Yezid’in Gözyaşları – Abdullah Rıdvan Can

Yezid’in Gözyaşları*

İçimdeki sırça umutların tezadında soluklanan güdük hayallerim acınası halini pazar ettikçe yüreğim sıkışıyor. Yüzüm ekşiyor bedenimin bu isyanına. Susmak en iyisi işte… Çıkıp gidilmesi gerekse, gidilmeli. Yanmak gerekse yanılmalı. Yanılmak gerekse… Defalarca girdap tümcelerin anlamsız şatafatında yarı baygın buldum kendimi ya kâfi gelir bu haletim o talebe, kanımca.

Sevmek mi? Evet ben de sevdim. Ben de sevmiştim demek gerek aslına bakılırsa. Dört mevsimi beş bildiğim ergen zihnimle oynaşırken… Beni, anamın kucağına leyleklerin bırakıp da başka bahar memleketlerine uçuştuğu yalanına inandığım vakitlerde… Ben de sevmiştim. Dört… Yok yok üçtü. Üç koca yıl geçivermiş. Hatıratımın en dip notuna göz gezdirdim az evvel: beşinci ayın beşi…

Ben hayal gemisine binmişim. Kaptan bellemişim sevdamı. Bir damla su alıverince kazan dairesi, tüm ateşi eridi sevda katarımın. Sanılır ki ateş erimez… Erirmiş. Erirmiş ergen zihnim, bil bunu.

Mevsim…? Mevsim güzdü. Vaktinde açılır söz. Biz sallantılı bir devrin çocuğuyuz. Her zerresiyle işlemiş içimize o durum. Seversin gider. Söversin gider. Döversin gider. Ölürsün, öldürürsün… Gene mi? gene gider. Bilmem ki gitmek ne demek? Sahi gitmek ne demek bilinir mi? Tabiri kadar kolay mıdır bu eylem. Ya da harfleri kadar ahenkli midir her gidiş? Gitmek, mastarını çıkarıp seslenilince o kadar kabaysa ve mastarı olsa da olmasa da, gidecekse gitmek isteyen, o halde ne bu laf kalabalığı? Ne bu acziyet? Ne bu ikram? Ne bu nezaket? Ne? Ne? Ne…?

Git işte. Git denir gidecek her kimse. Hala içinde kalmak gibi bir taraf varsa… Muhalif bir his sarmışsa gitmek isteyen bir gönlü, bir tebessüm eklenir kal deyişlerin yanına, dekoratif olsun diye maksat.

Kal denir. Emir makamında mı? Hâşâ! Ne hakla? Kal denir. Göz göze gelinince, nemlenmiş bir camdan dışarıyı görmeyen bir çift göz gibi, görülmez mahal tutulmaz zapt. Bu cinnetin tarifi zor olur bu cinnetin faili meçhul… Ve artık gayri meşru olmuştur masumiyet. Anası olmasa bir öksüz denir. Ya babası? Babası yoksa bu eylem piçtir.

Piç… Piç kaldı “kal” demelerim. Ağaç yaş iken eğilmiş. Yaşa hürmetsiz bir hali vardı gitmek isteyen gönlünün karşısında tenimin. Rükûda kalmıştı altına sığındığım ağaç. Secde ettim ey yar, secde ettim seni Yaradana ki, gönlüne ferah bir nefes üflesin Hızır, Cibril dokunsun ormanlar kadar koyu, ormanlar kadar kalabalık saçlarına. Ki bir his insin kalbine: Kal!

Kal! Kal(ma) ya da… Kalma. Kal da kalmamış hissine kapılayım. Kal burada öylece nefretim. Kalk hadi sevdam. Tüm tümcelerimizi alıp şiir aşımıza gidelim.

Bir dolu isyan şiiri yazılır oysa değil mi kalmayıp da giden sevdanın ardından? Bağırılır çağırılır değil mi? Taşlara vurulur içinde davullar gümbürdeyen kafayı, unutturmak için ezbere binmiş gözleri, yüreği, elleri, dudakları…

Ben yanılmadım ey sevdam! Ben yandım. Gittin. Gitmek fiilini döktün eyleme ya sen, ben o gün bugündür kaldığım yerde kaldım. Ve bir damlasını bile akıtamamıştı hiçbir kul bu Yezid’in. Sen başardın! Nil’den Tuna’ ya, Amazon’dan Fırat’ a, Dicle’ den Asi’ye… Hadi yar “Şet-tül Arap”* olsa ya gözyaşlarımız, ne yani bir Basra da bize bulunmaz mı şu koskoca arzda?

* Şet-tül Arap: Fırat ve Dicle nehirleri Irak sınırları içerisinde birleştikten sonra Basra körfezinden okyanusa dökülür. Birleştikleri zaman ise bu isimle anılırlar.

*https://issuu.com/azizm/docs/edergimayis2010

Bunu paylaş: