Güneşin Saçları Alabildiğine Kızıldı – Işık Cem Özok

Güneşin Saçları Alabildiğine Kızıldı* 

Saf yüreklerin kanayan dehlizlerinde insanların acımasızlığının bir kopyası, asıl nüshanın yıllardan beri hiç değişmediği bir dünyada, para ve güç zaafının dünyadaki “küçük şeylerin” verdiği doyumsuz hazlardan daha gerçekçi olduğu bir dünyada, güvensizliğin ve cehaletin herkesin dilindeki vecizelerle yok edilmeye çalışıldığı sanal ortamlarda, insanların birbirinin sırtından zıplayarak smaç basma alışkanlığının ötesinde eşitsizliğin yalın çıplaklığı boy gösteriyordu. İnatla güneş her gün doğuyordu, bulutlar yağmura dönüşüp, kuşlar inatla cıvıldamaya devam ediyordu bunca pisliğe rağmen. Batan güneşin saçları sanki bütün gökyüzünü kucaklamışçasına olabildiğine kızıldı. Saçların bu “çakma olmayan” rengi sakallarına vuruyordu. Kırmızının kardeşinden kaçmak imkânsızdı bu akşam. Balkonunda oturmuş dibi ince ve boyu uzun bardağının içindeki rakıyı yudumladıkça, geçmişinin kıyafetlerini teker teker çıkarıyordu. Sevişme sahnesinin yaklaşmasıyla duyguları daha bir çıplak, daha bir yoğunlaşıyordu zihninde. Oturduğu sandalyenin önündeki masada bir çift kağıt duruyordu, kağıtların sağ kenarındaki pilot kalemini yavaşça eline aldı, duble rakısını yudumladıkça, üstsüz duyguları kendisini kalemine yönlendiriyordu. Yazmayı ve kendini ifade edebilmeyi seven biriydi. Tıp fakültesinin 4. Sınıfına geçen bir öğrenciydi. Küçüklükten beri hep doktor olmayı istemiş çalışmanın ve gayretinin ödülü olarak şehir dışında bir tıp fakültesine okumaya  hak kazanmıştı. Yazmayı da seviyordu belki de mesleğinden alıkoyabilecek kadar çok seviyordu. Bir cumartesi akşamıydı, her taraf alabildiğine kızıldı. Kendi duygularına direnci kırılmıştı artık kalemine sarıldı ve yazmaya başladı. Tıp fakültesindeki ilk 3 senesini anlatmayı seçti rakı kokan kızıl bir cumartesi gününde.

İlk yıl arkadaşlığın hâkim olduğu, herkesi yeni tanımanın verdiği heyecanla sonraki 5 yılın tohumlarını atmaktı, değer vermenin heyecanı hâkimdi. Yavru bir kuşun uçmayı öğrenmesi kadar yabancı, yeni basılmış bir kitabın kokusu kadar tazeydi ilk sene. Yepyeni bir ortama girmiş olmanın verdiği heyecan ve mutluluk, sıfırdan yeni arkadaşlıkların başlaması ve bunun bir düzine  geniş aileye dönüşmesi, öğrenci yurdunda kalmak ve yavaş yavaş tek başına yaşamayı öğrenmekti birinci yıl. Bir annenin ilk göz ağrısı, ilk öpüşme gibi hafızaya yazıldıktan sonra bir daha kazınamayacak değerlerdi hepsi. En önemlisi hayata tek başına tutunabilmeyi öğrenmekti, uzak bir şehirde okumanın verdiği dayanıklılık.

İkinci yıl sahip olduğum arkadaşların yerini tek bir kıza bırakmasıydı belki de. İlk seneki samimiyetin aksamasıydı bütün o çevremdekilerin sitem ve öfke çığlıkları… Bir yandan etkisinde kaldığım tutku bir yanda da arkadaşlarımdan uzaklaşmam, yeterince ilgi gösteremediğim için kendimi suçlamam, ilk sene bir düzineyken bazılarının yollarını ayırmasının verdiği bölünmüşlük hissi… Bazılarının hiç umursamadan yolunu makaslaması, benim duyduğum kaygının yanında içimdeki tutkunun yosun tutmasıydı. Damağımdaki çikolatanın verdiği eski tadı alamıyordum.

Üçüncü seneye, bakıyorum karşımdakilerin suretleri değişmiş. Yılların verdiği hafif kırışıklık insanları daha bir olgunlaştırmış, meyvesini vermeye hazır bekleyen bir ağacın mutluluğu gözümün önünden hızla geçti. Kalan arkadaş topluluğunun ortasına bir hançer daha… Arası düzelmeyen dostların gururlu tavırları, incir çekirdeğini dolduramayacak sebeplerden kalplerin kırılması, daha da yalnızlaşan ruhum, üzüntüsü öfkesini yenmiş bir ruhun yavaşça ağırlaşması… Değer verdiklerini tanımanın ilk hazzının yerini şaşkınlığa bırakmasıydı yavaş yavaş ruhumu saran üzüntünün kaynağı…

Dostluk ve arkadaşlık isteyen biriydim, derslikten adımımı attığımda insanlara gösterdiğim ilginin karşılığı olarak bir kaç sahte gülümseme ve tek tük selamlaşmayla idare ediyordum. İkili-üçlü arkadaşlıkların ötesi yoktu 170 kişilik amfide, tek yürek tek bilek anlayışının yanından geçmemişti kimse ve kimse kendi kümesine eleman katmayacak kadar acizdi. Bir köpeğin dostluğu bile yoktu bu insancıklarda. Sadece ders için not için kurulmuş arkadaşlıklar görüyordum. Yerinde sayan yük gemileri gibiydi adeta. kafamı dümen tam sancak yapıyordum, 3 senedir birbirine selam vermekten sıkılmış insanlar görüyordum, yürüyen ölüler görüyordum sanki, çoğul eki olan arkadaşlar “biz” olmaktan çıkıp “ben” sözcüğünün ardına sığınmış gibiydi. Bir iki adım daha atıyordum sonra kafamı 360 derece çeviriyordum. Değerli ve sınırlı sayıda arkadaşlarım dışında diğerleri sanki aynı fabrikadan çıkmış robotlar gibiydi. 8.30’da gelir, 12’de öğle yemeğini yedikten sonra kendini evlerine postalayan insanlardı bunlar. Hayır, mümkün olamazdı… Bir kâbus görüyor olmalıydım kendimi çimdikledim fakat değişen hiç bir şey yoktu.

Zaman durmuştu, herkes donakalmıştı aralarında ben yürüyordum sanki… Neden? Diye sorguluyordum, yetişme tarzım, dost alışkanlığım konuşuyordu şimdi,  yanlış  olan  bir  şeyler  var  diyordu.  Ben  ise  gecikmiş      farkındalığın şaşkınlığı içerisindeydim. Yürümeye devam ettim, dışarı çıktım. Şöyle bir içime çektim temiz havayı, kendime gelir gibi oldum, acıyordu hala kanıyordu  ruhum… Yurda geldim, odama girdim ve sandalyeye oturdum. Telefonuma sarıldım. Açtım rehberi bir arkadaşımı aramak istiyordum. Terli ve titrek ellerim tuş takımının üzerindeydi, basamıyordum tuşlara, umutsuzluk hâkimdi, anlayışsızlık, kayıtsızlık hâkimdi insanların üzerinde, basamadım “ara” tuşuna sorum ve cevaplar değişmeyecekti, rahatsız edilmemek için kapıyı kilitledim ve yatağa yatağıma yattım, tavana bakarak yalnızlığı yoğun biçimde hissettim, hayata küfrediyordum, insanlara ve onların tavrına küfrediyordum, isyan ediyordum ama yorulmuştum yavaş yavaş gözlerimi kapadım ve hepsini unutmaya çalıştım, yorgun gözlerimi bir açıp bir kapatıyordum. Gözümün önünde beliren önce bir beyaz bir siyah görüntü, sonra bir beyaz iki siyah oldu, bir beyaz üç siyah derken en sonunda tamamen karanlığa bıraktı. Yarın yine aynısı tekrarlanacaktı ve ben yine tahammül edecektim hepsine, soran fakat umduğu cevabı henüz bulamamış bir bilim adamı gibi tekrar ve tekrar…

Bir an durdu, ağlıyor muydu yoksa sadece gözleri mi dolmuştu emin değildi, ruhunun çığlıklarını kâğıda düşen 2 damla gözyaşı susturdu. Geçmiş hiç olmadığı kadar yakınlaşmıştı, bir film şeridi gibi akıyordu gözlerinin önünden, kızıllığın gözlerini kamaştırdığı gibi onun ruhunu zedeliyordu. Rakısını fondip yaptıktan sonra gereksiz bir aceleyle masasından kalktı dönen başının gevşekliğine aldırmadan. 3 gün önce tartıştığı sevgilisinin 5 blok ötedeki evine sanki elinden her an kayacakmışçasına tuhaf bir aceleyle yürümeye başladı, yürümesi saniyeler içinde yerini koşuya bıraktı. Bahçe kapısını alkolün etkisiyle ve geçici yorgunluğuyla birlikte açması biraz uzun sürmüştü. Sokak kapısının önünde sevgilisinin yedek anahtarlarını evinde unuttuğu farkettiğinde onca yolu boşuna koştuğu için kendine çok kızdı. Geri döndü ve gitmeye hazırlanmıştı ki arkasındaki kapının nazik bir biçimde açıldığını duydu, arkasını döndü ve sevgilisi onu gördüğünde şaşkınlıkla karışık, öfkeli bir bakış fırlattı. Hiç umursamadan sevgilisine sarıldı ve kelimelerin köstek olduğu an hiç bir şey düşünmeden, onun kokusunu içine çekti, güneşinin kızıl saçlarını okşadı bir süre “güneşin” kızıl saçlarının kucakladığı o anı yaşadı iliklerine kadar hissetti teninin sıcaklığını… Güneşin saçları sanki bütün ruhunu kucaklamışçasına alabildiğine kızıldı…

*https://issuu.com/azizm/docs/edergimart2012

Bunu paylaş: