Kara Çalıların Hışırtısı: Araf – Selin Süar

Kara Çalıların Hışırtısı: Araf* 

Yakın dönem Türk Sinemasının önemli yönetmenlerinden Yeşim Ustaoğlu‘nun yazıp, yönettiği ve başrollerini Neslihan Atagül, Barış Hacıhan ve Özcan Deniz’in paylaştığı Araf, gerçekçi sinema eksenine başarılı biçimde oturduğu kadar toplumsal gerçekçi olarak niteleyebileceğimiz ve görsel yönetmenliği üst düzey olan bir film olarak karşımıza çıktı.

Sokakların kültürel atmosferini, kendi iç gerçekliği ekseninde “Güneşe Yolculuk” filminden beri yansıtmayı başarabilen yönetmen, karakterlerini ve onların iç dünyalarını, evrilen toplumsal dinamikler çerçevesinde yeniden başarıyla gözler önüne serdi. Ülke sanayisinde payı büyük olsa da henüz kendi muhafazakarlığından kopamayan şehir halkı, o halkın gençlerinin televizyondan gördükleriyle yeşerttiği hayaller, Türkiye’de kadın olmaya dair altı çizilerek verilen sorunlar; adeta görüntülerin büyüsüne karışıp tek vücut olmuş şekilde seyirciye sinemasal gerçeklik temelinde başarıyla sunulmuş. Yönetmenin, Pandora’nın Kutusu’nu çekerken yaptığı gözlemler sonucu Zehra karakterinin öyküsünü oluşturması, aslında senaryonun belkemiğinin ne kadar önce inşa edilmeye başlandığını gösteriyor.

Bulunduğu coğrafyadan ismini alan ve kara çalılık anlamına gelen Karabük, Cumhuriyet’in kuruluşundan beri demiryollarının geçiş noktası olması ve kömür yataklarına sahip olması nedeniyle sanayileşmenin can damarlarından birini oluşturmuş, kurulan demir çelik fabrikası yörenin en büyük geçim kaynaklarından biri haline gelmiştir. Hal böyle olunca sanayileşmenin sosyo-kültürel yapıya etkileri de gündeme gelir, ancak diğer kentlere bakıldığında kendini devasa alışveriş merkezlerinin çoğunluğundan, kent prototiplerinin imitasyonundan görece korumayı başaran Karabük’ün kıyıda köşede kalan insanlarının yüzü, kentle kırsal arafında kalan silüetleri perdeye yansıtıyor. Ustaoğlu’nun geçmişine bakıldığında Karadeniz’in büyük bir önem taşıması filmin atmosferini belirleyen en büyük etkenlerden biri. Yöre halkının gerek toplumsal ilişkilerinde, gerekse yaşam savaşı verdiği çalışma şartları içinde içe kapanık olarak yaşamını sürdürmesi, her biri ayrı bir yaşamı ve geçmişi temsil eden derin karakter analizlerinde vücuda geliyor.

Yolcu otobüslerinin, uzun yolculuk yapan tır ve kamyon şoförlerinin uğrak yeri olan dinlenme tesislerinde çalışan üç ana karakterin, Angelopoulos’un “Sonsuzluk ve Bir Gün” filminde Arnavut çocuğu sınıra geri götürmesiyle ruhların asılı kaldığı sınır sahnesine benzeyen atmosferi, karakterlerin yaşamlarının merkezine oturtan yönetmen, çalışmaktan bitap düşen insanların boş zamanlarında ne yapabildikleriyle yola çıkmış. Her birinin kendi hayalleri, yaşamın verdikleriyle kendi ruhlarına kazınan izleri bulunuyor. Uzun çalışma saatlerinin karşılığında evlerine ancak kendilerini doyurabilecek kadar para götürmeyi başaran karakterlerin sistemi sorgulamak yerine, kaderci bir kabulleniş ve televizyon ekranına sıkışan eğlence anlayışlarıyla, popüler televizyon yarışmaları sayesinde ‘bataklıktan kurtulma’ çabaları gün yüzüne çıkıyor. Böylece popüler kültüre dönüşmüş olan her tür söylem, gerçekçilikten ve sorun çözmekten insanları uzaklaştırıyor ve toplum, edilgen hale getiriliyor. Tesislere uğrayan insanların kattığı anlık farklılık ise medya gündeminin sürekli değişmesi gibi bir anda toz olup uçuyor.

Çalışma hayatı, ev, televizyon ve gerçekler kıskacındaki orta sınıfın hikayesini anlatan Araf’ın iskeleti Zehra ve Olgun’un üzerinden ilerliyor. Zehra, para biriktirerek içinde bulunduğu hayattan bir an önce kurtulmak isterken, onunla evlenmek isteyen Olgun ise “Var Mısın, Yok Musun” yarışmasıyla para kazanıp daha iyi bir yaşam kurmanın peşine düşüyor. Zehra’nın, tesislere gelen Mahur (Özcan Deniz) adındaki kamyon şoförüne âşık olup, onu hem zincirlerinden kurtaracak kişi gibi benimsemesi, hem de tutkuyla bağlanacağı bir kişi gibi görmesi filmdeki ana karakterlerin hayatlarına inecek bir darbeyi de beraberinde getiriyor. Yönetmen, Mahur ile Zehra’nın görüşmelerini, birlikte oluşunu bütünüyle diyalogsuz vermeyi tercih etmiş. İzleyici her an, birbirleriyle her insan gibi bir sohbete girmelerini bekliyor, ancak ikisinin arasındaki beraberliği yıkan ‘kelam’ oluyor. Zehra’nın “Beni de götür” demesiyle Mahur, bir daha dönmemek üzere uzaklara gidiyor. Henüz gencecik yaşında bir bebek beklediğini öğrenen Zehra, hastane tuvaletinde düşük yapana dek Mahur’u beklemekten yılmıyor.

Filmin en can alıcı sahnelerinden biri olarak addedilen, Zehra’nın, hastane tuvaletinde ölü doğum yapması ise usta bir oyunculuk ve sinemasal sınırları aşan bir gerçeklikle verilmiş. Anne babasına hamile olduğunu duyurmayan, ancak bir gece aniden sancılanan Zehra’nın tuvalete gidip bir başına kanlar içinde çocuğunu doğurması ve göbek bağını tokasıyla kesip cenini tuvaletin camından dışarı atması, hem Türkiye’de kadına verilen değerin ne kadar geride olduğunu gösteriyor, hem de doğal bir sürecin ve ülkemizde sıkça yaşanan bu durumun ne denli olağan olduğunu… Dahası bunların hiç birinden Zehra’nın ailesi haberdar edilmiyor. Jandarmalar, arka bahçeye atılan ceninin sorumlusunun kim olduğunu bulduklarında dahi aileye hiçbir şey söylenmiyor. Böylece ortalama Türk ailesi bireylerinin birbirlerine ne kadar yakın olursa olsun, birbirleri hakkında hiçbir şey bilmedikleri gerçeği, aile/çevre korkusu ve toplum yapısındaki karakter değişikliği de satır arasında başarıyla veriliyor.

Filmin diğer ana karakteri Olgun’un ise küçük hayatında en değerli yerlere oturttuğu en samimi arkadaşı, evlenmek istediği Zehra ve annesi, hayatından bir bir çıkıyor zaman içerisinde. Acun’un programına katılıp zengin olma hayallerinin köşesine sıkıştırdığı arkadaşı askere gideceğini söyleyince üzülüyor, annesi, dedesinin hastalığını bahane ederek evden gidip sırra kadem bastığında çöküyor ve en büyük travmayı evlenme teklif ettiği Zehra’nın “Ama ben yüklüyüm.” demesiyle yaşıyor. Birini, kendisini doğuran kutsiyet, diğerini yaşamında başına gelen en güzel şey olarak gören Olgun, iki dişi karaktere bağladığı hayatında çıkmak istedikçe tekrar batıyor, ancak mücadeleyi bırakmıyor ve filmin sonunda televizyona ilk kez çıkmayı hayal ettiği “Var Mısın Yok Musun”un kutusundan “Hayatın Gerçekleri” programının çıkmasıyla hapishane parmaklıkları arasında da olsa her şeyi geride bırakıyor.

Göze çarpan bir başka önemli karakter de Zehra’ya yoldaşlık yapan, onunla her sırrını paylaşan ve ona yardımcı olan Derya (Nihal Yalçın). Toplumda kadın olmanın sorunlarını, geçmişinden edindiği kötü deneyimler çerçevesinde “Başka çaren yok” diyerek sıkça Zehra’ya yol göstermeye çalışan Derya’nın, filmin sonunda ortaya çıkan sırrı insanoğlunu, utancından yere baktıracak cinsten.

Seyircilerin arasında en büyük tartışma konusu olan sahnelerden biri de filmin finali. Zehra, yazdığı mektuplarla Olgun’u yeniden geri kazanıyor ve hapishanede noktalanan nikahla sona ulaşılıyor. Kameranın, hükümlülerin ve televizyon programcılarının eşliğinde, parmaklıklar arasından yukarı doğru çıkışı, mutlu sona ulaşılmış gibi görünmesine rağmen bize yine dört duvar arasına sıkışıp kalan, istemedikleri hayatı yaşamaya mahkum bırakılan karakterleri gösteriyor. Sonuç olarak, Ustaoğlu, hayatın içinden olanı karelediği fotoğraflarla bize, belki yan kapımızın ardında, belki birkaç sokak ötede, belki de kendi içimizde yaşadığımız ‘araf’ların altına imzasını bir kez daha başarıyla atmış bulunuyor.

*https://issuu.com/azizm/docs/edergiekimkasim2012

Bunu paylaş: