Ünsal Oskay: Aklın Egemenliğinden Aşkın Sonsuzluğuna Uzanış – Ümit Hüseyin Girgin

Ünsal Oskay -Aklın Egemenliğinden Aşkın Sonsuzluğuna Uzanış*

Asılmaya giden mahkûm öleceğini anladığı vakit cellâdına âşık olur

Ünsal Oskay

Yazılması en zor yazılar en zor koşullarda mı yazılır? Ben bu yazıyı Ünsal Hocamı kaybettikten tam 40 gün sonra yağmurlu bir günde, buğulu camlarına baktığım koltuğumdan yer yer rahatsızlanarak öne ve arkaya serzenişlerde bulunduğum bir Çeşmealtı-İzmir dolmuşunda, kız arkadaşımdan ayrılmış olmanın verdiği hüzünle yazıyorum. Bundan bir ay öncesine kadar kafamda bu yazı ile ilgili bin bir düşünce, bir sürü kaynak okuma isteği ve akademik bir metin çıkarma isteği ile yanıp tutuşuyordum. Oysaki bilgimi  hayatımın merkezine aldığım her çalışmamda Ünsal Hocam için yeteri kadar güzel şeyler yazamadığımı fark ettim. Bunlar aklıma üşüşen sorularla birlikte kalabalıklaştı. Bilgimle ne yapabilirim? Bilgisizliğimle nasıl savaşabilirim? Tüm bu düşünceler dehlizinde boğulup gitmekteyken sığındığım onca kitap, yapmak istediğim binlerce alıntı, eminim ki hayatını adalet duygusuna güzelliğe, estetiğe vermiş bir insan söz konusu olduğunda sadece ve sadece kuru sözcükler olarak kalacaktı. Ve ben bugün bir kez daha anlıyorum ki Ünsal Hoca hakkında yazı yazmak O’nun hakkında yazılmış yazılar okumak, ne anlattığını öğrenmek  değil, O’na karşı ne hissediyorsam onu yazmaktır… Ve benim için milat 2002 yılından günümüze uzanan bir zaman dilimini kapsamaktaydı.

2002 yılının bir eylül sabahında yorucu ve usandırıcı bir feribot yolculuğundan sonra ailemle birlikte Kıbrıs’a vardığımda beni neyin beklediğini bilemeyecek kadar toydum. Feribot muavinlerinin öğrencilere karşı göstermiş olduğu kaba davranıştan sonra bize bir “cennet” olarak gösterilen okulumuza doğru yol aldık. Fotoğraflarında oldukça şık ve güzel duran yurt odalarında ki nevresim takımları yerini tozlu battaniyelere, beyaz badanalı, şık duvarlar leke tutmaması için olsa gerek iç karartıcı bordo renge kuş tüyü yastıklar ve lüks yataklar yerlerini saman yataklar, gıcırdayan kapılara bırakmıştı. Bu rutubetli odanın davetsiz misafiri geceleri duvarların dibinde yürüyerek uykumuzu bölüyordu. Bu misafir farecik besinsizlikten öldüğünde tüm yurt personeli ve öğrencileri başında saygı duruşuna geçmişlerdi. Tuvalet ve duşlarında kapı yerine ince bir perde gerilen bu enteresan yurdun durumu bugün bana halkı açlıktan kırılan ancak buna rağmen lüks yatırım yapan, dış ülkeden gelen ziyaretçilere başbakanlara, sömürgeci devletlere kucak açan, domuzdan kıl koparmaya niyetli, pire için yorgan yakan 3.dünya ülkelerinin politikalarını çağrıştırmıştı. Aynı zihniyet gibi okul yönetimi de ziyaretçilerin rahat etmesini sağlamak amacıyla kocaman bir Akkm binası yaptırmıştı. Zamanla bu binalara girip çıktıkça içi boş binaların eğitim olmadıktan sonra hiçbir anlamı olmadığını öğrenecektim buna rağmen bozuk saatin bile günde iki kez doğruyu göstermesi gibi bu zihniyet de ara da  sıra da doğru şeyler yapabiliyordu. Bu doğru şeylerden en önemlisi hiç kuşkusuz sevgili hocam Ünsal Oskay’ın bize eğitim vermesiydi.

Adadaki bu günlerimde ilkel bir insan gibi toparlanıp kendime çeki düzen vermeye başlarken okuma hayatımın içinde bulundum koşullardan farklı olacağını hissetmeye başlamıştım. Bu dönem beni etkileyen onlarca hocamdan birisi de Ünsal Oskay’dı. Daha doğrusu onun iletişim 1.sınıf öğrencilerine okutulan “İletişimin ABC’si” kitabını elime aldığım andan itibaren o ebatları ufak ama içi bir antioksidan etkisi yapan başyapıt. Yurtta okulda her yerde iki kitabı elimden düşürmüyordum. Birisi sevgili Atilla Türk’ün kültür tarihi dersimde Orhan Pamuk’un “Benim Adım Kırmızı”sı diğeri ise Ünsal Oskay’ın “İletişimin ABC’si” kitabı. Başka türlü bir şeyler vardı bu kitaplarda insanı değiştiren, aile iç ilişkilerini düzenleyen, değiştiren, okudukça insanı anlatan… Bu küçük sarı kapaklı kitap neden bahsediyordu? İletişim ne demekti? İletişim sarı sayfalarda yer alan iletişim miydi? Yoksa ilkokulda ucuz etiketlerin üzerinde; öğrenci numaramızın tam altında yazan iletişim mi? Yok, hayır bunlar değildi iletişim.

Ne diyordu kitap? İletişim: Belli bir coğrafya parçasında aynı doğa koşulları içerisinde varlıklarını sürdürmek için araç ve gereçler bulan, bu konuda çeşitli bilgiler üretmiş bulunan, bunları belirli işbölümü yöntemlerine göre kullanan, kendi aralarında ki bu iş bölümünden kaynaklanan farklılaşmayı haklılaştırmak için çeşitli değerler ve inançlar üreterek toplumun farklı kesimlerini ortak üst kimlikler içinde kaynaştırmayı amaçlayan insanların etkinliğidir iletişim. Biz iletişimi sadece posta kutularından, adres defterlerinden biliyorduk o güne  değin. Onun  bir kuram olabileceği  hatta kuram diye  bir şeyin varlığı bile çok bilinen bir şey değildi belki de. Ne diyordu o kitap? Kitle diyordu! Belki de o kitabı okuduktan sonra üniversite yerleşkesinin o çok katmanlı kültürel ortamında nefes alabilmeniz kolaylaşıyordu. Önemli olan doğulu batılı olabilmek değil diyordum önemli olan sırtını birine dayamak ve birine sırtını verebilmektir. Ne olursa olsun önemli olan empatidir…

Sınır koymaktı iletişim uçsuz bucaksız özgürlüktü, iletişim insanın beynine ve iletişim kurma kapasitesine bakmadan onu yargılamaktı demek ki? iletişim  kitabı ile girdiğim yurdun arkasında ki askeriye kantininden çoğu kez şortla girişimden dolayı tepki toplamam bu yüzdendi demek ki ama iletişim  aynı zaman da empati demekti. Karşıdaki insanın ne yapmak istediğini ve neden yaptığını anlayarak kendini onun yerine koymak demekti.

Kozmopolit bir üniversite olan Yakındoğu Üniversitesinde, çoğu şoven milliyetçiliğin esiri olan üniversite gençlerine empatinin ne olduğunu, iletişimi birbirimizi anlamayı öğretti, tabi anlayana. Bir anda ön yargıları kırabilecek bir şeylerden bahsetti bize. Belki Ünsal Hocam biz özel üniversite öğrencilerini yanına pek gelmedi çok nadir uğradı Kıbrıs’a belki de bu yazıyı benden önce kaleme alması gereken binlerce öğrencisi var. Evet, gerçekten de çok yanımızda değildi. Ancak ben bugün biliyorum ki onun ardından en çok ağlayanların içerinde o okulda ki tanıdıkları, arkadaşları ve öğrencileri vardı hatta onu tanımayan ondan ders alamamış öğrencileri. Ve biz biliyorduk ki az olan, ulaşılmaz olan her zaman için önemlidir. Hocalarımızın çoğunun apoletinde, Bilgi Üniversitesi, Boğaziçi Üniversitesi, Marmara Üniversitesi yazmasına rağmen onlar bizim de hocalarımızdı ve bu da bizim için yeterliydi.

Ünsal Hocam bizi ilk defa porno ve erotizm arasında bir fark bulunduğunu gösterendir aynı zamanda. Her şeyi anlamanın başka bir yolunun da onu eleştirmekten geçtiğini öğretti. Zizeksel bir tabirle bizi yozlaştıran, hayal kurmamızı engelleyen, realiteden kaçırmak yerine kirli ayakları ile iliğine kadar kurumuş fallusları ile beynimizi işgal eden pornografinin yerini estetikleştirilmiş erotizmin almasının insanlık adına daha hayırlı bir iş olduğunu gösterdi. Bu yönüyle insanın hayvandan ya da başka canlılardan farklı olmasının gerektiğinin altını çizdi. Bir filmin alt metnini olduğu gibi almamız gerektiğini diğer hocalarımızdan, kendi aramızdaki sohbetlerden ve  okuduklarımızdan ve kulaktan dolma bilgilerden biliyorduk da bir film nasıl okunur o güne kadar hiçbirimiz bilememişiz meğerse! Ünsal Hocam her zamanki alçak gönüllü tavrı ile bizim sinema kulübü olarak nitelediğimiz ancak asla bir vakıf üniversitesinin sinema kulübü olarak gösterilemeyecek izbe, biçimsiz,  soğuk  sınıfa alçakgönüllü bir biçimde girdiğinde hepimiz o ana kadar desteksiz  savuran ancak yapmamış olduğu okuma pratiklerine güvenerek kendisini matah bir şey zanneden ukalalar şeklinde geziniyorduk. Sakin biçimde oturdu, kuruldu sandalyesine. Gözleri önce sınıfta bulunan beş kişiyi aradı daha sonra film başladı. Kesik eller, kutsal kitaba dönüşen ve elde patlayan silahlar, bir elin içinde doluşan karıncalar, kesilen gözler bunların hepsini gördük ve her normal insan gibi filmin büyük bölümünün dışavurumcu sinema estetiğinden, dolayısıyla da rüyalardan esinlendiğini düşündük. Oysaki dışavurumun bazen sadece bir dışavurum olduğunu, sanatın ve bilimin katkısının dışavurumu dışavurum yaptığını bilmiyorduk. Film bittikten sonra her zaman insanı rahatlatan tavrı ile dönüp ne anladığımızı sordu. Tam hatırlamıyorum ama hepimiz bir şeyler saçmalamıştık. Bunların hepsi bizden akıllı adamlar dedi ve ellerini kavuşturarak anlatmaya başladı; “Eldeki karıncalar işçi sınıfını temsil eder. Bisikletten düşen adamın kadın tarafından kurtarılması, yardım edilmesine rağmen hiçbir zaman adamın kadını elde edemeyişinin macerasıdır. Bu kurtarılış burjuva devrimin gerçekleştirilmesinden sonra kendi yolunu tam olarak çizemeyen burjuva sınıfının işçi sınıfını kontrol altına alabilmek için eski iktidar aristokrasiye yamanma çabalarıdır”. Filmdeki hiç birimizin anlam veremediği kesik elin burjuva sınıfı tarafından kullanılan ve her devrimin feda ettiği unsurlardan birisi olduğunu anladık. El dışarıdan iten ve yöneten kaosun tam ortasında ki iktidar simgesi polis tarafından korunup kollanır ve halka karşı bir isyan niteliğindedir bu durum bir sonraki sahnede kadın tarafından kurtulan adamın kadına saldırması onu elde edememesi sistem içerisinde bir alt  tabakadan bir erkeğin bir üst sınıf kadınına yaklaşmaktaki çekingenliği ile coğrafi yataylık ve paralellik eksenine herkesin birbirine çok yakın  olduğu, ancak iletişime geçme çabalarının başladığı yerde aynı hızla bu mesafenin arttığına bir örnektir. Bu durum bir bakıma erkeğin kadının fallusu olma hayalini gösterse de Marksist eleştiri açısından doğruluğunun sınanması manidardır. Çünkü işin doğrusu Ünsal Hocamın belirttiği gibi kadın ve iktidarı elde etmek isteyen yeni zihniyet, sanat ve yeni düşüncelerle başını çektiği piyanodan, eski geleneksel muhafazakâr kimliği de sürükleyerek gelmektedir. Kitabın silaha dönüşmesi dönemin sosyo-politik durumunun nasıl değiştiğini, bilginin yerini  bu hızlı değişimle birlikte nelerin aldığını göstermesi açısından manidardır.

Hocam vefat etmeden birkaç ay önce hem Üniversiteden hem de aynı sınıftan yakın arkadaşım Can ile uzun zamandır yazmakta olduğu tez ve Ünsal hocanın sağlığı ile ilgili konuşmaktaydık. Tez konusunu Ünsal Hocadan alma şerefine erişmiş Can, Ünsal Hocanın hala eskisi kadar dinç olduğunu, kitaplarını elinden düşürmediğini söylemekteydi. Bir gün internette sınıf arkadaşlarımızın profil resimlerinde Ünsal Oskay’ı gördüğümde artık aramızda olmadığını anlamıştım. Oysaki deli gönül kim bilir daha neler isterdi? Onunla görüşmek, büyümek, olgunlaşmak, bir gün karşısına çıkıp “Hocam ben sizin şu şu üniversiteden öğrencinizim” diyebilmek ve yazmış olduğu kitaplarda Ünsal Hocadan alıntı yapmak, kaynak göstermek ve bu eserleri onun okuduğu hissine kapılarak heyecanlanmak… Belki birçok öğrenci öğretmeni için böyle düşünmüştür. Bu ay ilk kez yazmış olduğum yazıda araştırma metinlerine sadık kalamayacağım. Akademik bilginin yararının tartışıldığı bir evrende büyük bir ciddiyetle yazılan, hocamın  başarılarını  sıralayan  yazı  yazmak  istemiyorum.  Kısacası akademik metinler zaten akademiyi yutmuş bir insanı anlatmak için oldukça yavan kalıyor. Akademik bir metin nasıl ele alınır ve Türkiye’nin en önemli akademisyeninin ardından bir veda yazısı nasıl yazılır?

Bu yazı yine de kolay olmayacak; hafızamı tazelemek üzere Ünsal Oskay ile yapılan röportajlara bakıyorum, ama tüm bu akademik tartışmaların ekseninde beni oğlu Çınar Oskay ve öğrencisi Nihat Genç üstadın yazısı kadar etkileyen bir yazı çıkmıyor? Bu iki yazının tek ortak özelliği Ünsal Oskay. Başka hiçbir şey değil ama iki yazı da isyan ediyor iki yazının sahibi de yaşadığı hayatta yaşanılan tüm acılara rağmen bir dik duruşun göstergesi oluveriyor bir anda… Bu yüzden bu yazılar Ünsal hocamı anlatıyor. Tekrar tekrar okuyorum. Nihat Genç’in yazısının içeriğinde hocamın kuramları dikkatimi çekerken, Çınar Oskay’ın anlatımında beynime imgeler üşüşüyor. Bir sinema filmi çekiyorum dar bütçemle, teknik yetersizliğimle, bağımsız bir film oluyor bu. Çünkü aşkı anlatıyor,  hayatı  anlatıyor  ama  en  çok  da  her  erkek  çocuğunun babasıyla yaşamak istediği o büyük aşkı anlatıyor. Keşke aşklar sadece seksle  anılmasaydı, sadece dışarıda aranmasaydı dedirtiyor.

Ünsal Hocanın vefatının ardından onunla ilgili bir haber bulabilmek için akşam haberlerini açmıştım. Oysaki Türkiye neyi kaybettiğini bilmeden her zaman ki başka problemlere gönül kaydırmıştı. Hocanın vefat döneminde haberlerde sıklıkla karşımıza açılım haberleri çıkıyordu. Her yerde bir açılımdır gidiyordu. Bize kendimizi diğer insanların yerine koymayı öğretmiş Ünsal Oskay’ın öldüğü gün basınımız açılım konuşuyordu. Açılım milletimiz arasında ki uçurumu giderek arttırıyordu. Oysaki belki de bir kapanım süreci gerekiyordu bizlere kendi maddi uygarlığı üstüne kapanmayı beceremeyen Amerikalılar gibi aynı  biz de kendi üstümüze kapanamadık ne yazık ki. Birbirimizi anlayarak ruhi bakımdan bir ulus inşa etmek ve bunu Ünsal hocanın bakış açısından cümlelerle aktarabilmek. Oysaki o büyük güç, o tanımlanamayan kitleleri ayakta tutan, yönlendiren manipüle eden medya yine savaştaydı. Ve Ünsal Hocayı her anlaşılamayan bilim insanı gibi uç seviyelere taşıyarak ona uç bir kimlik kazandırmak istiyordu belki de, Ünsal Hocanın tüm deneyimine ve sevecenliğine karşın. İşte burada orada o çok bilindik sorunun cevabı ortaya çıkıyordu. Nihat Genç’in kitle kimdir sorusunun cevabı. Nedir bu kitleler diye soruyor Nihat genç “Yok artık bedavaya lahmacun Ünsal Oskay hoca ölmüş” adlı yazısında. Kitlenin ne olduğunu bilmek ne olmadığını söylemek daha kolay sanırım. Şu, bu, doğulu, batılı, sınıf vb… değil. Açılım haberlerinde ekrana bakıpta etkilenen, tepki gösteren, ertesi gün iş meşgalesinde kendini unutan insanların gösterdiği tepkiydi kitle. Kitle yıllarca şehit yavrularına ağlamış, devletimiz sağ olsun diyen şehit anasının şeref madalyalarını yere atarken gösterdiği hıncın adıydı belki de… O çok merak edilen kitlenin bir kısmı şehit evlatlarına ağlarken bir kısmı ağzını açıp haberlere duyarsızca bakmakta idi. Bir kısmı şeref madalyasını yere atarken bir kısmı zengin olabilmek için birilerinin kıçlarını yalamakla meşguldü. Ee tabi bunun içinde eğilmeliydi. Kitle ey kitle var mısın yok musun belli değil hep ağzın açık bir şeye, yazıyorsun çiziyorsun haybeye, tanımak için seni okuyanlarda; kitle, istifini bozmayıp ekmek sırasına kaçak girende. Hatta şimdi bu yazıları yazan kitle nedir diyen, öfkesini sinirini dolaylı yoldan daktilonun ya da bilgisayarın klavyesine yansıtan edilgin korkak, farkındalık ayrıcalıkları artmış buna rağmen çaresiz olan aydının adı da kitle.

Bugün sadece Ünsal Hoca yok bu büyük kitlenin içersinde çünkü kitleler onun haleti ruhiye sinde çoktan hak ettikleri yeri buldular.

Bu kitle Ünsal Hocamın Adorno’dan alıntıladığı gibi medyanın her türlü oyununa gelen uyutulan saf salak bir nesne miydi yoksa her özne nesne ilişkisinde kendisini koruyan bir işini bilen miydi bilinmez. Ama özne ve iktidarlar kadar kitlenin de masum olmadığı artık aşikâr, Peki ne ister  bu kitleler? Bu kitleler açtır. En zengini de açtır en fakiri de. Çünkü kitle bir yandan doyarken bir yandan hep verir. Gündelik ilişkilerde ki göze batan akıl dışı esneklik zengini fakir, fakiri daha fakir yapar. Türkiye‘de en fakiri de en zengini de sevişmeyi Emrah filmlerinden öğrenmiştir mesela. Bu kitleler uzun yıllar kendilerinden utanacak ufak kitleler yetiştirmişlerdir. Cinsel açlığı bastırarak TV’de öpüşmeyi, bakkala çocuk göndermekle sansürler bu kitleler. Bu kitleler çok şey bilir ama bir tek kitle olduğunu bilmez herhalde, çünkü herkes birey herkes akıllıdır kendi nazarınca. Oysaki halkımız batıdaki emsallerine bakıldığında ne bir kitle olabilecek kadar sığır ne de birey olabilecek kadar gaddar ve zalim olamamıştır henüz. Hala yüreği acıyarak bir şeyler söyleyen insanlar görmek buna delalettir.

Biz Cihan Oskay’ın dediği gibi Özal dönemi çocukları idik bizim için iletişim demek giydiğimiz kıyafet, bindiğimiz araba, anne babamızın takı veya mobilya koleksiyonuydu. Belki bir de kullandığımız parfümün markası ve kızları etkilemek için söylediğimiz palavralar. Asla bir direnişin temsili olamadık, devlet okulları tarafından kendi öz tarihimize ve bilincimize uzaklaştırılmamız bir yana, eğer batılı isek doğulu ya da doğulu isek batılıya karşı önyargılarımız oluşturuldu. Bugünlerde devletin açılım kararı ile destek verdiği ayrımcılığa  karşı ilköğretim okullarında da dersler verilmeye başlandı. Ancak merak edilen şu ki yıllarca faşist eğitim tarzı ile yetiştirilen bu eğitimciler bugün nasıl olacak da ayrımcılığa karşı ders verebileceklerdir?

Ünsal Oskay bize ne öğretti? Ünsal hoca bana ne olmadığımı gösterdi. Ne yapmamam gerektiğini, yoksa ne yapmam gerektiğini hala bilmiyorum ve bu yaradılış sorunum belki ben ölünce son bulacak. Ünsal hoca biz öğrencilerine acıları katlanabilir kılmayı öğretti. Ünsal hoca bizlere cebimizde 5 lira  kalmışken  akşam yemeği  yemek  yerine  son  sayısı  gelen  bir  düşünce dergisi almayı aşılattı. Ünsal hocam bizlere kitap okumanın da insanı özgürleştirebileceğini anlattı. Sabahlara kadar süren tartışmalarımıza ondan aldığımız alıntılarla ışık tuttuk, tabi ki çoğumuz kendisini daha zeki göstermek için sözleri kimden aldığını gizledi. O bizleri çok sevdi hep bundandı sakinliği. Dersine ilk girdiğimde her zamanki gibi Kıbrıs’a geç gitmiştim. Ünsal Oskay’ın dersine girdim uzun sıralar vardı sınıfın önünde ama kimse bu dersten kalmak veya başka bir şey için değil onu dinlemek için geliyordu. Hikâye anlatır gibi dersler anlatıyordu, çok ilginçtir ki dersten çıktıktan sonra bir tüy kadar hafifi ve okumayı bir zorunluluk değil de okumak ihtiyacı duyduğunuz için yapar gibiydiniz. Güzel adamdı Ünsal Hoca. Gözleri daima gülerdi ama hüzünlü ve endişeli de bakardı. Bir insanla tanıştığında önce birkaç adım geri durur gibi gelirdi bana sonra yavaşça insanın gözlerinin içine bakar kimseyi kırmadan konuşur, yaklaşır, bir anda başka şey düşünüyormuş gibi kendini çekerdi. Hiç beklemediğimiz bir anda(bu genelde onun çok önemli bir şeyler söylediğini düşündüğümüzde olurdu) kendi sözcüklerini ve düşüncelerini küçük bir küfürle savuşturur ya da sıraya vurarak dikkati dağıtır ve geri toplardı. Tek ve basit olanı her an değişmez olanı değil, değişimi ve sözün söylenip uçtuktan sonraki etkisinin altını çizerdi. Biz ise onun ve bıraktığı etkilerin ardında dolaşırdık, göz kamaştırıcı bir ışığın etrafında dolaşan pervane böcekleri gibi…

Ünsal Hoca bize âşık olmamızı söyledi. Belki de bu yeniçağda aşklarında hayatın ta kendisi kadar akademisyenlik kadar plastikleştiğini gözden kaçırarak, o dar alnında ki kasları yukarı doğru kaldırarak ve rahat tavırları ile  gidin dışarıda dolaşın derdi. Kız arkadaşınız yok mu? O zaman garip gelirdi bu kadar öneli bir dersin hocasının bunları söylemesi… Evet, hocamız o zamanlar hala yapabilecek gücünüz varken, hala çok korkmamışken hayatı değiştirin demek istiyordu aslında. Gençlere duyulan güven hala bir şeyleri değiştirme şansına sahipken âşık olun ve kendinizi özgürleştirin diyordu hocam. Haklıydı. Belki aşktı, sevgiydi ve o müthiş boşluk duygusunun yarattığı, varoluş sorunlarını sınırlamayı amaçlayan şeylerin tümüne birden kuram adı veriliyordu belki de. Bir kuramın gerçeklikte can bulabileceği tek yer de aşkın ta kendisi oluyordu. Oysaki Ünsal Hocamın döneminde, okumanın sadece bir diploma ve kariyer girdisi olmadığı aynı zamanda bir hayat felsefesi ve alın teri ile kazanılan ekmek parası anlamına geldiği dönemde, aşk seks demek değildi. Aşk carpe diem demek hiç değildi. Oysa bugün aşklar da sevgilerde bilgilerde satılığa çıkarılmış. Belki bu yazı bile okunduktan 5 saniye sonra belki kendi doyumuna ulaşarak kendi kendini yok edecektir.

Ve aşk… ‘’Gidin çocuklar gezin âşık olun çocuklar’’, yok be hocam dediğiniz gibi artık akademisyenler gibi aşklarda plastik. Tüm bu kuramlar anı yaşatmaya dayalı ise hocam aşkın plastikleştirilmeyenini bulabilmek için koca bir ömür okumak mı gerekli? Bugün kirlenmek istemeyen çocuklar pek bir temiz, hepsi jilet gibi, hepsi son model arabalarda fink atıyor. Hepsi domuz gribinden kaçıyor, bütün iletişimciler insanları bilmedikleri bir şeyden korkutmak için her gün ölü sayısını haber veriyorlar. Onlarda kirlenmiş, iletişim artık not defterinde yazan ev veya iş yeri adresi değil ama artık iletişim iletmekten türetilen bir sözcük de değil. Tek taraflı işleyen bu sürüncemede iletişim yalnızlığa terk edilen edilgin insanın adı. Tüm çocukların elinde bir dezenfektan sıkıyorlar köşeye bucağa. Hepsinin yapacak 100 önemli işi var. Hepsi âşık, hepsi mutlu, dünyadan bir haber, hepsi anı yaşıyor, hepsi gerçeklikten uzakta şekilde gerçeği yaşıyor. Hepsinin elinde bir hamburger, gençliğin sesi Okan Bayülgen’in gazı ile geriye kalan 98 şeyi yapmakla meşguller… Hepsi ağzını kolonyalı mendille siliyor kimsenin ağzında karanfil yok artık… Ancak hiçbiri bu toplumun yalan dünyasında mutlu olabilmek için yapılana sözleşmelere atılan imzaların farkında değil.   Onlar   sadece   ve   sadece   tüketmeye   âşıklar   çünkü…   Kırılmaya, kaybetmeye düşman…

Ya  sen  gülüşünde  çiçekler  açan  sevgili,  Sen  mi kırdın beni? Yoksa aşkın, hayatın kendisi mi bu kadar kırılgan?

*https://issuu.com/azizm/docs/edergiaralik2009

Bunu paylaş: