Söyleşi: Mecit Ünal

Hemen herkesin üzerinde uzlaşmışçasına başvurduğu bir sözcük olmasına karşın üstünkörü bir göz gezdirme sonucunda bile anlam ayrımları içeren bir kavram olarak “aydın”ı siz nasıl tanımlıyorsunuz?

5 Mayıs, Türk aydın tarihinde çok önemli bir yeri bulunan 1984’te Cumhurbaşkanlığı’na verilen 1260 imzadan oluşan “Aydınlar Dilekçesi” eyleminin yıl dönümüydü. İkinci büyük toplu aydın eylemiydi. İlkinin tarihi çok daha eskidir. Bu eylemden yaklaşık 108 yıl önce Namık Kemal ve arkadaşlarının eylemi… Her iki eylemin sonucunda da aydınlar kovuşturmaya uğramış, yargılanmış, tutuklanmış ve sürgün edilmişlerdir. Sorularınız böylesine önemli bir eylemin yıldönümüne rastladı. Dolayısıyla son derece kapsamlı bir konudur bu…

Aydın sözcüğünü, “öğrenimi, bilgisi ve görgüsü olan kimse” anlamında “münevver” sıfatının yerine kullanıyoruz. “Münevver”, Arapça “nur” sözcüğünden gelmektedir. Parlatılmış, aydınlatılmış, ışıklı demektir. Bugün “aydın” sözcüğüyle karşıladığımız “münevver”in kavram olarak ortaya çıkışını Tanzimat yıllarına dek götürebiliriz. Aydın kavramı daha ham halde “münevver” iken de, “aydın”da kavramlaştığında da “öğrenimi, bilgisi ve görgüsü olan kimse”den çok daha kapsamlı bir anlam genişliği ve derinliğine sahipti. Kavramın tarih içindeki evrimi, işaret ettiği kimliğin geçirdiği evrimi de göstermektedir. “Nur”dan gelen “münevver”in “ışık”tan gelen “aydın”a dönüşümü süreci, aydının oluşumunda “Tanrı’nın nuru”nun yerini “bilimin ışığı”nın alması sürecidir. Bu süreç aynı zamanda toplumsal-siyasal mücadele sürecidir. Bu anlamda “aydın”ı ben, eylemi içinde tanımlamayı -ve çözümlemeyi- çok daha anlamlı ve önemli buluyorum. Aydın evet… Adı üstünde, işi aydınlatmak olan, etrafına ışık saçan kimse; ama öte yandan da bunu yaparken türlü meşakkate katlanan bir “kahır-man”! “Kahır-çeken” anlamında da kullanabileceğimiz bu sözcük, aralıklarla yaklaşık iki yüz yıldan bu yana sürmekte olan modernleşme ve milli demokratik devrim tarihimizin en başta gelen aktörlerinden “Türk aydın”ını –eylemi içinde- tanımlamaya çalışırken yararlandığım bir nitem. Kendi kendisinin hem öğrencisi hem öğretmeni olmayı başarmış Türk aydını bu iki sıfatın ikisini de fazlasıyla hak etmiştir.

Aydının sorumlulukları ve yükümlülükleri ile ilgili de farklı görüşler öne sürüldü, sürülüyor. Ömrü boyunca yaşadığı kasabadan ayrılmamış Kant ile ömrünün büyük bölümünü faşizm zindanlarında hapsedilerek geçirmiş olan Gramsci pekâlâ “aydın” sıfatında ve hatta üst bir çerçeve olarak “aydınlanma”da birlikte anılabiliyor. Sizce aydının sorumluluk ve yükümlülükleri var mıdır, varsa nelerdir?

Aydın’ı sahip olduğu bilgi birikimine indirgeyemeyeceğimiz gibi salt eylemine de indirgeyemeyiz. Her aydın entelektüel olmadığı gibi her entelektüel de aydın değildir. Öte yandan, toplumsal-siyasal eylemde yer alan her okumuşu da aydın olarak niteleyemeyiz. Düşünce, tek başına kaldığı sürece hiçbir işe yaramaz. Düşüncesinden doğan eylemidir aydını aydın yapan… Düşüncesi ve eyleminin bütünlüğüdür. Entelektüel bilir, ama aydın yapar! Kendi eyleminden doğmayan, kendisini eylemi için ve eylemi içinde var etmeyen aydın “hibrit”tir. Hibrit’in ise ne kökü olur, ne dalı. Bu anlamda aydının elbette sorumlulukları ve yükümlülükleri vardır. Ülkesinin bağımsız, demokratik ve çağdaş olması için çalışmak en önemli sorumluluk ve yükümlülüğüdür.

Bourdieu’ya göre aydın kavramı ve aydından beklenilenler zamana göre değişiklik gösterebilmektedir. Buna bir de mekânı eklersek Cumhuriyet tarihimizin dünü, bugünü ve yarını hesaba katıldığında topraklarımızın aydını neye karşılık gelmektedir?

Elbette içinde bulunulan tarihsel-toplumsal-siyasal koşullara göre değişir aydının konumu. Toplumu ilerleten her şeyin yanındadır aydın. Gerileten her şeyin de karşısındadır. Geçmişte 31 Mart İsyanı’na karşı olmak, tavır almak aydın olmanın gereği, ilerici-devrimci bir tavır olurken, Hilafetin kaldırılmasına, Cumhuriyet’in ilanına karşı olmak gerici bir tavırdır. Türk aydını devrimcidir, bir; anti emperyalisttir, iki. Türkiye’nin iki yüz yıllık modernleşme ve milli demokratik devrim tarihi, aynı zamanda bir Türk aydın tarihidir ve bugün aydınlarımızın arasına kimi ayrılıklar girmiş olsa da topraklarımızın sağlam bir aydın damarına sahip olduğunu gösteriyor. Bu damar, Şinasi ve Namık Kemal’den Tevfik Fikret’e, Halid Ziya’dan Yakup Kadri’ye, Nâzım Hikmet’ten Attilâ İlhan’a, Kemal Tahir’den Orhan Kemal’e, Doğan Avcıoğlu’ndan Aziz Nesin’e Demirtaş Ceyhun’dan Yaşar Kemal’e, kuşkusuz burada binlerce isimden oluşan çok daha uzun bir liste verebiliriz, oradan da günümüze ulaşmakta olan sağlam bir damardır ve her tarihsel dönemeçte kendisine bir dönem sözcüsü seçerek yeniden ortaya çıkmaktadır.

Yeni Medya olarak anılan teknolojilerin biçimlendirdiği enformasyon ve etkileşim safhasında, bir bakıma kendisi idealist bir niteleme olan “aydın”ın bugünü ve yarınını, üzerine düşen görevler ekseninde nasıl görüyorsunuz?

Az buçuk okur-yazarlığı olan ve bir “akıllı telefon”a sahip bulunan pek çok kimsenin başımıza şair, yazar, felsefeci, sosyolog, siyasetçi vb. kesildiği günümüz Türkiye’sinde aydın olmak ateşten gömlek giymek bence. Kimseye bir şey anlatmak mümkün değil. Kimsenin yekdiğerinin düşüncesine bırakalım saygıyı, tahammülü yok. Sosyal medyayı izleyen bir yabancı sanır ki Türkiye’de insanlar birbirini boğazlamaya hazır bekliyor. Üstelik düşünsel olarak aynı cenahta yer alan insanlar yapıyor bunu. Ve bu kimselerin de öyle aydın maydın taktığı da yok. Siyasal olarak bunca bölünmüşlük içinde öte yandan aydınlar da bölünmüş durumda. Aradaki çizgiler her geçen gün kalınlaşıyor, ayrım derinleşiyor. Aydınlar, kendilerini ait hissettikleri siyasal parti ve örgütlerin gündelik ideolojik-siyasi hesaplarının dışına çıkabildikleri ölçüde bu bölünmüşlük ortadan kalkabilecektir. Aydın gerektiğinde kendisi gibi düşünen kişi, kurum, örgüt ve partilerin de yanlış tutumlarına karşı çıkabilen kimsedir. Günümüzde ihtiyacımız olan aydın, kimseye eyvallahı olmayan aydındır. Türk aydının geleneğinde kimseye eyvallah yoktur.

Ülkemizin güncelinden devam edecek olursak; düne kadar “aydın” olarak anılan Fazıl Say’ın, Erdoğan ile kurduğu iletişim neticesinde bundan böyle “aydın” olarak adlandırılamayacağına dair söylemler işitiliyor. Bu konudaki görüşünüzü öğrenebilir miyiz?

Henüz aydın ölçen bir alet üretilmedi! Kimseyi durup dururken, beğendiğimiz bir sözüne, bir tutumuna bakarak aydın sayamayacağımız gibi beğenmediğimiz bir sözü veya tutumuna bakarak da aydın olmaktan çıkaramayız. Toptancı yargılar işte hep bu çatışmacı, tahammülfersa kişiliklerden kaynaklanıyor.

Yine son dönemde, her ne kadar bir aydın olarak değerlendirilmemiş olsa da yakın tarihimizde pek çok ilericinin savunduğu şekilde yabancı dilde eğitim yerine Türkçe eğitimi öven ve öneren müzisyen Kıraç’ın aynı ilericilerin günümüzdeki takipçileri olduğunu ileri sürenlerce taşlandığını görüyoruz. Siz bu konuda ne düşünüyorsunuz?

Hangi dili konuşuyorsanız o dilde sevinir, o dilde üzülür, öfkelenir, küfredersiniz. Hatta o dilde rüya görürsünüz. Dil kültür demektir aynı zamanda. Yabancı dilde eğitim bir toplumun çocuklarını o dilin kültürüne teslim etmesi demektir. Kıraç’ın yabancı dilde eğitime karşı çıkması son derece doğru bir tutum. Dil bilinci ulusal bilincin en temel öğesidir. Dilini yitiren kimliğini de yitirir. Oktay Sinanoğlu, “Türkçe giderse Türkiye gider” diyordu; dilini yabancı dillerin boyunduruğundan kurtaramayan toplumlar yok olmaya mahkumdur. Henüz o aşamaya gelmemiş olsak da ne Türkçe, ne Arapça, ne Farsça olmayan bir yapay dilden kurtulalı daha yüz yıl dolmadan cadde ve sokaklarımız yabancı isimli işyeri tabelalarından geçilmez durumda. Gündelik konuşma dilimizdeki İngilizce sözcüklerin sayısı her geçen gün artmakta. Genç Kalemlerin “Yeni Lisan” bildirisi ise dili bugüne göre hayli eski de olsa daha dün yazılmış gibi sımsıcak ve taptaze.

Aydınlanma’nın geçmişte belli bir dönemi nitelediğine mi inanıyorsunuz yoksa Aydınlanma’nın sürdürelebilirliğinden bahsedebilir miyiz?

Tarihsel olarak her ne kadar Batı’da ve Türkiye’de belirli bir dönemi nitelese de, aydınlanma başı ve sonu belli olan bir zaman dilimine sığdırılabilecek sınırlı bir dönem değil bence. Bilim ilerlediği, toplumsal devrimler sürdüğü müddetçe aydınlanma da sürecektir. Ortaçağ’ın karanlığı kadar, günümüz dünyasının da kendi bir karanlığı var. Biçim değiştirmiş olabilir. İçeriği farklılaşmış olabilir. Hatta modern bile görünebilir. Küreselleşme örneğin, günümüzün aşılması gereken mafyokratik karanlığı ve onun ideolojisi Postmodernizm.

Günümüzde bilginin gizliliğini, tekelleştirilmesini ve erişim engelini ortadan kaldırmak için mücadele veren belli hükümetlerin hedefi haline gelen Edward Snowden, Julian Assange, Aaron Swartz hakkında neler düşünüyorsunuz?

Snowden, Assange ve Swartz mafyokrasinin “bilgi çağı” yalanıyla nasıl bir bilgi karanlığı yarattığını belgeleriyle ortaya koydular. Kuşkusuz bilinmeyenler bilinenlerin bin katı. Günümüzün karanlığı derken kastettiğim biraz da buydu. Google’da örneğin her şey var! Ama büyük bir karanlık da var!

Postmodern dönemde her konuda fikir yürüten ve medya tarafından yoğun ilgi gören akademisyen, yazar, sanatçı ve düşünürlerin “aydın” nitelemesine zarar verdiğini düşünüyor musunuz?

Ülkece meşhurların çeşitli konularda söyledikleri her zaman ilgi çekmiştir toplumda. Magazini sever insanımız. Kimi yazar, sanatçı veya akademisyenlerimiz de her zaman toplumun gözü önünde, vitrinde olmaya ve kendi alanları dışında hemen her konuda görüş belirtmeye bayılırlar. Magazinciler de allayıp pullar bu görüşleri. Meşhur olmanın getirdiği iptilalar bunlar. Çoğu aslında aydın da sayılmaz bunların. Görüşleri de boş sözlerden ibarettir. Nitekim toplum bir zaman sonra kafa bulmaya başlar. Örneği çok, şöyle baktığımızda sayıları da az değil hani. Aydın nitelemesine zarar verdikleri ise bir gerçek. Halk bu kimseler yüzünden aydınları “entel-dantel” diye nitelemekte, küçümsemektedir. Oysa aydınlar, gölgesi ağır kimselerdir. Vara yoğa konuşmazlar. Konuştuklarında da büyük tartışmalar çıkar, yer yerinden oynar.

Fırat Tunabay, Onur Keşaplı

*https://issuu.com/azizm/docs/azizmsanatedergi137

Bunu paylaş: