Aynası Kırılan Tanrı – Ümit Hüseyin Girgin

Aynası Kırılan Tanrı* 

Günümüzdeki çağdaş sanat anlayışı ve tanımlamaları hakkında  düşünmeden önce sanatın ne olduğuna ve bu duruma nasıl geldiğine ilişkin kısa bir yolculuk yapmalıyız.

Sanat en genel anlamıyla, yaratıcılığın ve/veya hayal gücünün ifadesi olarak anlaşılır. Tarih boyunca neyin sanat olarak adlandırılacağına dair fikirler sürekli değişmiş, bu geniş anlama zaman içinde değişik kısıtlamalar getirilip yeni tanımlar yaratılmıştır.

Antikiteden bu yana hem sanatçılar hem de felsefeciler sanatın tanımını  yapmaya uğraşmaktadırlar. Birçok sanatçıya göre sanat görüngülerden ibaret bir temsil etme işlemidir. Gerçekliği temsil etmek ancak Theodor Adorno’ya göre sanat tanımlanması muğlâktır bunu başarabilmek zordur çünkü o tarihsel olarak değişen bir uğraklar kümesidir. Yani günümüzde olduğu anlamı ile bundan yüzlerce yıl önceki durumu hem özdeksel hem bilinçsel düzeyde değişikliklere uğramış sanatın bir zamanlar ne olduğuna dair düşünerek başlayabiliriz. Antik Yunandan itibaren insanlar sanatçılar vb için gerçeği aramak gerçeği anlamlandırabilmek hep bir sorun olmuştur. Öncelikli postulat sanat üzerinden temsili gönderenlerle yani duyum araçları ile gerçeği yeniden bir halüsinasyon kuramı üzerinde inşa ederek anlamlandırabilmektir. Bu aslında son derece paradoksal olan duruma bazı eleştirile gelmektedir. İnsanlar gerçek hayatlarında bakmadan geçtikleri şeylere bir bakıma kopya edildikleri zaman neden bu kadar büyük bir hayranlık duymaktadırlar? Ancak bunu yaparken nesnenin kendisini kullanarak biçimin ötesine geçmeye çalışmak modernite tarafından yıkılmıştır. Biçimden biçimsizliğe, soyut olandan soyut olmayana geçiş bu dönemde gerçekleşmiştir.

Platon’a göre de temsil etmek verili olmayan bir gerçeğin simulakrını  üretmektir yani zaten nesnenin kendisi temsil etmektedir. Yani bu yolla gerçekliğe nasıl ulaşılabilinir ki? Aslında temsil edilenin doğruluğuna inanmak kendi duyularımızın güvenilirliğinden hiç kuskusuz ki emin  olduğumuz anlamına gelecektir. Modernizme kadar olan tüm bu süreçlerde Hegel’in sanatı öldürmesine kadar olan tüm bu klasizm, barok vs sanatlarda gerçeği nesnelerin üzerinden duyulmayabilmemiz ve ruhun her bir dönem bittiğinde yer değiştirerek içkin bir hale gelmeye çalışması halen devam eden bir süreçtir. O zaman  sanatta  estetiğin  ve  zevkin  insan  duyularına  ait  olduğunu    söyleyen Aristoteles ve zevkin insanda sanat eserinden bağımsız var olan öncelenmiş bir şey olduğunu söyleyen Kant’la aynı çizgiye gelinmiş olur. Ampirik gerçekliğin (duyumsal, görünümsel) gönderge rolü oynamasının tek nedeni hiç kimsenin insanın dünyada olduğundan dünyanın insana sunulduğundan ve varlığa kenetlendiğinden şüphe etmemesinden dolayıdır.

Sanatın işlevi gerçekliği imgeye dönüştürmek midir? Sanat hangi gerçeklikleri yansıtır? Peki ya dünya bir yansıma mıdır? Nietzsche’nin söylemi ile tanrı, kendisini izlemekten sıkıldığı anda dünyayı yaratmıştır. Kendi özlerini kendi üzerinden çeker ve dünyayı yaratır. Oysaki sanat yine tanrı edimine karşı çıkıştır kendi hayatımızın gündelik ve sıkıcılıklarına karşı bir tepkidir ve yine bu tepki bizi sonsuzluğa götürecektir. O zaman sanatın ölmediğini vücut değiştirdiğini ayrıca batı da ki sanat kavramları ile aynı paralellik de gitmeyen doğu da sanatın ölmediğini ve belki be bu ilhamla beraber sanatın doğurganlığından bahsedilebileceğini ileri sürebiliriz.

Sanat, eserinin birincil amacının pragmatizm olup olmadığı da tartışmalı bir konudur ayrıca bu durum Duchamp’ın ve Andy Warhol’un “ready made”lerini sunma tarzından sadece faydalılık ölçüsünde ayrılacaksa o zaman sanat eserini gündelik nesneden farklı kılan ne diye de sorulabilir. Başlangıç ile ilgili sorularımızı bitirdiğimize göre olayı daha derinden almak adına sanat kavramına ve sorunlarına belli bir giriş yapabiliriz diye düşünüyorum.

Sanat ve işlevi her dönemde farklı algılanmıştır. Ancak tam da bu sebeple zamanın akışı nasıl gerçek olanı değiştiremiyorsa sanatın ruhunu da değiştirememektedir. En muhteşem sanat eserleri, öznede beğeni estetik ve zevk kavramını başarı ile canlandırabilen sanat eserleri dahi her zaman varlığı ile bir eksikliğe işaret eder. Bu eksiklik varlığın özünün eksik olmasından gelir. Ve bunun kaynağı daha derinden teolojik ve dünyevi kaynaklara bağlanabilir. Nietzsche’ye göre tanrı dünyayı yaratmıştır. Çünkü kendi üzerinden gözlerini çekmek istemiştir. Çünkü tanrı o kadar eksik ve iğreti görünür ki kendi gözüne bu aşkınlığı anlamlı kılabilmek için kendisine dışarıdan bakabilmek için dünyayı yaratır. Bu, onu biraz daha katlanabilir kılacaktır. Dünya tanrının  aynasıdır ancak her ayna gibi dünyada kişiyi kendisine güzel gösterir aynalar öznelliğin, kendine himayenin eserleridirler. O yüzden tanrının saplantılı bakışı her defasında ayna düzleminde bir halüsinasyonu meydana getirir. Ve Platon’a göre de görünen nesneler sadece gerçeğin bir simulakrını yaratmaya yarar. Bu yüzden insanın yaptığı sanat gerçekliği kurmak adına ikincil bir yalan söylemekten ileri gidemeyerek, tanrının varlığına erişebilmek için bir simülasyon daha yaratarak varlığa ulaşabilmeyi hayal edeceklerdir. Antikiteden beri var olan bir şeyi temsil etmek ve temsil edilenle temsil eden arasındaki ilişki Platon’a göre yanılsamalıdır. İmge sade nesnenin yerine geçerek onu temsil eder. Bir sanrı yaratır bir bakıma mağaranın içersinde yaşayan ve gözleri yavaşça görüntüleri seçmeye başlayan insanın hikâyesinde ise duyularımıza olan güveni yeniden tartışma ihtiyacı hissediyoruz. Temsil ederken orada olmayan bir nesneye gönderme yapıyoruz. Yani gerçekliği bir yalan üzerinden üretiyoruz. Ve daha sonra da buna hayran oluyoruz. Gerçek hayatımızda dikkatimizi dahi çekmeyen nesneler, mesela bir üzüm bir sepet vb sanatçı tarafından resmedildiğinde neden bu kadar değerli oluyor gözümüzde… Belki de sanatın o zaman tanrının yerine konulabileceği düşünülüyordur kim bilir? Ampirizme dayalı bir anlayışta gerçeklik gönderge rolü oynar. Çünkü duyularla anlaşılan keşfedilen bir dünya olduğundan ve duyulara güvenimiz kesin olduğundan bu durum oluşmaktadır.

Neden gerçeğe ulaşmak için sanat eserleri üretilmektedir. Sonuçta gerçek hiçtir. Nietzsche’nin de dediği gibi gerçeklik bizi hiçliğe götürecektir. Ancak gerçeklikten dolayısıyla hiçlikten kaçmanın yegâne temeli gerçeği maskeleyerek sanata sığınmaktır. Çünkü sanat aynı tanrı örneğinde olduğu gibi içinde yaşadığımız dünyaya katlanabilmemizi sağlar. Bugün modern sanatın içinin boşaltılmasının eleştirelliğinin ve karşı çıkışının yerini çağdaş sanatların ve paranın almasının nedenlerinden biriside budur. Tüketim toplumunda Andy Warhol gibi sanatı para ile özdeşleştirerek değerli kıldığını zanneden ancak her ikisini de değersiz kılan ucuzlaştıran sanatçıların yaptıkları sanat eserlerini kitschleştirmek hazır eşya haline çevirmek. Ve imzalarını satmak olmuştur. Sanatın romantizmden sonra hiçbir kalıba oturmaması varlığını hiçbir bedende bulamaması modern sanatların eleştirel yaklaşımını doğurmuş bu eleştirel yaklaşımda içi boşaltılmış post modernist anlayış tarafından ele geçirilmiştir.

Çağdaş sanattaki eserler varlığın ne kadar tiksindirici olabileceğine bizi ikna ederler. Çünkü her şeye rağmen hiçliğin değil de varlığın olduğunu kanıtlarlar… İlk dönem sanat düşünürlerinden Aristo’ya göre sanat dünyadaki varlıkları taklit etmektir. Yani ne kadar iyi taklit edilirse tanrısal olana o kadar çabuk  ulaşılabilir. Tabi ki bu yargının içerisinde ne Kant estetiği ne de modern sanatlara özgü eleştirel yaklaşımı bulabilmek mümkün değildir. Gerçektende doğayı taklit etmek bizi gerçeğe yaklaştırabilir mi?

Moderniteyse bunun tersine bize görülür olanın görülmesi ve görülür olanın aşılmasını gerektiğini söyler. Yani doğa birebir taklit edilmemelidir önemli olan nesnelerin altında yatan anlamı bulabilmek belki de Rönesans düşünürlerinden ve ressamlarından da olan Da Vinci‘nin dediği gibi sanat eserini sanatçı içinde anlamlandırmalı  ve gördüğünü değil hissettiğini  yapabilmelidir.  Ancak Kantcı zevk kavramına ilişkin olarak bu da yetersiz kalacaktır. Estetik olan güzel olan öznenin bakış acısından da geçerli notu alabilmelidir, yoksa her zaman eksikli olarak kalacaktır…

Sanatçı gerçeğe en yakın biçimle eserini yaptığında onun altında yatan neden nesneyi hiç görülmediği ve sanatçının bakış acısıyla değiştirerek özüne indiği, özünü biçimlendirdiği bir şey olarak ele alabiliriz.

Pascal gerçeklerine dönüp bakmadığımız nesnelerin benzerleri için hayranlık yaratmaya çalışan resim sanatı ne boş bir şey demiştir. Tam da bu noktada aslında üretilen nesnelerin tanrıya bir öykünme bir borç ödeme olabileceğini gözden kaçırıyoruz… Dünyayı tanrının yaptığına benzetmeye calışma, neden hep bir eleştiri alıyor? Gerçeklerine dönüp bakmıyoruz çünkü tanrının onları bizim için yarattığını biliyoruz. Ve onların çözümüne ulaşabilmeyi ancak resmederek yapabiliyoruz. Çünkü bir nesneyi sanat haline getirdiğimizde onun tözünü belli bir kalıba hapsedebildiğimizi düşünüyoruz oysaki nesnenin kalıbı çok daha geniştir ki bunu Hegel’in sanat tarihi anlatısında da kendisini gösteren sanatın kendisine bir biçim bir nesne bulamaması ile ölümünün gerçekleşmesinden anlayabiliriz. Biz insanoğlu hâkimiyet alanımızı kendimiz seçebildiğimiz süre içerisinde şeyler hakkında keskin kararlar vermeye başlıyoruz. Eğer sanat olmasaydı bu bakımdan dünyayı anlamlandırabilecek bir fırsatta olmayacaktı.

Gerçek sanatın amacı eğlence grubuna girmemiş, insanın kendisi ve çevresini anlamlandırabilinmesi açısından geçerli olan bir şeydir. Mesela sinema salonuna giren izleyici ile filmden çıkan izleyici arasında belirgin bir fark yaratabilmek nesneye yani filme bakarken özneyi yani seyirciyi yeniden inşa edebilmektir sanatın görevi. Yani sadece nesneler değil özneler ve onların bakışları da sanat eserinde ve gerçekliğe ulaşabilmede önem arz eder.

Varlık dramatik bir karakterdir. Herkes yalnız olarak doğar yalnız olarak büyür yalnız ölür, (ilk başta anneden koparak dünyaya gelmiş olduğumuz için her zaman bir eksiklik yaşarız bedenimizde ve ruhumuzda) dünyada bir kopuştur, güneşten kopmuştur yâda dünyanın tanrının bir yansıması olduğunu ancak kaynağın, tanrı uzamsal olanın dünya olduğunu ve dünyaya ait her nesnenin ve kişinin kaynaktan ayrı bir varlığa sahip olduğunu belirtebiliriz. Yani her şeyin kaynağı birdir ancak kaynağın dışına çıkan her uzam kendisini farklı olarak ontolojik anlamda değerlendirir. İnsanın eleştirelliği ve tanrıdan kopuşu da burada başlar ilkçağ döneminden Plotinus’a göre sanat yapmak dünyada tanrıyı tasvir etmek demektir.

Bir nesneyi sanat eserine dönüştüren temsil etme, insanların duyularından deneye dayalı deneyimlerinden yaralanır. Yani insanın bakışına odaklanır.

Sanat bir görüntüdür ve gerçeği söyleyebilmek adına başka bir görüntü yansıtır… Oysaki Hegel’e göre sanat sadece görüntü olamaz eğer öyle olsaydı sadece duyulara dayalı bu sanat eseri gerçeği ne kadar iyi tasvir ederse o kadar gerçeğe yaklaşabileceğini söyleyebilirdik. Oysaki Zeuxis’in üzüm tablosunda olduğu gibi kuşları kandıran bu tablonun taklitten başka hiçbir işlevi yoktur. Sadece doğanın bir simulasyonunu üretirler. Hiçbir şey göründüğü gibi değildir zaten dünyanın görünen yüzüne karşı çıkışta burada başlar. İnsan toplumsal bir varlıktır ve gördüğü şeyleri üretmek onun bu yaşantısındaki deneyimlerinin de bir yansımasıdır. Ve bu açıdan bakıldığında dünyadaki gören göz sayısı kadar görüngü evreni nasıl varsa, sanat yapan üreten sanatçıların her biri kadarda farklı ruhsal durumlar, tözlerin ortaya konuş biçimleri ve farklı sanat anlayışlarının olduğunu söyleyebilmek mümkün…

Rönesans dönemi sanatçıları taklitten ziyade sanatçının iç görüsünü öne çıkarttılar. Öyle ki Leonardo Da Vinci gerçeği ortaya çıkarmak için, eseri yorumlamak, bize yansıması için içimizde yankılanmasına izin vermek ve eseri yansıtmak gerekir der. Görüntü aşıldığında bu görüntüyle etkilenen kişiye belli belirsiz sezilen bir gerçeğin izleri kalır. Oysa bugün çağdaş sanatlar gerçeği çarpıtır ve haz imgesini doyurmak amacıyla sanat eserini tüketim nesnesine dönüştürür. Eğer görüntü son bulursa yüzeysel olan derinleşir.(sanat,  fargo) Buna paradoksal bir Nietzsche söylemi ile de karşı çıkabiliriz. Kişi dibini görmediği kuyuyu derin zanneder!

Nietzsche’ye göre yalan söylemek ve gerçeğe maskelenmiş bir biçimde ilerleme olanağı vermek için sanattan iyisi yoktur. Varlığın en büyük gerçeği hiçliktir. Sanat insanı varlığın ifşasından onun umut kırıcı boşluğundan ve anlamsız keyfiliğinden koruyan etkili bir yalandır. İnsan gerçekle yüz yüze gelmekten gerçeğin sırrını ortaya çıkarmaktan ölesiye korkar ve gerçekle yüz yüze gelmediği için dünyadaki görüntüler evreni içinde saklanmaya devam eder çünkü görüngüler evreni kişiye sonsuz bir haz ve yalanın getirmiş olduğu edilginlik duygusunun yanında güvenlik ve varlığını idame ettirme şansı da verir her zaman… Eğer gerçekliğin dibi derin bir uçurumsa en büyük bilgelik kati surette yüzeyde kalmaktır.

Yapılan her türlü sanat eseri ve kurulan uygarlıklar tanrıya ulaşma birliği içerisindedir.  Antik  Yunan  tarafından  psikolojinin  terimlerine  giren   oidipal karmaşaları, yani Oidipus gibi kimselerin yaşadıklarını gerçek olarak adlandırmalarından bahsetmiyorum bunu karıştırmamak gerekir… Her nedenin altında yatan esas bir temel vardır çünkü… Doğayı taklit etmek, belli bir ideal çerçevesinde yapılmalıdır. “Bir den yayılan hareket güneşten yayılan ışık gibidir. Akılla kavranabilen bütün doğa bir ışıktır. Akılla kavranabilirin zirvesinde ve ötesinde egemendir. Ve yayılan ışığın kendi dışına çıkmasına izin vermez. Işınlar merkezle benzeşmemelerine rağmen ondan da ayrılmazlar” der Plotinus.

Çemberin her noktası merkezi kendi içinde barındığı hatlar kendilerini özelliklerini merkeze aktarırılar. Bizim bir parçamız olan bu öğe üzerinden tanrı ile temasa geçmiş ve onda var olmaya başlamış oluruz. Yani tanrı ile bütünleşmemizi engelleyen tek şey görüngüler dünyasıdır. Aslında bu açıdan bakıldığında bugüne kadar gelen sanat akımlarının ve onların üzerine bu kadar kafa yormanın ruhun özünü kendi içinde doğada bulmak yerine devamlı görüngüsel evreni gerçeklik düzleminden ayırarak sanata bakmanın getirdiği olumsuz sonuçlar bugün sanatı hazır nesnelere dönüştürmüştür diyebiliriz. İnsanoğlunun her zaman kendisini ve yaşadığı hayatı yeniden oluşturmak gibi huzursuz bir yapısı var. Bu yapı içerindeki eleştirileri genelde yapıcı olmaktan uzak bir şekilde yıkıcı olmaktadır ve bu da bizi kaosa götürmektedir denilebilir. Bu eksikliğin ana nedeni arzudur ve arzu nesnesi dünyadaki hiçbir nesne ile giderilemez. Arzu nesnesi, ancak ölümle tanrıya ulaşılabilirse giderilebilecek bir şeydir… Buna rağmen insan, tanrının içinde eriyip gitmeyi reddeder.

Doyumsuz arzulara bağlı olmak bir yana, güzellik deneyimi maddi arzulardan kurtulmayı sağlar. Yani günümüzde sanat eserlerinin tüketim toplumunun kitschleri “ready made”leri haline gelmesinin de öznenin estetik güzelliği göremeyecek kadar kendisini arzularına teslim ettiğini söyleyebiliriz. Gerçi arzu her ne kadar tüketim toplumunda farkındalık ayrıcalıkları ile sunulan ve arzu ettiğimizi bize düşündüren ancak gerçekte sadece bize verilen komutlara göre arzuladığımız bir şey olmasına rağmen insan sadece bugün böyle arzular. Sistemler arzulama nedenlerini, davranışları değiştirse de son ümidin kaldığı yerde insanın özüne ve mucizevî gerçeğine olan inanç yok olmayacaktır diye düşünüyorum… Bugün tanrı kendi yarattığı evrende uçları kendisine bağlı bir dünya tarafından çekiştirilmektedir. Asansör kapısına sıkışmış kolunuz  nasıl artık sizden bağımsız hareket ediyorsa bugün tanrıdan çıkan ve tanrıya dönecek olan her şeyde tanrıdan bağımsız olarak bilinçdışı biçimlenmeleri ile yönetilmektedir. Bu anlamda sadece sanatın sonu değil, tanrının da ölümünün gerçekleştiğini söyleyebiliriz. En azından yara aldığını, çünkü ondan çıkan öz artık onun gibi değildir. Belki tam da onun gibidir kim bilir bu yüzden dünya artık tanrıya kendisini olduğu gibi göstermiyor. Birçok düşünce ve yozluk su yüzüne çıkmış bulunmakta. Püriten ahlakın yerini hazcılık almış durumda. Bugün tanrının kurallarına “-miş” gibi uyan bir dünya düzenindeyiz ve bu perspektifte Tanrı kendisini aynadan artık tek taraflı göremez bu yüzden aynası kırılmıştır. Bu paradoksal bir durumdur ve Schelling’e göre de tüm paradokslar tek gerçek olan mutlağı yansıtır.

Tanrının içinde var olacak ve orada eriyip gidecektir. Tabi tüm eleştirel bakışlar, kapitalist sistemin gerilimden ve israftan beslendiği gibi tanrı da ikili bir diyalektiğin olumsuzlanmasından, iyiden ve kötüden varlıktan ve yokluktan, tinden ve bedenin karşıtlıklarından beslenir. Ve en büyük paradoks olarak tanrı varlığı yeryüzündedir ve kendisini ancak burada gizleyerek var olabilir. Mutlak özne ile öznenin özdeşliğidir ve bu her ikisine de aşkındır. “Gerçeklik gerçeğin akılla kavranabilir özüdür ve zaman koşullarına bağlı değildir” o zaman; zaman kavramı dünyadaki ile aynı değil evrende yani tanrının zaman kavramı bizimkinden farklı büyük ihtimalle. Bizler dünyayı kendimiz dönüştürdüğümüz ölçüde tanrının varlığına dair çıkarsamalar yapabiliriz ancak. Çünkü  yönetildiğini ve bağımsız olmadığını düşünmek istemez insanoğlu aksi takdirde hayatın ne kadar dayanılmaz olacağını düşünecektir.

Bu anlamda sanat insanını bencilliğidir tanrının ne düşündüğünü nasıl bir hayat düzeni kurduğunu ve ne için beklediğini bilmez ama kendi adına devamlı monologlarla tarihe, dine ve haddi olmayarak tanrıya bile kalıplar biçer çünkü bu onu daha uç, sıra dışı ve özgür kılmaktadır. Zavallı hayatının ucubeliğine bakmaksızın… Ancak bilimler ve sanatlar ancak ve ancak bu şekilde gelişebilmişlerdir. Belki de bu yüzden tüketim toplumuna rağmen tanrı ölmemiştir ve belki de aynası da kırılmamıştır, sadece görüngüler evreninde olduğumuzu unutmadan, yaşamayı arada bir düşünmeliyiz. Belki de tanrı ölümden sonra bizi kucakladığında masmavi bulutların üzerinde kızının saçlarını parçalanmamış(!) bir ayna karşısında usulca tarayan ve karşısındaki aynaya gülümseyen bir anne olacaktır. O kız çocuğu da biz yani tüm insanlar… Kaosa dönmek tanrının varlığını inkârdan çok kabulleniş anlamına gelecektir… Kaos ve huzur arasındaki incecik fark da bu ayrından ibaret gelmektedir…

Hegel’e göre tanrının tini sonsuzdur bizimki değil o halde yapılan eserler sonludur diyebiliriz. Ancak gönül adamı bunu da kırar; ruh geçişi devam ettiği sürece bir nesne üzerinde onun yokluğunu tanımlamak mümkün değildir. Sepet sırlar dolu kamışla sağlamlıkta hayranlık bırakan ince ayıt dallarından yapılır diyor… Kamış kâh ney olur cana seslenir kâh sepet olur beşik olur insanların işlerini görür. Yani sanat ve sanat eseri batı dünyasındaki gibi biçimlere ve statülere ayrılmamıştır diyor. Hayatın her anında kullanabileceğimiz nesneler dahi bize bir şeyler hatırlatabilir özümüze ilişkin, bu bir bebek arabası da olabilir bakkala uzatmak için attığımız bir sepette ya da bir kuş yuvası… Sanatı çözümlerken yaşanılan hayatın dışından bakmak ruha yeni açılımlar getirmek adına kendi içimizdeki ruhu yine belli kalıplara hapsetmek gerekmemektedir.

İşte Senem Gezeroğlu’ndan neyin sırrı “Ney ki, tektir, birdir, Elif’tir,   vahdettir. Üzerindeki dokuz boğum ile insanın misafir olacağı dünyaya dokuz ayda yolculuk ettiğine, yedi nota perdesi ile de insan-ı kâmil olma yolunda baş edilmesi gereken yedi kat nefse işaret eder. Ney, aslen nâydır ve ‘nây’ Farsça’da  olumsuzluk anlamı bildiren ‘yok’ manasına gelir. ‘Yok’tur, ‘hiç’tir. Sufînin lûgatında, fena erbabının varlığından soyunup bütünüyle yok olmasına  delalettir. Ney ki, kâmil insanla arasında macera ortaklığı olan tek musiki aletidir. Çünkü ney de yanar insan da. Kamış ham iken yanmakla sınanmıştır gurbet diyarında. Neyin kemale ermesi ve Allah’ı zikretmesi için kızgın demirlerle dağlanır yüreği. Sonrasında vücudunda delikler açılır. Nefes nefes üflenir neye. Cümle âlem, kâmil âdem kulak verir bu sese. Ney ki, Neyistân’dan ayrılmış ve o andan itibaren şikâyete başlamıştır. Hikâye işte o vakit dillere dolaşmıştır.

Her  kim aslından ola dûr ü cüdâ

 Rüzgâr-ı aslından eyler muktedâ

Ney ki, içi boştur. Her nevi kirden, pürüzden, engelden temizlenmiş ve uzaklaştırılmıştır. Özü bir kuru kamış olan ney, sedasını neyzene, neyzenin nefesine, neyzenin sesine borçludur. Kamışa değil neyzene aittir  çıkan nağme…”

Sanat bu yüzden yaşamaktır hayatın her anında her alanında yalansızca, yeniden inşa etmeden, sistemler gelip geçicidir çünkü önemli olan özdür eğer bir gün tüketim toplumunun sonu gelirse, sanat için söylenen tüm düşünceler, fikirler geri mi çekilecektir hayat ve sanat tekrar mı canlanacaktır? Öz asla değişmez. Hegel‘in de dediği gibi tanrının tini sonsuzdur ve tek egemen olan sistem de yine tanrının sistemidir, bu sistem tüketim toplumuna bile karşı gelebilecek bir sistemdir belki… Ve bugün tüm olumsuzluklara rağmen hala bir insan doğabiliyor hala bir varlık gülebiliyorsa sanatta yok olmuştur diyemeyiz. Sadece yapılması gereken Amerikalıların Kızılderiler’i soykırıma uğratmaya  başladıkları dönemlerde birbirleri arasındaki anlaşmazlıkları hiç sayarak birleşmeleri gibi bir birlik oluşturmak ve insana özgü olan, tinsel olan ne varsa bunu paraya ve sisteme yenilmemeye çalışarak ayakta tutmaktır… Bunun sonucunda kaybedilse bile özün varlığı bu savaşı kazanacaktır…

*https://issuu.com/azizm/docs/ederginisan2009

Bunu paylaş: