“Mutlu Bir Olay” Üzerine – Duygu Yılmaz

“Mutlu Bir Olay” Üzerine*

 Mutlu bir olay, “bir aşkla hayatı değişen” kadının hikayesinden biraz daha derin bir konuyu ele alıyor. Hayatını kendinden olabildiğince uzağa, eğitimine adamış bir kadının öyküsü var temelde. İnsanların dünyası tam olarak böyledir dedirten bir öykü hem de. Bazı anlar gelir, dibe vurursunuz ve o dibe vurduğunuz anlarda etrafınızdaki herkes sizin dilinizden başka bir dili konuşur. Kendinizi parçalasanız da anlayamazsınız. İki uçlu bir hayattır bu. Nefret ve sevgi  arasında, anlamak ve anlamamak arasında, gitmek ve dönmek arasında devinim yapıp durur düşünceleriniz. Modern dilde depresyon denen şeydir bu his ve sıkıca yapışır yakanıza. Herkes farkındadır değiştirdiğiniz dengelerin; ama  kimse ilişmek istemez size. Barbara-başrol oyuncusu- tam da böyle bir hayatın içine izleyici olarak çekiyor sizi. Son zamanlarda derin bir ayrılık yaşamadıysanız, terk edilmediyseniz, şehir değiştirmediyseniz, sizi kimseciklerin anlamadığını düşünmediyseniz, Barbara gözünüze sıradan bir “loğusa sendromu” olarak gözükecektir. Oysa filmi izleyenlerden en az yüzde 10’u, Barbara’yı içten şekilde anlayıp, “en azından benden daha az uyuyorsun…” diyecektir. Yüzde 90’ın içindeyseniz, filmin keyfini çıkarın diyebilirim. Yüzde 10’un içindeyseniz ise benim size söyleyebileceğim her şeyi çoktan siz kendi kendinize söylemişsiniz demektir.

Mutlu Bir Olay, normalde oturup üzerine yazı yazdıracak kadar teknik açıdan güçlü bir film değil aslında. Aslolan, Barbara ile aramdaki –hamile veya loğusa olmamama rağmen- benzerlik. Etrafında söylenip duran onca insana rağmen, depresyonla yaşamayı sürdürmek, bazı kadınların en büyük başarısıdır, demişti bir arkadaşım. Eksik bir yer vardı cümlede, ben senelerce neresi olduğunu çözemedim. Yıllar geçti aradan. İnsanların ellerinden aşklar geçti, ayrılıklar, ölümler, doğumlar, fikirler ve kavgalar geçti. Amaçlar edindik, sonra onları  yerle bir ettik, yenilerini üstünkörü tutuşturduk eskilerinin yerine, oturtmadık bile ve tüm bunların ortasında, tam da her şeye göz yumduğumuz bir anda, o cümlede neyin eksik olduğunu anladım ben…

İster kabul edin, ister etmeyin, hayatınızı değiştirmeye, dönüştürmeye, ne istediğinizi bilmediğinizi, bilseniz de bunun yanlış olduğunu anlatmaya çalışan onlarca insan olacak hep çevrenizde. Ve yeri geldiğinde, söz konusu olan bu insan, bir başkasının hayatı için “siz” olacaksınız. Gerekliliklerden, eskilerden, hatalardan bahsedip duracaksınız, sırf karşınızdaki “kendine” gelsin diye. Yetmeyecek, karşınızdakinin sizden uzaklaşmasını bencillik olarak addedeceksiniz. Kimsenin sadece mutluluğunu düşünmeyecek, başkalarının hayatlarından kendi payınıza düşeni de siz kontrol etmeye çalışacaksınız. Tüm bunlar   olup  biterken,  siz  kendinizi  depresyonda  sanacaksınız…  İşte   bunu hissettiğiniz ilk an, asıl depresyonu yaşayanın karşınızdaki olduğunu ve bu depresyonu taşıyamadığınızı fark etmelisiniz.

Mutlu bir Olay, sonu güzel biten filmlerden… Ama daha da güzeli, depresyon  ne kadar ağır olursa olsun, gün gelince biteceğini anlatıyor olması. Bu doğanın kendiliğinden oluşan bir nihayetlendirmesi mi, bilinmez; ama hayat gittiği yere kadar acıtarak, sancıtarak, delip geçerek ve sürükleyerek ilerleyecek. Payımıza düşen, sonuna, sonsuzuna dek, direnmek…

“Yaşamı taşımaya çalışmak, erdemlerin en eşsizidir…”

*https://issuu.com/azizm/docs/ederginisan2012

Bunu paylaş: