar sahiplenildiğini gösteriyor.

Liberal ideolojinin kodlarıyla film çektiği herkesin malumu olan Çetin, bu özelliğiyle özellikle 2010 yapımı Kağıt filmiyle tartışmamızın bir parçası  olmayı hak ediyor. Belli ki, döneme damgasını vuran referandum sürecinden bayağı heyecanlanmış. Heyecanlanmamak elde değil tabii, 12 Eylül rejimiyle hesaplaşılıyor, özgürlük ve demokrasi baş tacı ediliyor. Hatırlanacak  olursa  süreç, başka ‘sanatçıları’ da heyecanlandırmış, örneğin şimdilerin Chavez ve Deniz Gezmiş sevdalısı, Akil adam olarak seçilmediği için  hafiften  sitemkar  Nihat Doğan, başyapıtı ‘Evet’ şarkısını o dönem bestelemişti.

Sinan Çetin, Propaganda filmiyle kendisini ideolojik olarak nasıl bir yerde konumlandırdığını göstermişti. Bireylerin yaşamını sınırlarla belirleyen devleti karşısına alan Çetin, açılış sahnesinde gara yaklaşan treni beklerken Gümrük Muhafaza Müdürü Mehdi’nin üniformasındaki ayrıntılara, son olarak da şapkasındaki Gümrük Muhafaza Müdürlüğü yazısına yakın planla girerek, ‘ceberut devletle’ özdeşleşen simgeleri  seyircinin gözüne  sokar ve daha sonra  alt açıdan Mehdi’yi göstererek onu bir güzel yüceltir. Mehdi, o zamana dek bir arada yaşayan ve ilişkilerini sürdüren insanların arasına soktuğu tel örgülerle bu ilişkilere ket vurarak, devletin bireye ve insan ilişkilerine dönük sınırlayıcı işlevini sembolize etmektedir. Komedi unsurlarının da sıkça yer bulduğu filmde, ‘Ankara’nın asla hata yapmayacak ulu bir güç olduğu fikri tiye alınırken, gümrük kurumunun varlığı da bazı diyaloglar üzerinden serbest ticareti ve insan  ilişkilerini aynı anda kısıtlayan bir araç olarak lanse edilerek, izleyiciye liberal bir konum kazandırılmaya çalışılır.

Çetin bu liberal kodları ile komediyle/dramatik unsurları birlikte kullandığı sinema dilini 2001 yapımı Komiser Şekspir’de de devam ettirir.  Filmde  bürokratik engeller ile insan mutluluğu karşı karşıya getirilir. Filmde komiser baba, hasta kızını mutlu edebilmek için normalde savunmakla mükellef olduğu onlarca kanunu ihlal etmek durumunda kalacaktır.

2010 yapımı Kağıt filmiyse, Çetin’in devlet-birey çelişkisi ekseninde kodlayarak özellikle  bürokrasiyi  topa  tuttuğu  sinematografisinin  tepe  noktasıdır  ve İkinci Cumhuriyet karşı devriminin önemli dönüm noktalarından olan 2010 referandumuna denk düştüğü için tartışmamız açısından  önemlidir.

Filmin ilk gösterimi 2010’un Ekim ayında yani referandumun hemen ardından gerçekleştirilmiş, dolayısıyla referandumda ‘Evet’ oyu vermeleri konusunda ikna edicilik gibi bir misyon üstlenememiştir. Daha ziyade, referandumun  ardından  da devam eden demokratikleşme söylemine güç kazandırmak, toplumda iyi ki sandıktan ‘Evet’ sonucu çıkmış gibi bir algı oluşturmak anlamında sürece katkı koyabilmiştir.

Film, genç yönetmen Emrah’ın film çekimi için gerekli izni son derece gıcık, tıpkı devletin kendisi gibi ceberut, orta yaşlı bir kadın memurdan alamaması üzerine hayatının mahvolmasına ve izni alabilmek için uzun süre harcadığı çabaların ardından kadını bir saplantı haline getirip ondan  intikamını  almasına odaklanıyor. Emrah’ın 1977’de izin almak için uğraştığı film, bir işçi direnişini konu edinmektedir. O yıllarda, (çok büyük bir olasılıkla bir işçi direnişini veya başka solcu içerikte bir konuyu içermeyen) bir filmin çekimleri için gereken izin konusunda benzer bir sıkıntıyı yaşayan Sinan Çetin’in filmi politik misyonuna ek olarak otobiyografik bir yan da taşımaktadır. Elbette Çetin’in kendisini filmin konusu üzerinden solcu olarak pazarlamasının bir nedeni var. Hatırlanacağı  üzere o dönemde liberal-solcuların referandumda ‘Evet’ oyu kullanılması lehine yürüttüğü kampanya, kitlesel anlamda etkisiz olsa da ideolojik açıdan AKP’nin elini    güçlendiren,    toplumda    solun    referandumda    aldığı    tutum algısında dejenerasyona neden olan bir unsurdu. Sürecin en önemli iddialarından bir tanesi 12 Eylül’le hesaplaşmak olduğundan darbenin  muhatabı  solcuların onayını almak, referandumun prestiji ve imajı açısından hayati önemdeydi. Çetin’in filminde de Emrah karakterinin işçi direnişini anlatan bir film çekmeye çalışması, filmin kapanışında gördüğümüz ‘20. yüzyılda devletlerin yasal kağıtlarıyla öldürülen sivil insan sayısı 268 milyondur’ yazısının ardından Deniz’lerin, Erdal Eren’in, Nazım Hikmet’in, Uğur Mumcu’nun ve nice solcunun adının, Said Nursi ve Adnan Menderes gibi sağcı isimlerle birlikte anılması da Çetin’in benzer bir kaygıyla hareket ettiğine işaret  ediyor.

Propaganda filminde bireylerin sınırdan geçip  karşı  taraftakilerle  ilişki kurmasına engel olarak baş belası pasaportun yerini; Kağıt filminde genç ve devrimci bir yönetmenin film çekmesini engelleyen, Ankara’daki sansür kurulu tarafından verilecek olan ‘kağıt’ almıştır. Bu nesne filmde, keyfi bir şekilde bir filmin çekimlerini engelleyerek bir gencin hayatını mahveden bürokrasinin vereceği iznin basit bir materyalden ibaret olduğunu ve bu nesnenin korkunç bir otorite ve bürokratik mekanizma dolayımı nasıl inanılmaz derecede etkili hale geldiğini ima etmektedir.

Çetin’in trajedi ve komediyi bir arada işlediği üslubu yapımcısı olduğu Pardon filminde estetik açıdan görece başarılı bir ritmi yakalıyor olsa da, özellikle Kağıt‘taki bu üslup insanda bir tür yılışıklık hissi uyandırıyor. Emrah’ın yapımcıların  dayatmasıyla  dönemin  kadın  yıldızlarından  Asu  Balkan’ı başrolde oynatmak zorunda kalması ve bu kişinin işçi direnişinin lideri rolünü oynamak istemesi üzerine ortaya çıkan komik görüntüler, sansür memuru Müzeyyen’in kocaman gözlükleriyle ve yüz ifadesiyle çizdiği karikatür imajı da, filmin ideolojik ekseni göz önünde bulundurulduğunda tutarlı ve makul gibi görünse de, totalde filmin inandırıcılığını ve ciddiyetini zedeleyen bir unsur olarak karşımıza  çıkıyor.

Sinan Çetin’in, iş adamı ruhuna uygun olarak çalışmalarında reklamlara ağırlık vermesinin üzerinde yarattığı mesleki dejenerasyonun bir sonucu olarak filmlerinde senaryosuz çalışması; doğaçlama çoğu zaman yaratıcılığı tetiklese ve işin sanatsal boyutuna renk katma ihtimali bulunsa da, kıblesi piyasa olan bir yönetmenin elinde yüzeyselliğin, tutarsızlığın, yılışıklığın ve kokuşmuşluğun nedeni haline geliyor. Filmin mottosu olan ‘her yasak kendi isyancısını doğurur’ cümlesi de, kanımca benim önyargımdansa Çetin’in piyasacılığından kaynaklı olarak ‘her arz kendi talebini yaratır’ cümlesinin çakmasından ibaretmiş gibi duruyor.

Son filmi Çanakkale Çocukları’ndaki kimse çocuğunu savaşa göndermese ne güzel olur söylemiyle, savaşmadan hayatta kalamayacak  olan  iktidar bloğunun siyasi doğrultu ve söyleminden bir sapma gösteren Çetin, yine de bazı önemli dönüm noktalarında  yapacağı  filmler ile, örneğin, ikinci cumhuriyetin tarih tezi konusunda toplumsal hafızaya önemli girdiler yapma potansiyeline sahip, diğerleriyle kıyaslandığında düzenin en nitelikli sinemacısı gibi duruyor. Sinemanın başarısını gişe rekoruyla paralel olarak gören bir iş adamı olarak Çetin’in sinemasının gişe konusunda son dönemdeki başarısızlıklarından dolayı kendini tamamıyla Ali Ağaoğlu vb. reklamlara verme ihtimali de bulunmakla birlikte yine de dikkatli olmakta fayda var.

Mahsun, Melodram ve Açılım

Mahsun  Kırmızıgül,  2007  yılında  şarkıcılıktan  sinemacılığa  hızlı  bir  giriş yaptı. Beyaz Melek filmi ile ülkemizde zaman zaman gündeme gelen hasta ve bakıma muhtaç yaşlıların çeşitli eziyetlere maruz kaldıkları Huzur Evleri üzerinden  ağır bir melodrama imza atan Kırmızıgül, modern yaşantının çelişkili ve çirkin yanlarından bir tanesini yakalamış ve çareyi geleneklere ve kırsala dönmekte bulmuştur. O yıllarda henüz hükümetin açılım gündemi olmadığı için, usta yönetmen henüz Kürt sorununa dair dahiyane fikirlerini kameraya yansıtma fırsatını bulamasa da, Kürtlerle ilgili bir iki kelam etmeyi ihmal  etmemiştir.

Filmde, hasta babalarını tedavi umuduyla İstanbul’a getiren iki Kürt delikanlının, babalarının peşinden sürüklendikleri huzur evinde tanık oldukları karşısında dumur olmaları ve babalarıyla ilişki kuran bir yaşlı arkadaş grubunu kendi köylerine götürerek, Kürtlerin asla ailelerini bırakmadıkları, insanca yaşamın modern toplumda değil Güney Doğu kırsalında olduğunu göstermelerini konu edinmektedir. Mekan olarak ülkenin en modern kenti İstanbul ve  bir  güney doğu kırsalının karşı karşıya konması, modern toplumla feodal ilişkilerin karşı karşıya konmasıdır bir anlamda. Yönetmenin hangisinden yana tavır aldığını ise söylemeye bile gerek yok. Filmde yaşlılara eziyet eden modern  işçi  de,  yaşlı anne veya babasını bakıma muhtaç halde böyle bir yere terk eden orta sınıf aile de günah keçisidir. Kameramız yaşlı oyuncularla birlikte Güneydoğu kırsalına döndüğünde ise, onlarca kişilik ve çok eşli ailenin asla babanın sözünden çıkılmadığı ve misafirlerini kral gibi ağırladıkları dünyasına gireriz. Fakat burada asla ağalık, kadının ikinci sınıf insan olması, töre cinayetleri ve gericilik yoktur. Yönetmenin filme Kürt halkını seyirciye bu şekilde şirin gösterme çabası oldukça aşağılayıcı olmakla birlikte, “hadi gel köyümüze geri dönelim” tadındaki bu film, yönetmene çeşitli ödüller ve kabarık bir gişe başarısı kazandırmayı  başarmıştır.

Kırmızıgül’ün bir sonraki filmi ise, bir açılım filmidir. 2009 yapımı Güneşi Gördüm’de yönetmen melodramın dozunu bir miktar daha artırıyor. Bu kez, iki Kürt ailenin Güneydoğudaki evlerinden ayrılmak zorunda bırakılmalarının ardından yollarının ayrılması ve başlarına gelenlere tanık oluyoruz. Kürt sorunu nedeniyle devam etmekte olan savaş, iki aileyi yurtlarından eder ve başlarına ölümler ayrılıklar ve başka türlü acılı olaylar gelir. Norveç’e  kaçmayı  başaran aile, buraya daha önce kaçmış olan akrabalarının yardımıyla tam anlamıyla cennette olduklarını hisseder. Norveç hükümete düşene el  uzatmakta,  onlara her tür imkanı sunmaktadır. Buna karşın İstanbul’a yerleşen aile, burada karşılaştığı zorluklarla zamanla parçalanır.

Yoğun melodrama maruz bırakılan izleyici, tüm bunlara tanıklık ederken sürekli birilerinin trajik biçimde hayatını yitirmesi karşısında adeta  ağlamakla mükelleftir. Hatta Norveç’teki sevindirici gelişmeler karşısında bile aynısını yapmaya zorlanırız. Filmde meseleye dair yönetmenin politik söylemi, şarkıcılık döneminden gelen bir ‘hepimiz kardeşiz, bu kavga ne diye’ söyleminden öteye geçmez. İki aile üzerinden çizilen Kürt halkı imajının da oldukça aşağılayıcı olduğunu düşünüyorum. Çizilen imaj, cehaletin ve meczupluğun baskın olduğu bir imajdır ve filmi izleyen insanda asla bir eşitlik arzusu ve isteği uyandırması mümkün değildir. Zaten bir süre sonra AKP’nin de açılım sürecindeki derdinin eşitlik olmadığı görüldü.

New York’ta 5 Minare filminde ise, yıllar önce ülkesini terk edip  ABD’ye yerleşmek zorunda kalmış olan Hacı lakaplı bir cemaat liderinin, kendisine karşı kurulan bir komplo tarafından mağdur edilmesi ve daha sonra temize çıkması konu ediliyor. Film, Mustafa Sandal’lı türk istihbaratçılarının ABD’li istihbaratçılara posta koymasıyla bir yandan milli gururumuzu okşarken, diğer yandan da Kürt olması haricinde her şeyiyle Fettullah Gülen’i andıran  bir  cemaat liderinin radikal İslamcılar karşısında İslamın gerçek değerlerini yüceltmesiyle manevi dünyamız şenleniyor. Daha önceki filmlerinde, kentli orta sınıfa seslene ve kabaca ‘mağdur Kürtlerle biraz empati kurun, yazıktır’ diyen Kırmızıgül, bu kez aynı kesime ‘hoca efendi aslında çok  hoş  görülü,  tatlı adamdır’ demektedir. Filmin cemaatle olan flörtü, cemaatin gazetesi Zaman tarafından hunharca sahiplenilmiş olmasıyla da kendini gösteriyor. Film baştan sona, Gülen’i sembolize eden naif ve insancıl dindar ‘Hacı’ karakterine karşı duyulan    önyargıların    adım    adım    ortadan kalkmasına odaklanıyor. ‘‘Kim tarafından kontrol edildiği belli olmayan, kafa kesen, terör yöntemini uygulayan İslamcı örgütler” arasında Gülen cemaati yükseliyor. Gülen cemaatinin Batı için ne büyük bir şans olduğu mesajı verilirken Türkiye’deki laik kentli izleyiciye de önyargılarını yıkma çağrısı yapılıyor.’’ **

Sonunda Hollywood gibi film yapabilmenin verdiği gururla ve cemaatin tam boy desteğine mazhar olmanın verdiği güvenle, Mahsun Kırmızıgül’ün bir sonraki filminin yeni gerici rejimin hangi ihtiyacına denk düşeceği şimdiden bir merak konusu. Hollywood gibi film yapabilme konusunda milletimizin  gururunu okşayan ve tartışmamızın eksenine fazlasıyla oturan bir  başka  filme,  Fetih 1453’e dosyamızın başka bir yazısında ayrıntılı olarak değinildiği için bu yazıda üzerinde durmuyoruz.

Kurtlar Vadisi Filmleri

2006 senesinin sonlarına yaklaştığımız sıralarda, uzun süredir dizi sektöründe önemli bir ağırlığı olan ve çok sayıda kişi tarafından takip edilen Kurtlar Vadisi, beyaz perdenin karının kokusunu almış olacak ki, birden sinemaya el atıverdi. Filmin  temel  derdi,  o  yıllarda  yaşanan  çuval  krizini  içine  sindiremeyen   Türk Milliyetçiliğine  biraz  olsun  orgazm  yaşatabilmek  gibi   dursa  da,  politik arka planında bundan daha fazlası olduğu da bir gerçek.

Evet yıl henüz 2006’dır, muhteşem dış politika dahisi Ahmet Davutoğlu, Ali Babacan’dan kutsal görevi devralmamıştır henüz. Yine de filmin alt metninde yeni-osmanlıcılığın nüvelerinin olduğunu söylemek abartılı  olmayacaktır.

Türk milliyetçiliği her zaman yayılmacıdır. Öyle ki, o tankla topla giremediği, ideolojik gerekçelerle varlığından adeta tiksindiği özerk Güney Kürdistan’a, müteahhitlerin sermayesiyle, inşaat sektörünün türlü kollarıyla girer, mehteran eşliğinde. Bunu yaparken de bir taraftan fantezi kurmaya hakkı yok mu canım MHP’li godoman işadamlarının? Kurtlar Vadisi Irak, Türk milliyetçiliğinin beyin mastürbasyonudur.

Yeni Osmanlı dedik. Evet henüz ortada yeni Osmanlı yok belki,  ama  bugün  İmralı süreciyle birlikte önümüze çarşaf çarşaf serilen Misak-ı Milli haritalarında da yer alan Musul ve Kerkük, milliyetçiliğin bir türlü unutamadığı ve sermayedarlarımızın iştahını kabartan petrolüyle onlara zevkten takla attıran bir yer olarak göz göre göre Kürtlerin malı haline getiriliyor. Diziyi takip edenlerin o dönemki hissiyatını iyi okuyan yapımcılar, Polat Alemdar ve  ekibini  acilen  çuvalın  intikamını  almaya  ve olayın  sorumlusu ABD’li  yetkiliye  hakettiği yanıtı vermeye gönderiyorlar. Tabii bu içi boşaltılmış bir Amerikan karşıtlığını da beraberinde getiriyor. Böyle bir sapmayı frenlemek ise, Zaman gazetesinden Ekrem Dumanlı ve Nedim Hazar’a düşmüş.*** Yazarlar, film  gösterime  girdikten sonra gazetelerinde ‘hadi canım siz de, Kurtlar Vadisi’nde Amerikan düşmanlığı yok’ şeklinde yazılar kaleme almışlar. Yapımcılara  tebriklerini  iletmeyi de ihmal etmemişler tabi.

Irak’taki çeşitli İslamcı örgütlerin giderek radikalleşen direnişleri de, ılımlı cemaatlerin telkin ve insanlık dersleriyle dengelenmiş. Filmde adeta Irak’taki üç ana etnik grubun, Türkmen, Arap ve Kürt’lerin ancak İslam aracılığıyla barış içerisinde bir arada yaşayabilecekleri vurgusu yapılmış. Ah, bir de Türkiye’nin himayesine giriverseler…

Kronolojik olarak devam edersek, bu kez 2009 yapımı Kurtlar Vadisi Gladio filmi karşımıza çıkıyor. Dönem bu kez AKP’nin birinci cumhuriyete dönük en öldürücü darbelerini vurduğu, derin devletle  hesaplaşıyorum  diye  kurduğu mahkemelerde birinci cumhuriyet tarihini yeniden, kendi ideolojisine göre yazmaya başladığı dönemdir. Dönem artık Yeni Osmanlıcılık dönemidir, ‘one minute’ çıkışı yapılmış, milletimiz dünya siyasetinde hak ettiği yere gelmeye başlamıştır. Dolayısıyla Kurtlar Vadisi’nin bu sefer ki çıkışı, çok daha sistematik, tutarlı ve AKP’nin tezleriyle paralellik arz etmektedir. Dönem açılım dönemidir. Kendi Kürtleriyle barışamayan, onları kontrol edemeyen bir AKP, dış politikadaki iddialarını inandırıcı hale getiremez.

Temel derdi Ergenekon davasına sinematografik bir katkı koymak olan film bir yandan da, geçtiğimiz birkaç aydır devam eden Özal’ın öldürüldüğü iddiasını gündeme getiriyor. Filme göre Özal, Kürt sorununu 1993’te çözmek istediği için Gladio (veya Ergenekon hangisi hoşunuza gidiyorsa) tarafından öldürülmüştür. Yalnızca vatana sevdalı olduğu için yıllarca farkında olmadan Gladio’nun maşası olarak iş gören İskender Büyük’ün Özal’dan duyduğuna göre, ‘‘Kürt sorunu yarının sorunu’’ imiş. ‘‘Bugünün sorunu terör’’müş. ‘‘Terörü hallettik mi Kürt sorunu kolay’’mış. Anahtar kelimeleri yazıyorum: ‘‘Büyüyen, istikrarlı,  demokratik bir Türkiye.’’ Yine mi Musul ve Kerkük dediğinizi işitir  gibiyim.  Filmde bu açıkça dillendiriliyor. Zavallı  Özal,  büyüyen  Türkiye’de  Kürt sorununun çözümünü istediği için öldürülüyor. Bugün kahraman AKP iktidarı da büyüyen Türkiye’ye istiyor, tabii bunun için önce ‘derin devlet’i tasfiye etmek gerekiyordu.

Bu bölümde son olarak Kurtlar Vadisi Filistin’i ele alacağız. Bu film 2010 yapımı. İlk gösterimi 2011’de olmuş. Önceki filmlere göre daha da anlık bir refleksin ürünü olan film, çuvaldan sonra bu kez Mavi Marmara katliamının intikamını alarak, özellikle AKP’nin tabanına ve İslamcı kesimlere göz  kırpıyor.

Yeni Osmanlıcılığın ilk yıllarında Arap dünyasının gönlünü fethetmek için İsrail’e posta koymak zorunda olan Erdoğan’ın yardımına, 2010’daki Mavi  Marmara olayı yetişmiş, yaşanan katliam bu söylemi daha meşru hale getirmişti. Film ise, bir yandan izleyicilere İsrail’den nefret etmeleri için onlarca  neden  sunuyor, hem de Türkiye Cumhuriyeti Başbakan’ı tarafından özel olarak görevlendirilmiş elit bir Türk timi, İşgal altındaki Filistin topraklarına gidip,  halka  sistematik  olarak ve nedensiz yere zulmetmekte olan İsrailli katillere bir güzel ders veriyor. Artık İsrail, Mavi Marmara için özür dilediğine göre şu sıralar yapımcıların Polat ve ekibini Suriye’ye göndermeye hazırlandıklarını düşünmemek elde  değil.

Böyle Cumhuriyete Böyle Sinema

Tartışmamızın parçası haline getirmiş olduğumuz filmlere onlarca örnek ilave etmek mümkün olsa da, konuyla doğrudan ilgisi bulunan birkaç örneğin yeterli olduğu kanısındayım. Elimizde sinematografik açıdan hiçbir yeniliği,  özgünlüğü vs.  bulunmayan,  tamamen   belli  momentlerde  birer  refleks olarak gelişmiş, öngörüden yoksun ve sığ bir malzeme var. Bu  malzemenin  kalitesizliği, içerisinde devindikleri, giderek daha koyu bir karanlığı önümüze çıkaran, daha kurulurken çökmeye mahkum olduğu ortaya çıkmış bir gerici rejimin izlerini taşıyor. Bu filmlerden bazılarının yeni rejimin resmi ideolojisini yeniden  üretmeye ve kitlelerle farklı bir düzlemde daha buluşturmaya yaradığını da not edelim. Sonuçta yeni rejimin sineması, güncel  açılımlara  meşruiyet kazandırmaya çalışan, yeri geldiğinde rejimin tarih yazımına da  ideolojik  bir  katkı koyacağının sinyalini veren, AKP’ye doğal olarak muhalif olan bazı kentli modern kesimlere de zaman zaman seslenen bir tarz benimsemiş  durumda.

Emek sineması olayları üzerine kaleme aldığımız bildiride de dikkat çekildiği üzere, sinemanın karşı devrimin saldırılarına maruz kaldığı, sermayeyle emek arasındaki kavganın önemli bir konusu haline geldiği  bir dönemden  geçiyoruz. Bu dönemde ne yaşanırsa yaşansın, bu yazıda tartıştığımız örneklerdeki sığlığın ve niteliksizliğin asla dışına çıkamayacakları bir gerçek. İkinci cumhuriyet yeni mevziler elde ettikçe, kendi sinemasının kalitesini artıramaz ancak bizim filmlerimizin üretimini zorlaştırabilir. Sansür ve bütçe gibi konularla ilerici filmlerin üretilmesini engellemeye çalışabilir. Bugün bile Bakanlık fonuna ulaşmak çok zor bir hale geldi. Dolayısıyla bu beceriksizlere 7.  Sanatı  bırakmamak için, AKP karanlığına karşı mücadeleyi yükseltmek  zorundayız.

Kaynakça

* Siyasal Kimlik ve Sinema Dili İlişkisi: Sinan Çetin Örneği,  Murat  Soydan,  Küresel İletişim Dergisi, sayı 1, Bahar‐2006, sayfa 8

**http://haber.sol.org.tr/devlet-ve-siyaset/bitlisten-okyanus-otesine-bir- magduriyet-hikayesi-haberi-35929

***http://www.zaman.com.tr/mahmut-nedim-hazar/kurtlar-vadisi-ve- amerikan-dusmanligi_253104.html

http://www.zaman.com.tr/ekrem-dumanli/kurtlar-vadisi-irak-ne-demek- istiyor_252506.html

*https://issuu.com/azizm/docs/editoredergimayis2013

Bunu paylaş: