Kirlenen Adalet – Adnan Binyazar

Kirlenen Adalet*

Bir iktidar, toplumda kin yaratmanın değil, kinin kökünü kurutmanın sorumluluğunu taşımalıdır. Bu da ancak adalet terazisinin ibresi yerinden oynatılmazsa gerçekleşir. Bir ülkede katiller elini kolunu sallayarak geziyor; bilim adamları, dünyada barışın simgesi olan Mustafa Kemal Atatürk’ün komutanları, yazarlar, sanatçılar, gazeteciler, özgürlük yolunda düşüncelerini meydanlara taşıyan sendikacılar, “her biri cihan parçası” gençler hapislerde çürütülüyorsa, o ülkede adalet kirlenmiş demektir, bu kirliliği arındırmak yılları alır.

Üç kişinin katili bir gecede düzenlenip hemen onaylanan bir yasayla tahliye ediliyor, o kişi, ertesi gün, katlini meşru kılarcasına, “O günün şartlarında öyle gerekiyordu, öyle bir mücadele verdim,” diyebiliyor… Sözlerine şunu da ekliyor: “Sayın Erdoğan’dan böyle bir beklentimiz vardı. Sözünde durdu, sağ olsun. Kendisine buradan teşekkürlerimi iletiyorum.” Hukuk devletinde böyle bir teşekkür, Başbakan durumundaki bir kişiye en büyük hakarettir.

Suçlular özgürlüklerine kavuşturulurken, ülkeyi aydınlığa erdirmeyi kutsal görev sayanların başının üstünde çağ sapkını Demokles’lerin sivri uçlu kılıçları sallandırılıyor. Din perdesi altında her gün bir adım daha bilgisizliğin batağına sürüklenen halkın bu boşluğundan yararlanılarak, en başta bilgi devrimcisi Atatürk, ülkeyi geliştirme yolunda savaşım verenlere karşı halkın arasına kin tohumları serpiliyor.

Öyle bir duygudur ki kin, Macbeth’in deyimiyle “kafanın içini binlerce akrep doldurur”; onu intikam duygusuyla katil olmaya sürükleyen karısı Lady Macbeth’e de, “Çocuk büyüttüm; insanın meme verdiği yavruya sevgisi ne kadar sevecenlikle doludur biliyorum. Ama sizin bu iş için içtiğiniz ant gibi bir ant içmiş olsaydım, daha dişleri çıkmamış ağzından mememin başını çeker de onun beynini dağıtırdım!” dedirtir.

Kin duygusuyla, Kurtuluş Savaşı kazanarak laik Türkiye Cumhuriyeti’ni kuranlar karalanıyor. Terör aldı başını gidiyor. Hiç uğruna insanlar ölüyor. Tören düzenlenip boş nutuklar atıldıktan sonra şehidin de onun ardında bıraktıklarının da adını bile anan olmuyor. Batıdan doğuya halk açlıktan kırılıyor. Sağlık sorunları cadı kazanına döndü. Cana kıymalar, tecavüzler aldı başını gidiyor. Her gün günışığına daha gözünü açmadan yüzlerce bebek can veriyor… Öte yandan, doğurgan bir mal gibi algılanan kadına “Üçle yetinme, beş doğur!” diye buyruklar yağdırılıyor.

Doğursun da, nasıl bir dünyaya?..

Shakespeare, Macbeth’indeki İskoçya soylusu Rosse, karmaşalarla yaşanmaz hale gelen kin ortamını şu sözlerle dile getiriyor: “Ah, zavallı ülkem! Kendini tanımaktan adeta korkuyor. Ona anamız değil ancak mezarımız denir: Orada her şeyden habersiz olanlardan başka gülümseyen yok; ahlar, iniltiler, göğü yırtan ağlayışlar sürüp gidiyor, duyan yok! Fark edilmiyor bile. Büyük üzüntüler günlük kaygılar olmuş; ölüm çanı çalarken kime diye soran pek olmuyor; iyi insanların ömrü başlarındaki çiçeklerden önce geçiyor, çiçekler solmadan onlar göçüp gidiyor.”

Sözün özü; Tanrı duygusunu içinin sesi eyleyen Yunus gibi bir ozan, yedi yüzyıldır “Düşmanımız kindir bizim” desin, ardından Mustafa Kemal, “Yurtta sulh, cihanda sulh” ilkesini dünya barış tarihine altın harflerle yazdırsın; günümüzde biri çıksın, iktidarını bütün dinlerin yasakladığı kin üzerine kursun!..

Güzel halkım, tarih boyunca ne acılara katlandın; gel, biz yine de Çankırılı Kadrî’nin sözünü tutalım:

Kıl bu sözlerimi gûşuna perçin (gûş: kulak)

Sakın bir kimseye hiç eyleme kin…

*https://issuu.com/azizm/docs/edergiagustos2012

Bunu paylaş: