Michelangelo Antonioni ve Sineması – Gökçen Usta

Michelangelo Antonioni ve Sineması – Gökçen Usta*

1912   yılında   İtalya’nın   kuzey   doğusundaki   Ferrara’da   doğan   ve  Bolonya Üniversitesinde ekonomi eğitimi gören Michelangelo Antonioni, 1930’ların İtalyan komedilerini çok sert dille eleştiren yazılarıyla dikkat çekti.

1940‘larda İtalyan ulusal sinema okulu Centro Sperimentale‘ye yazılan Antonioni, kısa süre içinde senaryo yazarlığına başladı, Roberto Rossellini  ve Enrico Fulchignoni gibi yönetmenlerle birlikte çalışmaya başladı.

1942 yılında Roberto Rossellini’nin “Un Pilota Ritorna” ve Enrico Fulchignoni’nin “I Due Fosçari” filmlerinin senaryosunu yazarak sinemaya girdi. II. Dünya Savaşı yıllarında kısa metrajlı belge filmler yaptı.

1950 yılında Cronoca di un Amore (Bir Aşkın Güncesi) adlı ilk uzun metrajlı filmini yonetti. 1960 yılında yönettiği ve Cannes Film Festivali’nde Jüri Özel Ödülü alan L’Avventura (Macera) filmine kadar uluslararası sinema çevrelerinde adını duyuramayan Antonioni, bu süreç içinde I Vinti (Yenilmişler–1952, La Signora Senza Camelie (Kamelyasız Kadın–1953), Tentato Suicido (1953), Le Amiche (Kadınlar Arasında-1955), Il Grido (Çığlık–1957) gibi filmler yaptı. Oyunculuğu ön plana alan, kurgunun hareketinden uzak durmaya çalışan ve burjuvazinin tüketim arzusunu eleştiren Antonioni sinemasının çehresi de bu yıllarda oluşmaya başladı.

1960’lı yıllar ile birlikte Antonioni sineması farklılaşmaya başladı. Birer yıl arayla çektiği L’Avventura (Macera-1960), La Notte (Gece-1961) ve L’Eclisse (Batan Güneş-1962) filmleri ile sinemanın kalıplaşmış anlatı tekniklerini tersyüz etme denemeleri yaptı. Bu filmlerde kadının, daha geniş bakış açısıyla kadın- erkek ilişkisinin çağdaş toplum içindeki yerini sorguladı. Monica Vitti’nin ünlenmesini de sağlayan L’Avventura, ıssız bir adada aniden ortadan kaybolan bir kadının izini süren sevgilisiyle, bir kadın arkadaşı arasındaki duygusal yolculuğu konu edindi. Sonraki film olan La Notte, ünlü bir yazar ile karısının yaşamından, bir günden ertesi gündoğumuna dek uzanan bir kesit verirken, burjuvazinin bunalımına değindi. L’Eclisse’de ise Antonioni, bireyin yazgısının yalnızlık  olduğunu  ve  bu  yalnızlığın  aşk  ile  dengelenemeyeceğini vurguladı.

1964 yılında ilk renkli filmi olan Il Deserto Rosso (Kızıl Çöl)’yu çekti. Filmde evli bir kadının bunalımlarını ve erkeklerle iletişimsizliğini anlattı. Antonioni, filminde     renklerle     oynayarak     bireylerin     kendilerine     ve    çevrelerine yabancılaşmalarına değindi.1966’da Arjantinli yazar Julio Cortazar’ın bir öyküsünden uyarlayarak çektiği Blow Up (Cinayeti Gordum) ilk İngilizce filmidir. Filmde 1960’lar Londra’sında bir fotoğrafçının çektiği fotoğraf ile bir cinayete tanık olduğunu sanması temasını işledi. Blow Up, Antonioni’nin seyirciden ilgi gören ilk filmiydi. Film, 1967 yılında iki dalda Oscar’a aday oldu (En İyi Yönetmen ve En İyi Senaryo dallarında) ve aynı yıl Cannes Film Festivali’nde ‘Altın Palmiye’ ödülünü kazandı.

Blow Up filminin başarısından sonra Hollywood’dan teklifler almaya başladı.  Ve 1970 yılında Amerika’nın kendisinde uyandırdığı duyguları resmettiğini söylediği oldukça iddialı Zabriskie Point filmini yönetti. Filmde, 1960’ların sonunda iki üniversite öğrencisinin öyküsü ön planında bir Amerika portresi çizdi. 1975 yılında ise yine filmografisinin en önemli parçalarından biri olan The Passenger (Yolcu) filmini yaptı. Filmde hayatının anlamsızlığından sıkılmış gazeteci David Locke’un, bir Kuzey Afrika ülkesine gerillalarla röportaj yapmak üzere gitmesi ve kaldığı oteldeki gizemli yabancının ani ölümüyle onun kimliğine bürünmesi konusunu ele aldı. Bireyin geçmişinden kaçamayacağı, kendine yabancılaşma filmin ana temasını oluşturdu.

1981 yılında İtalya’da televizyon için video formatında çekip sonradan 35 mm.ye aktardığı Il Mistero di Obervald filmini yönetti. 1982 yılında ise filmografisinin önemli filmlerinden biri olan Identificazione Di Una Donna (Bir Kadının Tanımlanması) filmini yönetti. Kendi hayatından da paralellikler kurduğu filmde bir yönetmenin karısından ayrılması ve çekeceği film için başrolde yine ayrıldığı eşini oynatması konusunu işledi. Film, Antonioni’ye Cannes Film Festivali 35. Yıl Özel Ödülü’nü kazandırdı.

1985 yılında felç geçiren Michelangelo Antonioni, bununla birlikte kamera gerisinde çalısmaya devam etti. 1995 yılında Wim Wenders ile birlikte Al Di  La Delle Nuvole (Bulutların Ötesinde) filmini yaptı. Birbirine bağlı kısa öykülerden oluşan filmde kadın-erkek ilişkileri, yabancılaşma ve doyumsuzluk temalarına değindi.

Film çevirmek benim için yaşamak demek” sözleriyle sinema tutkusunu anlatan Antonioni’nin son filmi, 2004 yılında Eros üçlemesinin parçası olan Il Filo Periçoloso delle Cose (Olayların Tehlikeli Dizilişi) idi. 1995 yılında Michelangelo Antonioni’ye, sinemaya katkılarından dolayı özel bir Oscar Ödülü verildi.

Antonioni modernizm, iletişimsizlik ve yabancılaşma gibi temalar üzerine etkileyici filmler üretmiş olan bir yönetmendir.

İtalya’da Yeni Gerçekçilik’in etkilerinin sürdüğü bir dönemde film yapmaya başlar. Enteresan bir şekilde bu toptancı hareketin seline kapılmadan, onları kenardan izleyebilmiş bir yönetmendir. Antonioni temalarında daha da olgunlaşarak güvensizlik duygusu, yalanın boşunalığı, karakterler arası uzaklık ve yitirilenlerin bıraktığı boşluk üzerine eğilir. Ayrıca teknik açıdan da yönetmenin uzun planlarıyla dört kadının hayatlarından kesitler veren filmde karamsarlık baskın duygudur. Antonioni filmleri bitmez. Filmler, son sahnede Antonioni’nin ‘FINE’ yazısını seyircinin gözüne sokmasıyla sonlanır. Çünkü Antonioni’de bir olay kurgusuna rastlanmaz… Bu tekniği en saf haliyle kullandığı ilk filmidir Serüven (The Adventure, L’Avventura, 1960). L’avventura değişen toplumsal yapıyla birlikte bireyin çevresine yabancılaşmasının ve giderek yalnızlığa sürüklenişinin hikâyesidir. Antonioni bu filmde uzun çekimlerle hayatın gerçek ritmini yakalamayı dener, saf sinemanın içine dalan geleneksel öğeleri ayıklamaya çalışır: Giovanni Fosco’nun müziği (jeneriklerinin dışında) filme ancak 45. dakikasında adım atar. Oyuncular, klasik oyunculuk geleneğinin dışında, sanki belli karakterler çizmekten çok belli anları  yaşama izlenimi vermeye çalışırlar.1 L’avventura genellikle Antonioni’nin tam olgunluğunun başlangıcı kabul edilir: anlatım biçimi, yönetmenin teknik bilgisi bütünüyle ustalaşmıştır. Bundan böyle yapıtları yalnızca aynı temanın çeşitlemelerinden oluşur.2 L’avventura, La Notte ve L’eclisse Antonioni’nin yalnızlık üçlemesi olarak adlandırılır. Her üç filmde de Antonioni’nin ele aldığı konu, bireyin yalnızlığıdır.3

L’avventura filmiyle eleştirmenlerin dikkatini çekmeyi başaran Antonioni artık anlaşılamayan sanatçı olarak bir köşede kalmaktan kurtulur. Cinayeti Gördüm (Blow-Up, 1966), ünlü Arjantinli yazar Julio Cortazar’ın İngilizce’ye aynı adla çevrilmiş hikâyesini temel alır. Hikâyedeki gerçeklik sorgusunun daha derinini yaparken aslında konuyu biraz da yüzeyselleştirerek tekrarlarla ele alır. Filmin asıl önemli noktası bir gerçeklik sorgulaması olması değil, kendi özüne yani sinema üzerine düşündürdükleridir. Bu yönden Cinayeti Gördüm, büyük bir karmaşayı basit bir dille anlatmasıyla da sinema tarihinde efsane olmuş bir film niteliğini kazanır Yolcu (The Passenger, Professione: Reporter, 1975), Jack Nicholson’ın başrolünü üstlendiği olgun bir Antonioni filmidir. Bu filmde yönetmen, diğer filmlerinden farklı olarak trajik bir geçmişi olan insanın kimliğini değiştirmek yoluyla bu yazgısından kurtulma imkânının olup olmadığını    sorgulamaya    çalışmıştır.    Finaldeki    yedi    dakikalık sekansın, sinemasal zamanın gerçek zamana eşlendiği bu çekimin sonunda, insan kendi geçmişinin çizdiği gerçeği aşabilirse de yeni kimliğinin dünyasına uyum sağlayamaz.

Öncü Sinema Dili

Antonioni’nin öncü sinema dilinden bahsedersek, saf dramatik ve saf epik bir yapıdan yoksun yani konuşmayan ve anlatmayan bir sinema dili kullandığını görürüz. Duran, durmasıyla seyirciyi bir duygulanıma zorlayan bir dil. Belki de bu yüzden, bu atmosferi kurmanın zor olması nedeniyle Antonioni’nin seyirciyle uzun zaman geçirmesi gerekir, filmlerinin süresi çoğu kez iki saati aşar. Bu süre içerisinde Antonioni’nin seyirciden beklediği şey kendilerini filmin akışına bırakmaları ve filmin olay örgüsünü çözmeye çalışmadan—zira bir nedensellik bağı olmadan kurulmuş olaylarla karşılaşırız çoğu kez— filmin gösterdiği ile bir duygulanıma ulaşmaktır. Ayrıca Antonioni’nin karakterlerini karelere yerleştirirken mekânı kullanma tarzı da ayrı bir sanattır. Uçsuz bucaksız keşfedilmemiş mekânlar çoğu kez karakterin boşluk hissiyatını ve insan ruhunun keşfedilmesi güç noktalarının varlığını ihsas eder.

1.Dorsay, 100 Yılın 100 Filmi, S.223

2.Aslı Bekdik (Der), Michelangelo Antonioni, 25.Kare, S.1 S.84

3. Sivas, İtalyan Sineması, S.103-104

*https://issuu.com/azizm/docs/edergitemmuz1010_198b133be93ff4

Bunu paylaş: