Otoriter Gidişin Bir Bedeli Olacaksa Eğer – Selin Süar

Otoriter Gidişin Bir Bedeli Olacaksa Eğer…*

Bu yazı yayınlandığında iki ülke arasındaki ilişkiler hangi seviyede  olacak, kimse bilmiyor, ama, iktidardaki bakanlarımızın çok savunduğu ve koruyucu misyon yüklendiği Müslüman ülkelerden biri olan İran’a yapılacak saldırı için Türkiye’ye füze rampaları girerken, İsrail ile olan ilişkiler çoluk çocuk kavgasına benzer bir rezilliğe büründü. Kendi sınırlarındaki terörle mücadelede belki de  son 30 yılın en başarısız hükümeti olduğu gerçeğinin üzerini örtmek için özür meselesini dallandırıp budaklandıran iktidar partisi, bu kez de gündemi bu şekilde çarpıttı.

AKP’nin iktidara gelişinin ardından devamlı olarak bozulmaya doğru giden ilişkiler, ekranda masaya yumruk vurmalardan, tüm uyarılara rağmen göz göre göre İsrail’in baş etmeye çalıştığı terör örgütünün barındığı yerlere yardım götüren gemiyi yollamalardan ve ardından şehit olmak isteyenler kendilerince şehit oldu diye dizlerini dövüp, haklıyı haksız konuma getirmelerden doğan bir Arap saçına döndü.

Dışişleri Bakanı Ahmet Davutoğlu‘nun İsrail‘le diplomatik ilişkilerin ikinci katip seviyesine indirildiğini ve ikinci katip dışındaki diplomatik personelin aileleriyle birlikte en geç Çarşamba günü ülkelerine geri gönderileceğini açıklaması üzerine her iki ülke halkının gerildiği saatler yaşandı. Gazze ablukasından, öldürülen insanların ailelerine uluslararası alanda hak aramaya kadar giden yolda her şeyi basit bir ‘özre’ bağlayan iktidar partisi, Türkiye’yi büyük bir çıkmazın eşiğine getirdi.

Bir ülkeyi başka bir ülkede temsil eden en büyük kuruma Büyükelçilik, temsil eden kişilere de Büyükelçi denir. Büyükelçi’nin ardından sırasıyla görev alanı ve rütbesi azalarak Elçi, Birinci Katiplik ve İkinci katiplik gelmektedir. 12 Eylül’ün ardından bir anda laiklikten İslamcılığa kayan ülkemizde, İsrail’in Mescid-i Aksa’ya müdahale etmesi nedeniyle de Türkiye- İsrail ilişkileri 3 Aralık 1980 tarihinde de ikinci katiplik seviyesine düşürülmüştü. 8 sene süren gerginlik, 1988 yılında Birleşmiş Milletler Genel Kurulu toplantısında gerçekleşen Şimon Peres ile Mesut Yılmaz görüşmesine kadar devam etmişti.

Geçmişten Bugüne Türkiye  -İsrail İlişkileri

Türkiye-İsrail ilişkileri 1949’un 28 Mart’ında Türkiye’nin İsrail’in bağımsızlığını tanımasıyla başladı. Böylece Türkiye İsrail’i tanıyan ve halkının çoğunluğu Müslüman olan ilk ülke konumuna gelmiş oluyordu. Yahudi nüfusuna, özellikle de Sefarad ve Sabetay kavramlarına yabancı olmayan Anadolu topraklarında 200.000’den fazla Yahudi, 1491‘de İspanya’dan sınır dışı edildiğinde Osmanlı Devleti tarafından karşılandıklarında tanışıklık yoğun biçimde başlamıştır. Dikkat çekici bir başka nokta da Osmanlı’nın Yahudi nüfusuna kucak açan tek ülke olmasıdır. Bu tarihten sonra Yahudiler, Osmanlı’da ve yeni Türk devletinde çok önemli roller oynamışlardır. Özellikle 16. yüzyılda üst düzey görevlerde yer alan Museviler, Osmanlı tarihi boyunca ticaret ve sanayi dallarında her zaman başı çekmişlerdir. Keza, İspanyol engizisyonundan yıllar sonra bir başka katliamdan, Nazi katliamından kaçan onlarca insanı ve yetişmiş bilimadamını kucaklayan yine Türkiye; yani Anadolu toprakları olmuştur.

Türkiye Cumhuriyeti’nin kuruluşunda ve ülkenin kalkınmasında büyük rol oynayan Museviler’in bir kısmı Türkiye’de yaşamaya devam etmiş, bir kısmı da yeni kurulan devlete; İsrail’e göç etmiştir. İsrail’in kuruluşundan sonra da Türk- Yahudi ilişkileri dostluk düzeyinde gelişmeye devam etmiştir.

PKK Terörüyle Baş Etmede İsrail Yardımı 

1990 yılı ve 2000’lerin başı iki ülke tarihi açısından önemli yer tutar, çünkü bu yıllarda Türkiye ve İsrail askeri, stratejik ve diplomatik açıdan çok sıkı bir ilişki içindedir. Şimdiki hükümetin tamamiyle başarısız olduğu ve onlarca kayıp verdiğimiz terör belasına  kuvvetli  bir  darbeyi  MOSSAD  indirmiştir.  1999 yılında PKK lideri Abdullah Öcalan‘ın Kenya‘da yakanarak Türkiye’ye getirilmesinde İsrail gizli servisi Mossad‘ın etkin olduğu herkes tarafından bilinmektedir.

Türkiye’nin İsrail’le olan ilişkileri zaman zaman Filistin Sorunu konusundaki yaklaşım farklılıkları nedeniyle bozulmaktadır. Türkiye’de 2002 yılında işbaşına geçen AKP sözde Filistin yanlısı bir politika takip ettiğinden İsrail tarafından tepkiyle  karşılandı. 16  Şubat 2006‘da   Filistin’in   de   başını   yiyen   terör  örgütü Hamas‘ın liderleri Halid Meşal’ın Türkiye’ye yaptığı ziyaret, İsrail yetkilileri tarafından tepkiyle karşılandı, ancak böyle büyük bir cesarete karşın (!) ilişkiler yine de İsrail’in özür ısrarlarıyla (!) kopma noktasına kadar gelmedi. 4 Eylül 2011 Pazar tarihli Cumhuriyet Gazetesi’nde Mustafa K. ERDEMOL‘un da belirttiği gibi “Erdoğan Ocak 2004’teki Amerika ziyaretinde Amerikan Musevi Kongresi’nden Cesaret Madalyası almıştır. Tüm olan bitene Davos’ta “Siz adam öldürmeyi iyi bilirsiniz” çıkışlarına rağmen Erdoğan, bu ödülü geri verecek cesareti asla kendinde bulamayacaktır.”

Efelikler ve Hırlaşmalar Başlıyor

Gazze’ye yapılan müdahalelerin ardından Türkiye ve İsrail ilişkileri daha da bozulmaya başlamış, 30 Ocak 2009 yılında Davos ‘ta gerçekleştirilen Dünya Ekonomik Forumu’nda “One Minute” olayı patlak vermiş, bunu izleyen   süreçte 31 Mayıs 2010‘da Gazze’ye yardım taşıyan Türk Mavi Marmara Gemisi’ne defalarca yinelenen “gelmeyin” ihtarına rağmen şehitlik nidalarıyla Gazze’yi kendince fethe giden kişilerden bazılarının yapılan haklı ancak aşırı İsrail saldırılarından sonra ölmesiyle tehlike çanları çalmaya başlamıştır.

‘Büyük abi’ye GEÇ izni, ‘Küçük Abi’ye DUR ihtarı

Davutoğlu’nun söylemlerinin krize yol açtığı günün tam da aynı saatlerinde büyük abi Amerika Birleşik Devletleri’nin isteğiyle NATO’nun Türkiye’ye füze rampalarını ve füzeleri yerleştirmesine dair kararın açıklanmasına denk düşen “Hayrola, savaşa mı gidiyoruz?” soruları düşünebilen her insanın belleğinde uyandı. Sanmayın ki savaş küçük abi İsrail ile olacak…

Füze savunma sisteminin Türkiye Cumhuriyeti topraklarına yerleştirilmesinin kabulü, herkesin bildiği üzere bir başka Müslüman ülke olan İran’a karşı yakında yapılacak olan işgalin öncüsü niteliğinde olduğu birçok düşünürün ve uluslararası ilişkilerde söz sahibi kişilerin ortak görüşü haline gelmiştir.

‘Mazlumları ve Müslümanları Savunuyoruz’ ! 

Mazlumları, Müslümanları, ezilenleri Robin Hood havasına bürünerek koruduğunu  iddia  eden  kişilerin  tutarsız  oldukları  çok  açıktır.  Bunun tutarlı olması için birkaç örnek vermek yeterli olacaktır. Öncelikle, mazlum ve Müslüman savunucusu AKP’nin Irak işgaline destek vermemiş olmaları gerekirdi, ama verdiler. Irak’ta Müslümanlar ve Hıristiyanlar ölürken, ortalık ceset doluyken hiçbir şey yapılmamış; tam tersine tezkere, Türkiye Büyük  Millet Meclisi’nde geçmediği ve Türkiye, savaşa girmediği için üzülüp hayıflanıldı. Bir başka örnekteyse yine, Soğuk Savaş’ta Türkiye NATO’nun ileri karakoluydu. Sovyet Rusya yıkılınca bu görev boşta kaldı. Şimdiyse yine Müslüman bir ülke olan Libya’nın NATO tarafından işgalinin iktidar hükümeti tarafından canla başla desteklenmesinin ve başka bir Müslüman ülkesi olan Suriye’nin yine Batı ve NATO tarafından kıskaca alınmasının coşkuyla savunulmasını izlemekteyiz.

İsrail, PKK’ya Destek Verip Abdullah Öcalan’ı Geri alırsa…

Bir de işin bu tarafı var. Neden verdiğini geri almasın yıllar boyu yakalanamayan adamı kafese koyan ülke? Neden terör örgütünün başında duranları baştacı etmesin, iktidar partisinin yaptığı gibi? Neden bizler “Gelmeyin, evlatlarımız ölüyor” diye yırtınırken bizim sözümüzü dinlesin ki? Bir değil bin Mavi Marmara yollar. Onlarda da şehit olmak isteyen onlarca kişi var. Kürdistan’ı kurmak için can atan büyük abi varken, bizim insanlarımız daha milyonlarcayken, her biri kelleyken neden dursun İsrail?

İşte tüm bunlar işin öbür yanını, empati kurmayı beraberinde getirir. Öncelikle PKK ile mücadelede bize bölgede her daim destek olmuş ve Ermeni soykırımı iddialarının kabul edilmemesi yönünde bizim yanımızda yer almış olan bir ülkedir İsrail. Davutoğlu’nun ültimatomlarının her birinde ÖZÜR koşulu yatmaktadır.  Sözün  kısası  özür  dilense  Gazze’yi  düşünen  kimse  olmayacak, ölenlerin aileleri uluslararası alanda hak aramayacak vesaire vesaire. Yine aynı krizden gidecek olursak İsrail ile ortak askeri tatbikatların ve anlaşmaların  askıya alındığı açıklandığı görülmektedir. Madem 2002’den beri İsrail – Filistin çatışması yanlış bulunuyordu neden o zaman o anlaşmaları yapıldı; diyelim ki yapıldı, o zaman neden ipler  tümden kesilip atılmıyor?

‘Özür dilersen seni affederim’ tarzı söylemler bir ülkenin dış politikasına ve duruşuna ne kadar yakışır bilinmez, ama soruna insanlık açısından bakılıyorsa eğer; istekleri, düşünceleri ne olursa olsun Mavi Marmara baskınında 9 kişi hayatını kaybetmiştir ve bunun hesabı bir özre dayandırılamaz. Bununla beraber son bir ay içerisinde Gazze Şeridi’nden ve Mısır sınırından kimin saldırdığı belli olmasa da İsrail’de sivil kayıpların oluşmasına sebep olan terör saldırıları gerçekleşmiştir. Bunlar neden bir kez olsun kınanmamıştır? Ölen gayrımüslim olunca devletimizin vicdanı sızlamaz mı?

Gerçek Çözüm

Türkiye, bölgede uzun vadeli bir çözüm için arabulucu devlet rolü benimsemek istiyorsa, o toprakların gerçek gündemini yakalamalıdır. Gerçek ve uzun vadeli çözüm ise Filistin özerk yönetiminin bu ay içerisinde Birleşmiş Milletler Genel Kurulu’nda bağımsız Filistin Devleti’nin kurulması yönünde yapacağı başvurudur. Bu haklı talebin, yani Doğu Kudüs başkentli olup yine bağımsız İsrail ile komşu olacak olan Filistin’in tüm dünyaca tanınması konusunda şu an ne yapmaktayız, ona bakılmalıdır. Al birini vur ötekine tarzı akıl yapılarına  sahip olsalar da, söz konusu olan konu, Türkiye’deki iktidarın sürekli dillendirdiği İsrailin başındaki ‘gerici’ hükümeti sıkıştırmaksa; özür diretişini bir yana bırakılıp yapılacak olana, yani Birleşmiş Milletler Genel Kurulu’na sunulacak rapora bakılmalıdır.

Oyunun Asıl Amacı

Bir diğer taraftaysa asıl endişe verici olan bu sürtüşme değil, Suriye ve İran’ın durumudur. Büyük abilerin Türkiye’ye verdiği misyon üzerine Türkiye’nin başı çekeceği ve patronluk yapacağı bir başka Osmanlı versiyonu ufukta görünürken her türlü hırlaşma göze oldukça sahte görünmektedir. Yine Sayın Erdemol’un yazısının yer aldığı aynı tarihli aynı gazetede Sayın Orhan BURSALI‘nın son satırlarında söylediği gibi, “Herkes İsrail’le savaş palavrasına kapılmış… Esas Suriye ve İran’a bakalım. Otoriter gidişin bir bedeli olacaksa eğer!

*https://issuu.com/azizm/docs/edergieylul2011

Bunu paylaş: