Pastane – Selin Süar

Pastane

Pencerenin köşesinden sızan belli belirsiz bir ışık altında,  nerede olduğumu bilemediğim, hayatımda daha önce hiç görmediğim köhne odanın gri duvarlarından birinin dibine sinmiş derinden gelen telefon sesinin bana ulaşmasını bekliyordum. Biliyordum ki o telefonu açtığımda yine önemli bir görevle yüz yüze gelecek, gece gündüz dur durak bilmeden çalışacak ve gücümün tükendiği noktada çalışma arkadaşlarımdan birinden yardım almak isterken hepsi benden uzaklaşacaklardı. Telefon birden sustu. Yine aynı derinlikten gelen tanımadığım sesler bana ulaşmaya çalışıyordu. Birden, arada bir perde veya duvar varmış da o kalkmışçasına sesler doğrudan bana ulaşmaya başladı ve duvarın ardından bir el omzuma dokundu. Korkumdan sıçradım. Gözlerimi araladığımda pencerenin köşesinden sızan aydınlığın gri tonlarından kurtulmuş olup doğruca üzerime geldiğini fark ettim. Annemin varlığı odaya hızlıca girmiş, girdiği gibi de odadan çıkmıştı. ‘Kalk artık’ diyen emri ise üzerime yeni düşüyordu; ışık huzmesinin içinde görülen sihir taneciklerinin üzerime üşüşmeleri gibi…

Uykuya dalmak da uyanmak da büyülü anlardı. Çocukluğumdan beri hissettirmeden gelen boyut değişimlerinde her zaman bilinçli kalmak ve bunun nasıl gerçekleştiğini an be an öğrenmek isterdim, ama hiçbir zaman yapamadım. Yönettiğim, ‘şöyle olsun’ dediğim rüyalarım oldu; aksiyon filmlerine taş çıkaracak rüyalarım, çok sıkılıp ‘uyanayım artık’ dediğim ve uyandığım rüyalarım, çok mutlu olduğum veya gözyaşları içinde gözkapaklarımı araladığım, uyandıktan sonra da ağlamaya devam ettiğim rüyalarım, dudak uçuklatacak  kâbuslarımdan  gecenin  bir  yarısı  aniden  sıçradığım  ve  yeniden uyuduğumda kaldığı yerden devam eden korkunç saatlerim de olmadı değil. İşte yine nerede olduğumu bilemediğim, meçhule uzanan bir mekanda gerçek yaşamdan gelen seslerin etkisiyle kendime gelmiştim. Bir Piton’un avına sarılmışçasına kıvrım kıvrım olmuş haline benzeyen pikem, bacaklarımın arasından geçip belime dolanmış, belimden kolumun altına gelmiş ve sırtımdan kavis alarak enseme ulaşmış; açıkta kalan kolumun üzerinden uzanıp belimin altına doğru yeniden girmişti. Yatağımda olmadığım için ince uzun kanepenin genişliğini tam kestiremeyip pikeden kurtulmak isterken yere düştüğümde yine annemin ne zaman geldiğini fark etmemiş ve alaycı kahkahalarının havada çınlamasına kulak kabartmıştım.

“Delisin sen, küçüklüğünden beri usturuplu uyumayı öğrenemedin gitti.”dedi, düğümlenmiş Piton’u çözerken. Peşi sıra koridorun duvarlarında yankı yapan sesi duyuldu dedemin;

“Bir, ki, üç, hadi…”

‘İdman’ yapıyordu dedem her sabah uyandığında ve her yemekten sonra. Uyanışlarım hep böyle olurdu. Özellikle de yemeklerin ardından dile getirdiği ‘yemeğin ardından ya yan gelip yat ya da kırk adım at’ sözü hiçbir zaman aklımdan çıkmadı. Nasıl çıksın? Anneannemin gündoğumundan hemen sonra uyandığında evi çınlatırcasına tüm şarkı repertuarını dile getirmesi, o kadar şarkı bilmesine rağmen hepsinin en az bir yerini mutlaka uydurup yanlış söylemesi, dedemin emekli olduğu halde hayat şartları yüzünden hafta içiyse işe yollanma ritüelleri, hafta sonuysa “Zaten bir günüm var, yat veya sessiz ol, gözünü seveyim!” naraları, anneannemin kaynamaktan zift gibi olan çayın kararmasının tek sorumlusunun bizler olduğuna yönelik şaşmaz suçlamaları ve daha pek çoğu… Annem ve babam çalıştığı için bu evde kalmaya çok alışkındım okula gittiğim zamanlarda. Hatta öyle çok gidip geldim ki bu eve, asıl ailem benim için her zaman birer arkadaş, dedem ve anneannem ise benim annem ve babam gibi olmuşlardı.

“A! Ne yapıyor yerde o?”

Dedem rölantide koşuyordu veya geçmiş yaşının ağır hareketleri nedeniyle koştuğunu, kendi deyimiyle ‘idman’ yaptığını zannediyordu. Annem durumu gülerek anlattıktan sonra dedem istifini hiç bozmadan ardına döndü ve koridorda ilerlerken geç saatlere dek yattığım için serzenişte bulunmayı da ihmal etmedi.

Herkes benden çok önce kalkmış olduğundan bir şeyler atıştırmıştı. Kahvaltı masasında ısınmış peynirler, erimek üzere olan tereyağı, anneannemin dediği cinsten zift gibi olmuş çay, siyah siyah parlayan zeytinler, pörsümeye yüz tutmuş söğüş domates ve salatalık, biraz bal, iki çeşit de reçel beni bekliyordu. Üniversitedeyken kahvaltı yüzü pek görmediğimden gözümü açtığım gibi kahve içmeye çok alışmıştım. Dedemler görse ‘mideni deleceksin’ diye başımın etini yerlerdi mutlaka. O yıllardan kalan iştahsızlık ve uyandığım gibi hiçbir şey yiyememe özelliğimi üzerimden atamamış, iştahsız çocukların  mamasını ağzında saatlerce tutup yutmamasına benzer şekilde oldukça yavaş ve isteksizce çiğnediğim lokmaları yanaklarımın kenarlarına sıkıştırıvermiştim; dedem, masanın diğer ucunda gazete okurken. En çok eriyen lokma, sırası geldikçe yavaş yavaş içeri doğru süzülüyordu. Dedem, gazetenin her iki sayfasına da sımsıkı sarılmış, bir çarşafı geriyormuşçasına gazeteyi havada tutup okuyordu. Gözlüğünü almamıştı anlaşılan; gözlüğü olmayınca hep böyle okurdu, kelimeleri, harfleri yere düşürüp kaybetmemek istercesine satırları, sayfaları gererdi boşlukta. İlk sayfa hep aynıydı, sözel saldırılarla birbirine aşık atan politikacılar, milletine bakmaktan bihaber bakanlar; onun hemen altında üniversitelilerin eylem yaparken geri püskürtülüp vatanı bölme gibi trajikomik suçlamalarla şiddet görmesi, biraz altında olmazsa  olmaz  zamlar, açlık grevlerinin devam etmesi, özelleştirmeler, tarihi değerlerin oldubittiye getirilip yok edilmesi, köken/aidiyet çatısında ülkenin parçalanıp parçalanmayacağı kaygıları, dünyada önemli bir olay –afet, savaş, patlama, saldırı, kutlama- varsa onun fotoğraflı haberi, biraz daha altta ve köşelere serpiştirilmiş olarak tüm  günü ve önemli köşe yazılarının ilk satırlarını tek sayfaya sığdırma gayretinde olan minik minik ünlemler, mutlaka okuyunlar, reklamlar…

Hatırlıyorum, çocukluğumda eve giren gazete sayısı dörtten fazlaydı. Dörtte takılı kaldığı da olurdu, ama o sayının altına asla düşmezdi. Okumayı gazetelerden öğrenmiştim. Anneannem ve dedem öyle çok ilgilenmişlerdi ki benimle; bana yemek yedirirken bile gazetelerin sayfalarını açar, ansiklopedileri açar, resimler ve fotoğraflar üzerinden her birinin ne anlattığını bana okurlar, okurken de harfleri, kelimeleri birer birer fiziksel özelliklerine göre tanımlayıp, ‘bak, bu küçük be, bu da küçük de. Birinin göbeği var, diğerinin poposu” gibi tariflerle dillendirerek bende göz aşinalığı yaratırlardı. İlk olarak ‘b’ ve ‘d’ harflerini öğrenmiştim, çünkü ikisini aralarından su sızmayan iki arkadaş gibi hayal etmiştim her zaman.

Zaman geçtikçe ülkenin maddi durumu geriledi, işsizlik arttı, maaşlar düştü, düşmese de zamlar çok can yaktı ve eve giren gazete sayısı son olarak birde takılı kaldı. Üniversite sınavına girmeden önce bu gibi endişeleri, her yeni gün değişen dengeyi çok umursamıyordum. Müslüman Türk toplumunda adam olmak için gereken üç şart olan sünnet, askerlik ve evliliğe sanki bir madde daha eklenmişti; üniversiteye kapağı atmak. Tek derdim o korkulu yarışta galip gelip ailemin yüzünü kara çıkarmamaktı. Arkadaşlarıma istediğim yeri kazanmam hakkında hava atabilmek ve yoluma daha özgüvenle devam edebilmekti. Bu yolda savaştığım ve kâbuslarla uyandığım her gece insan yaradılışı bana cesaret vermişti. Benimle beraber aynı sınava girecek olan milyonlarca kişiyi düşününce, birbirleriyle yarış edip yumurtaya doğru koşan ve birinin; yalnızca birinin bu yarışta öncül olduğu, yaşama yeni bir can vermeye hak kazandığı o minicik elsiz kolsuz yaratıkları düşününce hırsla çalışmaya devam ediyordum. En nihayetinde istediğim yeri, istediğim bölümü kazandım; notlarım da hiçbir zaman baş aşağı gitmedi, ama mezun olunca o yarışın ikinci aşamasında şans faktörünün veya Türkiye’deki açılımıyla ‘amca, dayı, akraba, tanıdık, eş dost, arka, torpil’ anlamlarına gelen şans faktörünün bu denli önemli olabileceğini hiç düşünmeyince manşetlerdeki olaylar, ideolojiler, tarihsel süreçler kafama dank etti.

“Baba ben gidiyorum, dönüşte bir şey ister misiniz?”

Anneannem fizik tedavi görüyordu. Annem de dedemlere yardımcı olmaya gelmişti ve mezun olmamdan bu yana iki sene geçmiş olmasına rağmen türlü işler deneyip ‘bizde söz senettir’ gibi ağzı çok laf yapan işverenlerle çalışıp paramı alamayınca o yerlerden ayrıldığımdan işsiz statüsündeydim ve annem, kafamı dağıtırım iknalarıyla beni de buraya getirmişti. İkisi de büyük şehir olsa bile, İstanbul’un karman çorman havasına ek olarak farklı bir güzelliğinin olması ve büyüdüğüm yer olması açısından yaşadığımız yerden buraya gelirken çok da ikilemde kalmadım; kız arkadaşımın ‘barda, diskoda çok sürtme’ homurdanmalarının beni oturduğumuz şehre bağlaması dışında.

Dedem, gazeteyi hışırtıyla indirip dikkatli olmalarını söyledi. Bense bakışlarımı tek nesneye sabitlemiş, öylece bakıyordum ve geviş getirmeye  benzer bir hızda ağzımdakileri çiğnemeye çalışıyordum. Gerçekten de geviş getiren koyunların bakışından ve duruşundan çok da farklı görünmüyor olsam gerekti, çünkü en az onlar kadar sabit, anlamsız bakıyor ve yalnızca alt çene kasım hareket ediyordu. Annem, üzerimdeki sıkıntıyı anlamış olacak ki elini omzuma koyup, “Çık sen de bugün biraz. Evde oturasın diye getirmedim ben seni buraya.”dedi. Başımı hızlıca ‘tamam’ anlamında salladım. İçinde bulunduğum duruma depresyon diyorlardı, peşine de ekliyorlardı; modern çağın hastalığı… “Suç sizlerde değil, sizleri bu hale getirenlerde.” sözünü duymaktan usanmıştım. Bazen içimden büyük bir şiddet dalgası yükseliyor, aklımı yitirecekmiş gibi oluyor, bizi bu hale getiren her kim varsa yedi ceddini yeryüzünden silmek istiyordum. Bazen kız arkadaşımla bir yerlere istediğimiz kadar gidemediğimiz, hak ettiğimizden daha düşük yerlerde olduğumuz, ne kadar çabalasak da kapana kısılmış gibi hissettiğimiz bu yaşam içerisinde kinimizi, hayal kırıklığımızı hiçbir suçu günahı olmayan ülkemize yükleyip, ona türlü küfürler savurup yurtdışına çıkmaktan bahsediyor, sonra yurtdışının da bizi kollarını açarak beklemediği gerçeğini hatırlayıp yine oturduğumuz yerde demlenmekten başka çare bulamıyorduk. Çevremde tanıdığım hemen her yaşıtım ilaç kullanıyordu. Güvensizlikten, sorunlardan, kaygılardan kaynaklanan aşırı uykusuzluk, aşırı uyuma, birden ağlama, aşırı duyarlı olma, aşırı yeme veya aşırı iştahsızlık gibi aşırılarda dolaşan çizgilerde yeni sorunlar edinmişti herkes kendine. Bir şey yapmalı diye bağıran Bulutsuzluk Özlemi’nin Nejat’ı kulağıma her çarptığında o bir şeyin ne olduğunu, aşırı bastırılmışlığın zindanlarından çıkmak için aklıyla ve gücüyle nam salmış bu toplumun işverenlerinin, yönetiminin, dayılarının, babalarının, amcalarının zaten uyumaya ve köleleşmeye hazır olan kitleyi kendilerine şükretmeleri için, hayali zorunluluklar ve minnettarlıklar yaratıp, onları muhtaç hale getirip, kendi yanlarında olanlara sadaka fırlatırmışçasına yaşam, iş ve refah olanağı tanıması ayıbını nasıl sileceklerini bulmaya çalışıyordum. Her seferinde başım eğik sıyrılıyordum düşüncelerimden, çünkü herkes kendini kurtarmaya gayret ettiğinden, sadaka almaya, Tanrıya değil; kendisini bu çıkmazdan kurtarana tapmaya ve  şükretmeye alışmıştı. Ne zaman bu konu açılsa “Biz ne günler gördük, bu da geçecek…”diyen anneannem ve dedem, benden gizli benim üzülmeme ağlıyorlar, “Yazık bu gençlere, yazık” diye kapalı kapılar ardında homurdanıyorlar ve ‘bizi bu hale getirenlerden’ beddualarını eksik etmiyorlardı.

Annem kapıyı yavaşça çekip çıkmış, kilide asılı anahtarların çıkardığı şangırtı bir süre havada asılı kalmıştı. Dedem istifini bozmadan gazete okumaya devam etti. Sayfayı çevirdi ve yine aynı iştahla gazetesine asıldı. Bu kez en arka sayfaya takıldı bakışlarım. Gazetenin ilk sayfası ne kadar iç karartıcıysa arkası da o kadar ondan alakasız ve o gazetenin anlattığı dünyadan bütünüyle bağımsız duruyordu. Moda, manken, dünyada olup biten komik olaylar en arka sayfaların konusu oluyordu hep. Bilmem ne markasının bilmem ne defilesinde bilmem hangi mankenin ayağı kaymıştı, sonrasını okuyamıyordum, dedemin eli engel oluyordu. Küçükken serçe parmağımın ancak kavradığı güçlü ellerin daha  esmer, daha susuz ve buruş buruş olmasına bir de büyüklüğü yer yer değişen kahverengi benler eklenmişti. Damarlarının mavi ve mor renkleri buruşan derisinin altında belli belirsiz seçiliyordu. Kendimi bildim bileli var olan siyah taşlı yüzüğü yine parmağındaydı; büyük dedemden kalmaymış; öyle demişlerdi. Dedemin saati de annem yaşındaymış, üf, ne pahalıya almışlar Kıbrıs’tan; tık dememiş bugüne kadar. Şimdiki saatler iki yılda bozuluyormuş; bugünün gençleri gibiymiş hepsi; çürük… Dedemin kolunun hızla ileri geri  atılışıyla saatin şakırtısına eşgüdümlü gazetenin hışırtısı hâlâ buharı tütmekte olan çaydanlığın buharında yankılandı.

“Vah vah…”dedi, dedem ikinci vahın a’sını uzatarak. Sonra üç kez ‘cık’ tonlaması yankılandı diliyle damağının arasından.

“Görüyor musun, bak?”

Göremiyordum elbet, ama kim bilir yine ne olmuştu da dedem onu söyleyecekti. Gazeteyi masaya doğru indirdi. Gözlüksüz okurken gözlerini kısmaktan  tek çizgi haline dönüşen ve göz çevresindeki buruşuklukları iyice belli olan duruşunun yerine kaşlarının çatılmış tedirginliği geldi.

“Yahu, ben küçükken bile vardı orası…”

Çocukluğunda, ilk gençliğinde, anneannemi tavladıktan sonra, maaşına zam geldiğinde, terfi ettiğinde, çocukları doğduğunda, torunları olduğunda, ilk emekli ikramiyesinde; kısacası hayatının her şekerli anında tatlıların en güzellerinden nasiplenmek için doğup büyüdüğü yerde dedem daha dünyada yokken açılan pastane, yeniden yapılandırılan mekânlar projesi bahanesinin altında hayatının son günlerini yaşamaya hazırlanıyordu. Dedem, okuduğu habere inanamamış gibi gazeteyi bana uzattı. Dediği doğruydu, bir tarihi emanet daha, bu şehri iyi bilenlerin hatırlarında olmazsa olmaz yerlerden birinin daha ölüm fermanı hazırlanmıştı.

“ Bak ne diyor, yeniden yapmak için, rostre mi neyse, onu yapacağız diyorlarmış, ama sonra yeniden açılmayacakmış. Yıkacaklarmış pastaneyi!”

Gözbebeklerindeki aydınlık sönüverdi birden. Başını önüne eğdi. Belki kıyıda köşede kalmış bir anı geldi aklına, belki çocukluğunda yediği leziz tatlıların dilinde bıraktığı unutulmaz tat yayıldı damağına… Her neyi duyumsadıysa gözlerinin dolu dolu olmasını engelleyemedi.

“Ah Kirkor Efendi…” dedi ve teker teker küçüklüğümden beri binlerce kez dinlediğim, yüzlerini bir kez bile görmesem de sanki çocukluğumdan beri tanıdığım kişiler mutfakta, yanı başımızda belirivermişti o an; “…Apostol Efendi, Madama, Ümit dayı, Frankocuk, Aysel yenge, Albert.”

Daha fazla sayamadı, gazeteyi masaya bıraktı, yavaşça ayağa kalktı ve çaydanlığın altını kapattı. Göz göze gelmek istemiyordu benimle. Masadaki reçeli alıp mutfak tezgâhına koydu.

“Hadi gel seninle dede torun bir tatlı daha yiyelim orada. Veda edelim asırlık çınara…”dedi. Reçeli tezgâhın üzerinde bırakıp mutfaktan çıktı. Çok üzülmüştüm, ama onu kendinden veya anılarına bu denli ev sahipliği yapan pastanenin müdavimi olan yaşıtlarından başka kimse daha iyi anlayamazdı. Bilinçsizce hareket ediyor gibiydi veya zaman kazanmıştı, reçeli öylece bırakıp başka hiçbir şey yapmayarak. Masada bulunanları hızlıca buzdolabına koydum. Kirli tabağımı -gerçi kirli de sayılmazdı- ve masadaki kırıntıları öylece bırakmıştım. Üzerime valizden aldığım bir kazağı ve markasına oldukça para harcadığım kotumu özensizce giyiverdim. Soğuk olmasına rağmen vazgeçemediğim ve giyilmekten kenarları eğri büğrü olmuş spor ayakkabılarım beni kapıdaki ayakkabılıkta bekliyordu. Dedem ise benim tam aksime yarım saatte hazırlandı. Tıraş oldu, kokular süründü, takım elbisesini ve ceketini giydi. Dolapta her zaman ütülü ve üzeri poşetlenmiş şekilde iki üç takım elbisesi hazır bulunurdu. Onların bu özenine hayran kalırdım, ama annem onlar kadar özenli değildi. Olsa da bu zamanda kim bu denli özenirdi ki? Ay taşından yapılıp ona seneler önce hediye verilen ve bileğinden çok nadir düşürdüğü tespihi yine aynı yerinde, yorgunluktan yığılıp kalmış gibi halsizce asılı duruyordu. Yoldayken çıkır çıkır onunla oyalanacaktı muhakkak.

Gideceğimiz yer öyle çok uzak olmasa da şehrin trafiği insanın uzak kavramının değişmesine neden oluyordu. Deniz seferleri, raylı ulaşım ve dahası, insan yükünü azaltmayı başaramamış, bu görkemli çatının altındaki devasa nüfusun dağılımını dengelemek, ne kadar uğraşılırsa sanki o kadar ters tepiyormuş gibi görünüyordu. Şehir gün geçtikçe çoğalıyor, kendi evlatlarının, renkli kişiliğini çok iyi tanıyanların ve yıllar önceki saflığına şahit olanların göç edişini izliyordu hüzünle. Doğu, Batı’ya; Batı, Güney’e ve kıyılara yoğunlaşıyordu ortasından deniz geçen rüya şehrin boğuculuğuna daha fazla dayanamayıp.

Korna seslerinden insanın kendi düşüncelerini bile duyamadığı ve her baktığımda bir kez daha etkilendiğim şehri, etrafındaki cisimlere ve ışığa hayretle bakan bebekler gibi karşılıyordum. Burası dedem ve anneannemle bütünleşmişti benim için. Yılların yorgunluğu ne kadar okunsa da yüzünden; her zaman dik durmayı bilen, insanlığın güzel yüzü kadar aydınlık olan, her daim deniz kokan, farklılıkların mutluluk bahşeden yıllanmış dostluklarından bugüne uzanan fotoğraf karelerinde hep ön saflarda bulunan, üzüntülerin koyu gölgesinde bile şen şakrak bir kahkahayı çevresinden esirgemeyen divane memleketti burası. Umutsuzluk barındırmazdı avlusunda, kör karanlıklarda yanan minik bir kandili olurdu daima… Oysa bugün o dinginlik, o coşku yoktu dedemin solgun suretinde. Bugün, ışıltılı kanatlarını maviliğe sürgün eden gök kubbenin ferahlığı yoktu hüsran dolu bakışlarında. Yol boyunca hatıralarına dair bir iki soru sorsam da her zaman neşeyle cevap veren gür sesli, yay kaşlı, ayak bastığı yerler kendisine aitmiş gibi torununa buraları gururla gezdiren dev adam, kısa cevaplarla yetiniyordu sadece.

Pastaneye doğru yaklaştıkça onu orada bulamayacağından mı korktu, bilinmez, endişeli hali kendini iyice göstermeye başladı…

Hava çok soğuk olmamasına rağmen arada durup atkısını boynuna daha sıkı doluyor, ellerini ovuşturuyor, kolunun altına sıkıştırdığı deri çantasını onun da üşümemesini istermiş gibi kısa aralıklarla kontrol edip daha da sıkı sarmalıyordu. Yol, boylu boyunca aşağı uzandığından; öteye, denize kadar hep daha öteye gittiğinden, her biri tarihi sırtlanmış yapılar olarak grileşen beyaz binalar aralara açılan sokakların es vermesi haricinde birbirlerine tutunmuş gibi duruyorlardı. Pastaneyi önceden görmek bu yüzden zor olsa da gideceğimiz yerin yakınına doğru adım attığım her seferde yer döşemelerinin, taşların değiştiği noktadan, Arnavut kaldırımının kendini kanalizasyon kapağına bırakan kesişim çizgisine kadar ezberlemiş olduğumdan başımı kaldırmasam bile elimle koymuş gibi bulabilirdim tatlı dünyasına uzanan kapının girişini. Her yöne uzanan devasa camların ardından sarı ışıkların insanın içini ısıttığı o an yine gelmişti. Pastane hemen önümüzde yükseliyor, gelen müşterileri görünce gülümsermiş gibi ayçöreği biçiminde yazılan ismiyle bize hoş geldin diyordu adeta.

Kapının açılmasıyla yoğun vanilya kokusunun teslim aldığı sıcak hava üzerimize hücum etti. Dedem, el değiştirmiş olan pastanenin sahipleriyle öncekiler kadar içli dışlı olmasa da ahşap korkuluklara tutunmak, çocukluğundan beri en ufak bir değişime uğramayan zeminin üzerinde yürümek, duvardaki tablolara bakmak, pastanenin kuruluşunu ve kalitesini anlatan yazılara göz süzmek onun için bu dünyadan ayrılan ailesi ve dostlarıyla, bu toprakları terk eden arkadaşlarıyla; ama en önemlisi buralardan varlığını hiç eksik etmeyen gençliğiyle yeniden yüz yüze gelmekti.

Devasa dolaplarda sıra sıra olmuş tatlıların her biri insanı ayrı cezbediyordu. Benim de buraya ait anılarım vardı; dedem gibi ve ne zaman buraya gelsem en zorlandığım kısım seçim yapmak olur, her seferinde de ‘o kadar düşünmeme değmemiş’ deyip aynı tatlıyı ısmarlardım. Bugün farklı bir şey yemeye karar vermiştim, ama benimkiler yine aynı rafta, üzerleri beyaz inci kremasıyla bezenmiş, onun da üzerine antepfıstığı ve kırık fındık serpiştirilmiş ve güzelliklerinden hiçbir şey kaybetmemiş biçimde yine bana bakıyorlardı.

Yer bulmakta zorlansak da dedem buranın en eski müşterilerinden olduğu için ona özel bir masa yapıverdiler. Biri sürekli gülümseyen, diğeri onun aksine bir kez bile gülmeyen iki genç garson, emrin büyük yerden gelmesi üzerine işlerini hızlıca yapıp, siparişlerimizi hemen masaya getirdiler.

“Her şeyi zamanında yap canım torunum. Yaşlanınca canının her istediğini bile yiyemiyorsun maalesef.”dedi, dedem çok da istemeyerek aldığı ‘light’ kazandibini yerken. Bense yalnızca gülümseyerek çikolata kremasının tabağı kapladığı yoğunluk içerisinde kaşığımla yeni yollar açıyor, kaşığa biriken lezzetli tadı her seferinde daha da iştahla ağzıma götürüyordum. Buranın yüksek tavanı her zaman ilgimi çekmişti. Göğe varmak isteyen dalların, yeşil parmaklarını bulutlara değdirmeye çalışırcasına uzandığı gibi buraları temizlemek için kim yetişebilirdi kireç renginin sarıya dönen pütürlü yüzeyine? Bir erkek için çok da düşünülesi şeyler değil belki tüm bunlar, ama benim gibi annesinin ve anneannesinin yamacında yetişen bir çocuk ileriki yaşlarda temizlikten, çocuk bakımına kadar her ayrıntıyı düşünüyor ve kadınların çektiği ıstırabı kıyısından köşesinden yakalıyor olmalıydı. Kimi zaman etrafa bakmaktan sıkılıp önümdeki bakır rengi tabağa bakıyor, dilimdeki kakao tadını duyumsuyor ve bazen de dedeme çeviriyordum kaçamak bakışlarımı. Kırarmış olan gür bıyıkları, kaşığa uzanırken öne doğru uzanıp tortop oluyor, kaymaklı beyazlık diline yayılınca da dudaklarının ince çizgisi üzerinde iki yana yayılıyordu.

“O! Reşat Bey, hoş geldiniz efendim!”

Ardımda duyduğum ses çok tanıdıktı. Saçları beyazlamış olan takım elbiseli yaşlı delikanlı, pastanenin sorumlusuydu. Oturduğum tabureden ayağa kalkmadan hafif yan dönerek ağzımdaki lokma bitmeden gülümsedim Gencer Amca’ya ve sonra aynada yansıyan aksimi görünce hemen ağzımı kapatıp önüme döndüm. Kakao kreması dişlerimi olduğu gibi kaplamıştı ve ağzımdaki lokmayı yutmadan gülünce oldukça çirkin bir görüntüyle karşılaşmıştım. Dedem, dudaklarını ve bıyıklarının ucunu peçeteyle kibarca temizleyip ayağa kalktı, Gencer Amca’nın elini sıktı. Kederliydi ikisi de… Şarap rengi kadife perdelerin asaletinde, bir köşede dekor niyetine kullanılan plağın kederli sessizliğinde biraz benden; koskoca adam olduğumdan bahsettiler. Yıllar su gibi akıp gidiyordu; her iki cümlenin sonunda bunu söylüyorlardı. Ülkenin durumları, gidişat, işsizlik sorunları ve dahası ayaküstü sohbete sığdırılınca dedem derin çatlaklarla dolu ülkenin bir köşesinden sızan asıl konusuna geldi. Dedem henüz nefesini toparlayacak kısacık ânı bulamadan, küçük bir oğlan çocuğu edasıyla dudak bükerek pastanenin sonunu anlattı Gencer Amca. Yüzü geçmişe dönük pastanenin iliklerinde, buruşmuş dudaklarından yankılanan iki kelimenin ardından iki adam ve pastaneden başka bir şey kalmadı ayakta. Yanlarından kim bilir hangi dillere bezenmiş neşeli şarkılarıyla kimler geçiyor, kimin neşeli telaşına cevap veriliyor, kim bilir hangi renkli anılar fotoğraf karelerindeki gibi siyah beyaza dönüşüyordu… Bir şey diyemedi ikisi de ayrılırken. Yerden kaldıramadıkları bakışlarını orada öylece bırakarak kuru bir selamlaşmayla yetindiler, yeniden görüşebileceklerine dair bir tatlı veda bile etmediler. Hesabı ödedikten sonra dedemin kapıyı garsonlara açtırmayıp, kapı kolunu sıkıca kavradığı ve kapıyı anılarının üzerine çekerken kapıyı zifiri bir hüzünle okşadığı gözümden kaçmadı. Dede-torun, pastanenin yüz güldüren ışıkları önünde dururken dedemin bana, ben çocukken anlattığı hikâye etrafımızda dolanıyordu:

Küçük bedenlerin hararetli koşuşturmalarının içine işleyen soğuk havanın dedemi hasta ettiği günlerden birinde derin uykusundan sıçrayarak uyanan dedem, alt komşunun kızı Raşel’i başucunda sessizce otururken bulur. Büyük babaannem ve büyük dedemin de işleri olacak ki, ikisi de dedemi en güvendikleri aile dostlarına teslim edip evden erkenden ayrılmışlar, gecelerce cayır cayır yanan çocuklarının iyileşmeye başladığını gördükleri an fırsattan istifade yapılması gerekenleri bir an önce bitirmek için yola koyulmuşlardı. Dedem, zeytin bakışlarını odada gezdirdikçe anne ve babasının onu bırakıp gitmelerine içlenmiş, kızcağızın tüm ilgisine rağmen saatlerce ağlamayı kesmemiş. Raşel, kardeşi gibi sevdiği zeytin gözlü çocuğun elmadan da kırmızı yanaklarından süzülen gözyaşlarına daha fazla dayanamayıp onu sıkıca giyindirmiş ve çocuğun çok sevdiği ayçöreğinden almak için pastanenin yolunu tutmuşlar. Yeşil eldivenli minik elin kapı kolunu kavramasıyla beraber, dedemin, bugün oturduğu masalardan birinde, anne ve babasını cilveleşip tatlı yerken gördüğünde “-Çizi lâlâmazlar çizi!” diye bağırıp kapıyı hızla çarptığı o günün devamında haftalarca evlilik yıldönümlerinin önemini anlatmakla uğraşmıştı ebeveynleri ona.

Yaşlı adamın yorgun gölgesi henüz yanan sokak lambalarının titrek ışığında büyürken, yeşil eldivenli minik el içeride buralardan çoktan göçüp gitmiş ailesini, eşini dostunu bulacakmış gibi kapı koluna yeniden asıldı. Yoğun vanilya kokusu sıcak havaya karışarak saçlarımıza tutundu. Bir kez daha baktı yanakları elma olmuş küçük çocuk hatıralarına… Şehir, siyah örtüsünü üzerine çekerken bir kez daha baktı dedem, kakao ve vanilya kokulu çocukluğuna…

Bunu paylaş: