Köy Enstitüleriyle Bir Bilgi Devrimi Yaratılmak İstenmiştir! – Adnan Binyazar

Köy Enstitüleriyle Bir Bilgi Devrimi Yaratılmak İstenmiştir!*

 

Atatürk, Cahit Külebi’nin “Biz yoksul bir milletiz/ Gözlerimizde solgun ışıklar yanar,” dediği halkın önünde parlattı özgürlük ışığını. O halkın  gözlerinde yanan solgun ışıklarla Anadolu bozkırına çağdaş uygarlığı getirdi. Okumasız yazmasızdı o halk, ama Nazım Hikmet’in dizeleriyle, “Topraktan öğrenip/ kitapsız bilendi, Hoca Nasrettin gibi ağlayan/ Bayburtlu zihni gibi gülen”di; Yani, içi bin yılların kültürüyle, erdemiyle dolu bir halktı. Atatürk, bu halkın yüreğindeki ağlayan narı, gülen ayvayı görmüştür; yüzyıllardır kapağı  açılmamış uygarlık kitabının sayfalarını bir bir açtı; ona efendi dedi. Şimdi, köylüyü efendi sayma bir yana, ona efendi dedi diye Atatürk suçlanıyor! Köyde tutunamayıp büyük kentlerin çevresini sarmış bu efendiye(!) nerdeyse bir haşarat gözüyle bakılıyor. Ona böyle bakanlar, Atatürk’ün, özgürlük ışığını parlattığı Anadolu toprakları üzerine kurulup oturmuş Atatürk düşmanlarıdır.

Atatürk, “Türkiye Cumhuriyeti’nin temeli kültürdür,” diyordu. Cumhuriyet ise, Türk kahramanlığının, yüksek Türk kültürünün sonucudur. Atatürk, Cumhuriyet’i Türk kahramanlığına bağlarken, o kahramanların, gerçekte o yoksul millet olduğunu vurgulamak istiyordu. Cumhuriyet’in temelinin kültürlerle donatan, Nasrettin Hoca gibi ağlayıp Bayburtlu Zihni gibi gülen, bakışı içine doğru derinleşen Anadolu halkıydı. Atatürk, Cumhuriyet’i ilelebet payidar kılacak devrimini işte bu Anadolu halkıyla yaptı. Bilim adamlarının, Atatürk devrimlerini Anadolu İhtilali’ne bağlaması boşuna değildir. Bilgi devrimi bu halkla yapılacaktı. Onun için, Atatürk, savaşının dumanlı günlerini atlatıp kültürel kurumlaşmayı(Türk Tarih ve Dil Kurumları, Musiki Muallim Mektebi, Halkevleri, Konservatuar, Opera, Bale…) sağladıktan sonra, bir azınlığa özgü, üretimden yoksun eğitim alanlarına el attı. 1937 yılında Köy Öğretmenleri Yasası’nın çıkarılmasını sağladı. Eğitmen Kursları, Köy Öğretmenleri, Köy Enstitüleri bu yasanın getirdiği temel anlayışın sonucudur. Şerafettin Turan’ın Türk Devrim Tarihi’nde(Yeni Türkiye’nin Oluşumu 1923– 1938) (s.88) Köy Enstitülerini Atatürk’e bağlaması çok anlamlıdır. Köy Enstitüleri, gerçekten, Atatürk’ün temelini attığı bilgi devrimi toprağında boy vermiştir. Onu yaşama geçirenler ise, başta İsmet İnönü olmak üzere Hasan Ali Yücel ve İsmail Hakkı Tonguç’tur.

Köy Enstitülerinin kurulmasında temel amaç, köylüyü aydınlatmak, köydeki birikimi üretime dönüştürmektir. Atatürk, yüzde sekseni okur-yazar olmayan bir toplumun, çağdaş dünyada ancak bir sömürü halkı olarak kalacağının bilincindedir.  Ayrıca,  Atatürk,  bir  kesimi  aydın,  bir  kesimi  bilgiden yoksun kalmış toplumlarda sosyal adaletin, demokrasinin, insan haklarının gerçekleşemeyeceğini çokça dile getirmiştir. Her türlü toplumsal bozulmanın, temeli bilgisizliğe dayalı gericilikten kaynaklandığı açık açık söylüyordu. Tarih boyunca, hangi ülkede olursa olsun, gelişmelerin önüne saplantılı dar kafalar dikilmiştir. Gerici, düşünce dumuruna uğramış kişidir. Atatürk, Kurtuluş Savaşı’nın her aşamasında bunlarla karşılaşmıştır. Öncelikle tarih, dil, bilim, sanat konularına eğilmesi bundandır. Gerici kafa, ancak bilimin varlığıyla  etkisiz kalır. Uzağa gitmeye gerek yok; Batı’ya yönelişimizde de aynı tepkilerle karşılaşılmıştır. Atatürk’ün bir ayağı Cumhuriyet’te, bir ayağı Tanzimat’ta olmasına karşın. Atatürk devrimini, Tanzimat yenilikçiliğinin bir süreği saymamak gerekir. Tanzimat’ta ve sonrasında birçok kültürel kurum, Batı’daki benzerlerinin Türkiye şubesi gibidir. Batı, kurumlaşmayı, kendi ölçülerine  uygun insan yetiştirmenin bir aracı saymıştır. Kurtuluş Savaşı sırasında Atatürk, bu yolda yetişmiş mandacıların yurtseverlikleri konusunda çok acı deneyimler edinmiştir. Bu deneyimler, Atatürk’ü Cumhuriyetçilik’e yöneltmiştir. Cumhuriyet ulusalcı ve halkçıdır. Oysa Tanzimat’ta halk Osmanlı’dır, Türk değildir. Atatürk, Anadolu topraklarında yaşayan her kesimi Türk varlığı  sayacak denli çağdaş bir hoşgörü anlayışının öncüsü olmuştur. Bu bağlamda O’nun devrimciliği de bütün yönleriyle bir ulusu var eden kültür alanlarına, bilgi kaynaklarına yönelme anlamı taşır. Hakçılık ise, bir ülkenin ezilmiş çoğunluğunu tutsaklıktan kurtarma girişimidir. Onun için, Atatürk’ün devrimi gerçekte bir bilgi devrimidir. Ulusal kaynaklar araştırılarak, Türk varlığına çağdaş dünyada bir yer sağlanacaktır. İşte, Köy Enstitüleri de bu geniş alanlı devriminin bir parçasıdır. Köy Enstitüleri, yüzyıllarca itilmiş kakılmış halka kişilik kazandırma amacıyla kurulmuş, 7–8 yıl içinde gerçekleşmiştir. Eğitim tarihlerine geçecek denli etkili olan bu uygulamanın değeri ne yazık ki bilinmemiş, kendi toprağını düşünen çağdışı birkaç ağanın isteğini gerçekleştirmek için gericiliğe kurban edilmiştir.

Köy Enstitülerinin kurulmasında temel amaç; yüzyıllarca hep bir yana itilmiş halkı aydınlatma olmakla birlikte, gelişme yoluna koyulmuş bir ülke insanını en kısa yoldan üretime geçirmektir de. Ayrıca, Köy Enstitülerindeki eğitim uygulamaları, tüketiciliğe karşı üretici eğitim de bir örneğidir. O da şudur: Kendinden beslenen, kendini üreten, beslendiği kaynağı var ederek ona kimlik kazandıran bir toplum yaratmak; bunu da en kısa yoldan gerçekleştirmek… Bu yönüyle, gerçekçi temellere dayanmakla birlikte, Köy Enstitüleri yabancıya Tonguç’un kafasında yaratılmış ütopik bir eğitim kurumu olarak görülmüştür. Yoktan var edilmesini en ucuz yolla insan yetiştirme yönünü, büyük yatırımlara alışmış kafaların kavraması kolay değildir. Köy Enstitüleri, birbirini üreten etkenlerin bir araya getirilmesiyle, bilgi ırmağını kaynağında bulma anlamı taşır.

Şöyle ki; çocuk köyden alınacak, köyü kalkındıracak yolda eğitilecek, yalnızca eğitmekle kalmayacak, eline bu bilgileri uygulayabileceği araçlar/gereçler de verilecek, haydi yolun açık olsun denecek, her alanda verimli bir üretimi sağlayarak, köylüyü kalkındıracak. Atatürk’ün Gazi Orman Çiftliği’ni örnek bir üretim alanı yapması gibi, Köy Enstitüsü’nü bitirip köye(köyüne) dönen öğretmen de yapıda, tarlada, kümeste, ahırda örnek alınacak başarılarının öncüsü olacaktı. Bu, Türk toplumunun son 30 yılını bir kurtarıcı beklentisine bağlamadan; toplumun her yönden kurtarıcısı, gericilikten, bilgisizlikten, yoksulluktan kurtarıcısı, köylünün kendisi olacaktı. Köy böylece kendi gövdesinden kendi sürgününü vererek çağdaşlaşacaktı. Onun için bu kendi içinden, kendi kendini üretim, fazla bir gideri gerektirmedi;  Türkiye’yi ekonomik bunalımlara sokmadı. Örneğin enstitü binasını, yatakhanesi, yemekhanesi, sinema/tiyatro salonuyla, bir iki ustanın yol göstermesiyle, oraya okumaya gelen köylü çocukları yaptı. Sanki kötü bir şeymiş gibi, her gün doğayla diş dişe savaşım veren bu bozkır yüzlü çocuklara amele dediler! Yeni yeni açılan enstitülerde ise, artık ustaya da gerek görülmedi; yapıların ustası, çırağı bu çocuklar oldu. Onların eliyle Anadolu toprağının orta yerindeki boz ovalar, yaratmanın ve doğayı güzelleştirmenin ışıklarıyla donandı. Onu yok etmek isteyenler ise, bilgiden yoksun insanlarımızı cennet ışıklarına kavuşturma umuduyla avuttu durdular. Şimdi ise neredeyse cennetin anahtarını onların ellerine verecekler!..

İş bununla da kalmıyordu. Okulun temizliğini, düzenini öğrenciler sağlıyordu. Her hafta bir sınıf okulun yönetimini üstleniyor, her öğrenci çok kişili bir yuvanın bireyleri olarak sorumluluk yükleniyorlardı. Türk eğitim felsefesinin ilkesi sayılan bir yöntemle, insan, çekirdekten yetişiyordu. Töresi, geleneği, ahlaki ile yeni bir anlayış kök salıyordu enstitülerde. Bu üretici eğitim anlayışla birçok köy öğretmene kavuştu. Yazının çizinin girmediği yerlerde insanlar elde kitap dolaşır oldular. Köy Enstitüsü’nde öğrenciler Gogol’ları, Dostoyevski’leri, Balzac’ları, Shakespeare’leri, Dante’leri, Cervantes’leri okuyordu. İnsanlığın en büyük yapıtları, Anadolu bozkırında genç beyinlerle karşılanıyordu. Bu birikimlerle donanmış öğretmen doğup büyüdüğü yerleri bilinçle kavrayıp oraların gerçeklerini dile getirdi. Bu eğitim ocaklarından yazarlar, sanatçılar, bilim adamları, yetkin öğretmenler yetişti. Kimilerinin dudak bükerek sözünü ettiği köy yazını böylece doğdu. Köyün, birikimleriyle, kültürüyle, insanıyla toplumsal bir varlık olduğu bu çabalarla ortaya çıktı. Okuyan, düşünen, ülke sorumluluğunu onur sayan insanlar, yüzyılların unutulmuşluğuna uğrayan köylerden çıktı. Gerçek Anadolu’nun köy kaynaklı olduğu anlaşıldı. Kıyamet de o zaman koptu. Köyden yetişenlere insan olmayı bile çok gören egemenler, bu eğitim yuvalarını önce suçladılar, sonra ortadan kaldırmak için büyük bir güç birliği oluşturdular. Böylece, sekiz on yıl içinde Türkiye’nin bilgi kaynaklarını çoğaltan Köy Enstitülerini ortadan kaldırdılar.

Onlar, kafası özgürleşmiş insanlar değil, kendilerine biat edecek kullar istiyorlardı. Her fırsatta caddeleri dolduran gözü dönmüş kalabalıkları gördükçe o biat topluluğun nasıl oluştuğunu daha iyi anlıyoruz. Onlar da okullardan yetişiyorlar, ama nasıl okullardan?..

Eğitimde savurganlık, verimsizlik, üretimsizlik aldı başını gidiyor. Devlet, okul yaptırmak için sağa sola el açar duruma getirildi. Devlet okullarındaki verimlilik yüzde otuzların altına düştü. Paralı asker gibi, eğitim de paralı oldu. Parası olan okuyor, parasızlar, toplumun altta kalanları olarak her gün başka tür bir yaşam savaşı veriyor. Toplumda erdem kalmadı. Hatır gönül saymanın anısı bile kalmadı. Cahit Külebi’nin “Kara göklerin yıldızları” dediği köy öğretmenleri, öğretmenlik yapacak köy bulamıyorlar. Köyler, büyük kentlerin çevresinde köle çemberleri oluşturdu. Ne yaşamları yaşam, ne sağlıkları sağlık! Köylüyü çağdaş bilgilerden yoksun bırakanlar şimdi onun varlığından korkuyorlar. Kentlerin yaşam düzeylerini bozan bir haşarat gibi görüyorlar onları. Oysa Nazım Hikmet’in dediği gibi, “Onlar ki toprakta karınca/ suda balık,/ havada kuş kadar/ çokturlar.” Onların çokluğu Cumhuriyet’le anlaşılmıştır. Cumhuriyeti cumhuriyetliğinden edecekler ise onların yokluğunu hazırlıyorlar.

Çok kısa bir süre sonra, eğitim tümüyle, gemisini kurtaran kaptan deyiminin mantığıyla kendi okulunu yapıp öğrenim görenlerin tekeline girecek. Her ilkesi sarsılan Cumhuriyet’in halkçılığı, devletçiliği de yok edilecek. O kavramları koruması gereken siyasal örgütler bile tam bir vurdumduymazlık içinde. Atatürk’ün mazlum diye nitelediği Türk halkı, 21. yüzyıla adım attığımız şu günlerde onu bilgisiz bırakanların yeni zulmüne uğruyor.

Köy Enstitüleri her yıl geliştirilerek bugünlere getirilseydi, belki köyler boşalıp kentler yaşanmaz duruma gelmeyecekti. Eğitimde bir bütünlük olacak, kimi okullar insanı çağdaş bilgiyle donatacağına, Ortaçağ’ın kör anlayışını egemen kılmaya çalışmayacaktı. Kişi, beyniyle var olacaktı; kurnazlık, köşe dönmecilik, yalan dolan erdem sayılmayacaktı.

Köy Enstitüleri bugüne getirilseydi, ulusal eğitim çağdışı kalmayacaktı…

*https://issuu.com/azizm/docs/ederginisan2009

Bunu paylaş: