Eleştirel Irk Kuramı ve Taşralılık – Ahmet Ayberk Aykul

Bir Zamanlar Anadolu'da (2011) - Nuri Bilge Ceylan

Eleştirel ırk kuramının aslî amacı, hukuka külliyen nüfuz etmiş ırkçılığı açığa çıkarma ihtiyacından doğmuş olup ayrımcılığın; haysiyet kırıcılığı ve adaletsizliğinden kendileri bizzat zarar görenlerin ve ötekileştirilmiş ırksal azınlıkların sesi olmaktır. Eleştirel ırk kuramcıları iddia eder ki, hukukun şeklî yapıları; halkın ayrıcalıklı ve elit çoğunluğun gerçekliğini yansıtır. Bu doğrultuda, “ırksal bir azınlık, hukukî varlığın kıyısında yaşamaya mahkûmdur”. (Wacks, s. 168) Peki, taşra halkını eleştirel ırk kuramının ortaya koyduğu anlamda hukukî varlığın kıyısında yaşamaya mahkûm olan ırksal bir azınlık olarak değerlendirmek mümkün müdür? Bu bağlamda, taşra hakkında sosyolojik ve hukukî bir incelemeye başlamadan kavramların analitiği incelenmeli bahsiyle; etimolojik kökeni bakımından taşra kelimesi, ilk olarak Orhun Yazıtlarında kullanılmış olup “taş” yani, “dış”; “-ra” ekiyle de “dışarı”[1] anlamına gelmektedir. Dolayısıyla kavram, tarihten bu yana çoğu toplumda merkezle organik bir bütünlük oluşturan periferileri ve bu anlamda aslında sıradan, normal bir ilişkiyi ifade etmektedir. Ne var ki, Türkiye’de taşra kavramı, bu sıradan ilişkinin sınırları dışına çıkar. Taşra kavramı Türkiye’de, vurgulu bir hiyerarşiyi, güçlü bir başkalık tınısını içeren gerilim yüklü bir ilişkiyi anlatır.[2] Merkezin idari veya siyasal etkinlikleri ya da ekonomik-ticari kültürel ağırlığı ile belirleyici konumu, “olağan bir merkez-uç ilişkisinde normal bir durum olarak algılanabilirken bunun Türkiye taşrasında neredeyse zorla kabul ettirilmiş bir hiyerarşi gibi algılanabilmesi dikkat çekicidir.” (Laçiner, s. 14)  İşbu zorla kabul ettirilmiş hiyerarşi biraz daha sistematik ve mekânsal boyuta indirgendiğinde taşra, ekonomik kazanımları merkezden az olan bir yapı olarak var olmuştur, ve sahiden taşranın yüzyıllar boyu ekonomik geride kalma süreci de onun, düşünsel bağlamda da merkezden geride kalmasına evirilmiştir. Dolayısı ile bu durum sosyolojik bakımdan azınlıkların içinde bir saha haline de gelmiştir. “Yani azınlık algısı artık günümüzde Türk, Kürt gibi milletlerden olmak değildir, bugün İstanbul veya Ankara doğumlu bir ‘elitistin’ yanında ‘Erzurumluluk’ bir taşralılıktır ve ‘farklı bir ırk’ şeklinde temellenir, ele alınmalıdır.” (Sayım, 2021) Araştırma, bu anlamda Türkiye’de taşralılığı eleştirel ırk kuramı bağlamında bir ırk olarak temellendirecek olup taşra kelimesinin ve taşralılığın akıllarda yarattığı “dışlanmışlık” anlamının nasıl oluşturulduğuna dair hukukî ve sosyolojik gelişim sürecini ele alacaktır. Bu süreç işlenirken ise başlıca; Tanzimatçıların taşrayı sürgün anlamı ile özdeşleştirmesi, modern Türkiye’nin oluşumu sırasında taşra tepkisi ve bu tepkilerin sonuçları ele alınacaktır.

Taşranın sürgün anlamı ile özdeşleştirilmesi Tanzimat döneminde idareyi düzenleyen kanunlaşmalarla başlamış, II. Abdülhamid döneminde ise pekiştirilmiştir. Tanzimatçılar, bürokratik yapıyı batılı modern düzene benzetmek ve idareyi daha merkezileştirmek için merkezden taşraya muntazam aralıklarla memur göndermeye başlamıştır. Yine bu doğrultuda  Vilayet kanunnamesi çıkarılmıştır. Bu kanunname çağdaş bir yönetim mekanizmasının gelişmesinde yerel otoritenin devletin merkezi dışındaki idari mevkilere yayılmasında ve halkın bürokratik süreçlere katılımı ve kendilerini daha iyi ifade edilmesinde bir dönüm noktası[3] olurken aynı zamanda merkeziyetçiliği daha da ileri bir seviyeye taşıyarak merkez dışındaki bölgelerin de ikincil bir yapıda kalmasına neden olmuştur.

“Bu ikincil yapı bir tren mantığı ile açıklanabilir. Önde bir lokomotif var çekiyor diğerleri de ona bağlı ama asıl olan olay o lokomotifte gerçekleşiyor bu diğerlerinde bir yanılsamaya neden olmuştur ‘ben de gidiyorum’ şeklinde halbuki o baştaki olmasa sen gidemezsin böylece hep takip ediyorsun ve geride kalmak zorundasın.” (Sayım, 2021, s. 9:43 ,10:30)

Tanzimatçıların merkezden taşraya memur göndermeyi kanunlaştırmasını takiben II. Abdülhamit ile gelen sürgün siyaseti, taşrayı ve onun coğrafyasını sürgün ile özdeşleştirmiştir. Buradan hareketle, bu araştırmanın tartıştığı anlamda taşra bir Tanzimat icadıdır şeklindeki bir teorikleştirmenin yerinde olduğu düşünülebilir.

“Bürokrasinin yüksek katlarında hizmet verecek kişilere yüksek tahsil mecburiyeti getiren bürokraside kadroları batılı tarzda tayin ve tespit ederek modern baren anlayışını yerleştiren idarede mahalliliği merkeziyetçilik uğruna doğrayanlar da Tanzimatçılardı.” (Alkan, s. 70)

II. Abdülhamit ile gelen sürgün siyaseti ile taşraya bir sürgün anlamının eklenmesi taşranın coğrafi konumuna karamsar bir bakış açısı eklerken taşralı halkınsa merkez şehirlerde yaşayan bir kimse gözünden dışlanmasına yol açmıştır.

Diğer bir taraftan ülke merkezileştikçe merkezin kabuğuna doğru büzülüyor olması da üstü kapanamayacak bir gerçektir. Nitekim taşranın sürgün anlamı kazanmasıyla, taşra vazifeleri acı bir ilaç gibi katlanılan bir meşakkat haline gelmiştir. Son devir Osmanlı yazarçizer takımından artakalan yazılar kıyı bucağında maaş karşılığı çalışmak zorunda kalan bürokratların şaşkın acı ve karamsar tespitleriyle doludur. Taşra, bu bağlamda, batılı tarzda tasavvur edilen vatan kavramının ücra köşeleri, en azından Üsküdar’ın daha az gelişmiş semtlerinden biri gibi tahayyül edilirken bambaşka bir âleme düşen bürokrat takımın hayal kırıklığı ile tasvir ettiği bir türlü içine sindiremediği modern vakıa halini almıştır.[4] Dolayısı ile bu karamsar betimlemeler merkez-taşra ilişkisinin işbu teorik anlamda ilk temellerini atmış, merkez halk ve taşra halkı arasındaki ilk izlenimleri de doğurmuştur. Bu açıdan bakıldığında ise merkeziyetçiliğin kanunileşmesinin taşra halkına bir dışarılık ve ötekilik anlamlarını katması ile beraber taşra halkının ötekileşmesine neden olduğu düşünülebilir. Bunlara ek olarak Osmanlı bürokratlarının taşra ile ilişkisi; eleştirel ırk kuramcılarının ortaya koyduğu çok milletli devletlerin dağılmasının bu toplumlardaki ırksal bölünme ve kabulleri sona erdirmede başarısız olduğu yönündeki tez düşünüldüğünde önemli bir açıklama olarak düşünülebilir. Bu Osmanlı bürokratlarının taşra ile imtihanın kısa ama etkili bir trajik hikâyeye dayanmasından yana gelmektedir. II. Abdülhamid tahtı terk ettikten sonra Osmanlı bürokratları tayin olundukları taşra görevlerinde değil memleketi tanımak henüz minderlerini bile ısıtma fırsatı bulamadan bir seferberlik halinden ötekine düşmüştürler bu hâl, Osmanlı’nın en geniş sınırlarının -taşra- onların zihninde birer bulanık rüya tablosu gibi belirip sisler arasında kaybolmasına neden olmuştur.[5]  Böyle düşünüldüğünde kâğıt üstünde varlığından haberdar oldukları vatan topraklarını aynı bürokratlar, hayatlarında belki ilk ve son defa oraları savunmak için gitmiş ve yenilmiştir. Her şeyin çok kısa sürdüğü düşünüldüğünde bu hızlı yenilginin insanların zihninde vatanın daha makul bir coğrafya mantığı üzerinde mayalanması lüzumunu hissettirdiği düşünülebilir.

“Filistin, Basra, Hicaz, Kanal bizim neyimizeydi ama Trabzon, Aydın, Adana elbette onlara göre daha fazla vatandı. Ne yazık ki o yeni ve makul bir coğrafyaya süzülmüş vatanında bir taşrası vardır ve olacaktı. Çünkü modern lüzumlar merkezi idareyi hala gerekli kılıyorlardı.” (Alkan, s. 73)

Ahmet Turan Alkan, “Memleketin Taşra Hali” adlı yazısında Osmanlı bürokratları ve bu anlamda hukuku oluşturanlar açısından derin bir sosyolojik eleştiride bulunurken aslında eleştirel ırk kuramcılarının ortaya koyduğu çok milletli devletlerin dağılmasının bu toplumlardaki ırksal bölünme ve kabulleri sona erdirmede başarısız olduğu yönündeki tezi taşranın eleştirel ırk kuramı anlamında bir ırk teşkil ettiğinin de istemeden altını çizmiştir. Taşra halkının içinde bulunduğu toprakların bir anda gözden çıkarılıp “makul coğrafya” içine alınmamasının, yine bürokratlar tarafından iliştirilmiş sürgün, öteki ve dışarılık anlamlarıyla elbette ki ilgisi olmalıdır ve sahiden makul bir coğrafyaya süzülmüş vatan topraklarının da bir taşraya ve taşra halkına sahip olacağı kaçınılmaz bir gerçektir. Yeni Türkiye taşraları da bu kısır döngünün bir esiri olarak kalmaya devam edeceklerdir. Modern Türkiye’de bu esaret hali taşra olmazsa merkez olmaz şeklindeki bir yanılsamayı taşraya benimseterek onları daha da dışlamaya dönüşmüştür çünkü doğrusu taşra olmazsa merkez olmaz değildir, merkez olmazsa taşra olmayacaktır. Taşranın oluşumunda bir ikincilik, geriden gelme ve böylece hor görülme ve hiyerarşik sistemde aşağıda olma mevcuttur.

“taşranın söylevlerinde mantık hep aynıdır: biz aslında merkezin dışındayız ama biz olmazsak merkez olmaz, merkez bizsiz ne yapar, doğunun sınır taşı! Yani bir nevi nöbet sana verilmiş ve sen hep orada nöbetçisin askerlikte düşünsene her gün sen nöbetçisin. E niye diğerleri? Diğerleri yok, senin işin nöbetçi olarak görev yapmak.” (Sayım, s. 34:00 , 34:43)

Adnan Sayım ile yapmış olduğum röportajda, kendisinin taşra halkına karşı yapmış olduğu askerdeki bir nöbetçi benzetmesi Ahmet Turan Alkan’nın altını çizdiği sınırdaki savaşlarda Osmanlı bürokratlarının taşraya ve taşra halkına karşı bakışı düşünüldüğünde yerindedir. Nitekim bu bahsi geçen merkez halkının üstlük taşra halkının altlık ilişkisi, merkez ve taşra mimarisine de yansımıştır. İstanbul’da tarihi eser olarak saraylar varken taşrada hep bir lütuf derecesinde hayratlar vardır. Modern Türkiye’de taşranın “merkez bizsiz ne yapar” algısı ise yine merkeze karşı duyulan altlığın onu taşıma ve onu koruma içgüdüsünden süregelen bir yanılsamadan ibarettir.

Türkiye taşrasının, merkez metropolleri kendine uzak, yabancı bir hayat tarzı ile onu ezen ve aşağılayan bir güç olarak niteleyebilmesi Tanzimat döneminde idareyi düzenleyen kanunlaşmalarla taşranın sürgün anlamı ile özdeşleştirmesi ile olduğu kadar şüphesiz modern Türkiye’nin oluşum özelliklerinin de bir sonucudur. Türkiye’de taşranın başkente idari olarak bağlı bölgeleri ifade eden; sıradan, normal bir ilişkiyi anlatan, geleneksel anlamından daha fazlasını irdelemesinin başlangıcının Osmanlı’nın son dönemine kadar uzandığı; araştırmanın önceki paragraflarında tartışılmıştır. Aslında coğrafi bölgeler arasındaki bu sistematik ilişkinin ise merkez halkı ve taşra insanı arasında ilişkiye evirildiğinden ve böylece taşralılığın eleştirel ırk teorisi bağlamında bir ırk teşkil ettiği aşikârdır.

Yeni taşra kavramı ise, modern Türkiye’nin oluşumu esnasında batının yükselen gücü karşısında var olabilmek için, onun dayattığı koşullara uyarlanabilmek için, merkezden başlatılan devlet-toplum ve toplum- içi tebaayı oluşturan topluluklar arası ilişkileri kökten bir yeniden düzenlemeye matuf reformlara karşı alınan tavırlar bağlamında şekillenmeye başlar[6] çünkü “modern devletin iktidarı da dâhil olmak üzere organizasyonların güçleri yüzünden birey gölgede kalmış durumdadır” (Cotterrell, s. 182) taşra halkı ise bu gölgede en çok kaybolanlardır. Dahası; yeni taşra kavramını eleştirel ırk teorisi anlamında bir ırka dönüştüren ise aslında onun oluşumunun merkez halkı ile özdeşleşmiş, sivil asker ve bürokrat zümrenin olduğu kesimler ile imparatorluğun Müslüman topluluğu arasındaki ilişki üzerinden doğmasıdır. Nitekim bunun altında yatan ise modern Türkiye’nin ilk reformlarının kaçınılmazlığı ve geriye dönülemezliğinin kesin olmasıdır.

Elbette ki işbu kaçınılmazlığı ve geriye dönülemezliği kesin olan reformlara karşı merkez tebaa ve taşra halkının bir tepkisi doğacaktı ama bu tepki merkez tebaada öğrenme ve reaksiyon verme şeklinde gerçekleşmişken taşrada tepki ve endişe halinde ortaya çıkmıştır. 

Taşradaki bu tepki ve endişenin ilk nedeni asırlardır Müslümanlarla yan yana ama daha ağır vergi idari askeri görevlerden yasaklı olma koşullarında daha kısıtlı haklarla toplumsal hiyerarşinin altlarında yaşayagelmiş gayrimüslimlere bu reformlar ile eşit haklar tanınması yönünde adımlar atılmış olmasıdır. Üstelik bu hakların güvencesi Osmanlı devletinin karşılarında güçsüzlüğünü teslim ettiği, yarı bağımlısı olduğu Düve-li muazzamadır. (Laçiner, s. 16)

Ömer Laçiner’in, Merkez(ler) ve Taşra(lar) adlı yazsında taşralının modern Türkiye’nin ilk reformlarına göstermiş olduğu endişenin nedeni ile alakalı  yapmış olduğu incelemeden aslında taşranın kendi içinde bir taşrası olduğu çıkarımında bulunmak da gayet tabii mümkündür. Eleştirel ırk kuramının toplumsal ve hukuki ilişkileri değerlendirmek için sık sık otobiyografi ve biyografilerden yararlanması[7] bahsiyle günümüzden örneklendirecek olursak, köylerde bir düğün ya da benzeri bir etkinlik olduğu zaman daha fazla ineği olan her zaman en ortaya; en az ineği olan ise hep en uç tarafa oturur ve bu hiyerarşiye kimsenin bir itirazı yoktur. Merkezler oldukça taşralar da olacaktır. Kaldı ki taşranın da bir merkezi her zaman olmuştur. Anlaşılabileceği üzere taşradaki azınlık halkı da taşranın taşrasıydı ve onların -azınlıkların- taşra halkı ile eşit haklara ve ekonomik statüye ulaşması taşra halkını endişelendirmiştir. Bu endişeyi Türkiye geneline vurduğumuzda; taşralının azınlıklara duyduğu üstlüğü, merkez tebaa da taşralıya hep duymuştur, duyacaktır.  Dolayısı ile taşra halkı; modern Türkiye reformlarını bu yönü ile doğal-dini imtiyazlarının elinden alınması olarak, bir statü kaybı ve gerileme olarak görmeye yakındır. Bunun adı daha sonra taşra muhafazakârlığına dönüşmüştür. Taşra muhafazakârlığı ise muhafaza edemediğini pazarlamaktır.

Taşrada eğitim almamış, alamamış -bahsedilen geleneksel müfredat eğitimi değildir- insanlar hep gelenek görenekleri ve geçmişleriyle övünmektedir ve bu anlamda da bir yanılsama içerisindedir. Bunun en önemli göstergesi de din ve milliyettir yani aslında onların meydana getirmediği, mensup olduğu topluluk, düşüncedir. Onu yüceltir. (Sayım, s. 28:13 , 29:20)

Modern Türkiye’nin reformlarına karşı taşra tepkisi aslında zaten teorik manada Osmanlı’nın son zamanlarından itibaren dışlanan taşralıyı, aslında taşralının “meydana getirmediği ama mensup olduğu topluluk, düşünce”lerle kendini koruma yoluna gitmesiyle daha ötekileştirmiştir. Bunun altyapısında taşra muhafazakârlığının olması ise bu tepkiyi yine sadece taşraya özgü kılıp taşranın kendini bu anlamda taşralaştırmasına da neden olmuştur söyleminde bulunmak yanlış olmayacaktır.

Diğer taraftan, bir bütün olarak ele alındığında zaten en başından beri taşranın Müslüman halkı ekonomik toplumsal yapılanışı, zihniyeti ile modern toplumun zihniyeti ve işlevlerine hiç de kolaylıkla ayak uyduracak durumda değildi. Bu ise tahmin edilebilirdi çünkü ne fazla verimli olmayan doğal zenginlikleri ve kıt topraklar üzerinde asırlardır fazla üretmeyen yöresel otarşik ekonomiler içinde yaşayagelmiş taşra halkı, ne de aynı işlevsel dokuya sahip ama aynı zamanda otonom beylerin ve aşiretlerin gayrimüslim çiftçi ve zanaatkârları haraca bağladığı güneydoğu andadolu ve ötesi Müslüman halkı[8] hızla hayatlarına giren “modern toplum” ve onun reformlarını, hor gördükleri değer ve işlevleri yükselten, onların yükselttiği ürkütücü bir belirsizlik bir alt üst oluş gibi algılanabilmekteydi. Merkezden ileri gelen taşra için “hor gördükleri değer ve işlevleri yükselten” reformlar onların yine merkezden dışlanmasına sebebiyet vermiştir. Bu dışlanma hem taşralı insanın psikolojisinde “ben ötekiyim” algısını uyandırırken aynı zamanda diğer, taşrayı ekonomik anlamda zenginleştirecek inkılapların da yine taşra tarafından engellenmesine yol açmıştır. Bu ise taşra insanını düşünsel ve ekonomik mânâda merkez tebaadan ayrıştıracaktır. Kaldı ki bu ayrışmaya bir kanıt olarak 1930’larda Serbest Fıkra girişimine taşra desteği ve daha sonraları DP’nin iktidara gelmesi gösterilebilir. Sahiden, DP’yi iktidara taşra halkı getirmiştir.

Tarihten bugüne kadar gerek Tanzimatçılar zamanında başlanmış ve II. Abdülhamid zamanında pekiştirilmiş taşra ve sürgün anlamlarının özdeşleştirilmesi ve gerekse de modern Türkiye’nin hızlı ve gerekli reformlarına taşranın ayak uyduramaması şeklinde gelişen bir ayrıştırma sonucu taşra insanı merkez metropollerdeki yaşantının hızına ve kalabalıklığına karşı dışarı kalmıştır. Zaten bu nedenledir ki taşralılık eleştirel ırk teorisi bağlamında bir ırk teşkil eder söyleminde bulunmak yerinde olarak düşünülebilir; ve yine aynı nedenledir ki Türkiye taşrası, merkez metropolleri kendine uzak, yabancı bir hayat tarzı ile onu ezen ve aşağılayan bir güç olarak niteleyebilmektedir. Bu durum günümüzdeki sosyal yaşantıda taşralının merkez-metropol halktan bu kadar öteki kalmasının altyapısını oluştururken aynı zamanda oldukça teorik ve kavramsal bir açıklamadır. Aslında bu faktörlerin de altında işlevsel bir eleştiri ile aşamalılık yatmaktadır:

“Bugün kendi gelenek görenekleriyle köyünde yaşayan aile topluluklarının şehirlere gidip hala orda koloni halinde yaşamaları; otuz yıl orada yaşasalar dahi, mesela bu Almancı örneğinde de vardır. Almancı nedir, Almanya yüksek felsefenin ekonominin olduğu bir yerdir ama hala Yozgat’taki ağzıyla konuşur oradaki modern kişi dolayısı ile orada bir koloni kuruyor. Bunun sebebi korumacılık hissidir, entegre olamama çünkü aşamalılık olmadığı için birden sıçrıyor. Bugün Erzurum’un Karayazı köyünde yirmi yıl yaşamış kişi sonra birden İstanbul’da Nişantaşı’nda garsonluk yapmaya başlıyor. Bu yirmi yılda görünen dağ, inek, gelenek ve görenekken birden Nişantaşı’nda bambaşka giyim tarzları bambaşka cinsiyetler görüyor dolayısı ile o kişinin şehre/merkeze karşı savaşı başlıyor çünkü arada dağlar kadar fark var, çünkü o aşamalılık gerçekleştirilmemiş.” (Sayım, s. 16:00 , 17:54)

Adnan Sayım ile yaptığım röportajda Sayım, bu aşamalılığın tamamlanmamasının taşra insanının yaşantısındaki psikolojik ve sosyolojik sonuçlarını bu sözlerle altını çizerken aslında sözlerini daha genele açtığımızda merkeziyetçiliğin ve hızla gelişen modern Türkiye reformlarının taşra halkını merkez tebaadan nasıl ayrıştırdığını da açıklamış oluyor. Entegre olamayan taşralı birey; kendini alt hissetmemek için gelenek görenekleri, milliyeti ve dini ile yani aslında kendi ortaya koymadığı ama mensubu olduğu değerlerle merkez- metropol insanı ile arasına bir duvar örmüştür.  Kaldı ki yine bir ikilik, ikincilik felsefesi üzerinden düşünüldüğünde birinci hep batı olacak olduğundan doğu aslında hep mekânsal bağlamın dışında  düşünsel bir taşra; farklı, hiyerarşide daha altta, geriden gelen, “ezilen ve aşağılanan” eleştirel ırk teorisi bağlamında bir ırk olarak düşünülmeye devam edilecektir çünkü teknoloji medeniyetten daha ileridedir.

Fotoğraf: Ahmet Ayberk Aykul

Sonuç olarak, araştırmada eleştirel ırk kuramının temel amacı olan hukuka külliyen nüfuz etmiş ırkçılığı açığa çıkarma ihtiyacı kapsamında ve ırksal bir azınlığın, hukukî varlığın kıyısında yaşamaya mahkûm olduğunun bilincinde; azınlık algısının artık günümüzde Türk, Kürt gibi milletlerden olmak olamadığını ve bu bağlamda bugün ikilik/ ikincilik felsefesi ışığı altında taşralılığın farklı bir ırk şeklinde temellendiğine dikkat çekilmiştir. Buna ek olarak, taşranın; özellikle Türkiye’de mekânsal anlamı dışında ve düşünsel boyutta hukukî ve sosyolojik etkenlerle merkez metropolleri kendine uzak, yabancı bir hayat tarzı ile onu ezen ve aşağılayan bir güç olarak niteleyebilmesinin altyapısı araştırılmıştır. Bu araştırmanın sonucu olarak teorik ve kavramsal bir bakış açısı ile; taşranın sürgün anlamı ile özdeşleştirilmesi Tanzimat döneminde idareyi düzenleyen kanunlaşmalarla başlamış, II. Abdülhamid döneminde ise pekiştirilmiştir sonucuna ve cumhuriyet dönemi merkez taşra ilişkilerini analiz ederken bilhassa göz önünde tutulmalıdır bahsiyle de modern Türkiye’nin merkezi reformlarına taşranın ayak uyduramaması sonucuna varılmıştır. Daha işlevsel bir eleştiri ile de taşranın dışlanmasına bir neden olarak aşamalılığın geçekleşmiş olmaması gösterilmiştir.

Kaynakça

Alkan, A. T. (2016). Memleketin Taşra Hali. T. Bora içinde, Taşraya Bakmak (s. 68-76). İstanbul : İletişim Yayınları.

Cotterrell, R. (2020). Hukuk Sosyolojisi. İstanbul: Pinhan Yayıncılık.

Demirci, M. (2016). 1871 Vilayet Nizamnamesinin II. Abdülhamid Dönemine Yansıması. Adnan Menderes Üniversitesi Sosyal Bilimler Enstitüsü.

Laçiner, Ö. (2016). Merkez(ler) ve Taşra(lar) dönüşürken. T. Bora içinde, Taşraya Bakmak (s. 14-36). İstanbul: İletişim Yayınları.

Sayım, A. (2021, Nisan 23). Taşre ve Elelştirel Irk Teorisi. (A. A. Aykul, Röportaj Yapan)

Taşra. (2012). Etimoloji Türkçe: https://www.etimolojiturkce.com/kelime/taşra adresinden alındı

Wacks, R. (2019). Hukuk Felsefesine Kısa Bir Giriş. İstanbul: Tekin Yayınevi.


[1] Taşra. (2012). Etimoloji Türkçe: https://www.etimolojiturkce.com/kelime/taşra adresinden alındı

[2] Laçiner, Ö. (2016). Merkez(ler) ve Taşra(lar) dönüşürken. T. Bora içinde, Taşraya Bakmak (s. 14-36). İstanbul: İletişim Yayınları.

[3] Demirci, M. (2016). 1871 Vilayet Nizamnamesinin II. Abdülhamid Dönemine Yansıması. Adnan Menderes Üniversitesi Sosyal Bilimler Enstitüsü.

[4]Alkan, A. T. (2016). Memleketin Taşra Hali. T. Bora içinde, Taşraya Bakmak (s. 68-76). İstanbul : İletişim Yayınları.

[5] Alkan, A. T. (2016). Memleketin Taşra Hali. T. Bora içinde, Taşraya Bakmak (s. 68-76). İstanbul : İletişim Yayınları.

[6] Laçiner, Ö. (2016). Merkez(ler) ve Taşra(lar) dönüşürken. T. Bora içinde, Taşraya Bakmak (s. 14-36). İstanbul: İletişim Yayınları.

[7] Wacks, R. (2019). Hukuk Felsefesine Kısa Bir Giriş. İstanbul: Tekin Yayınevi.

[8] Laçiner, Ö. (2016). Merkez(ler) ve Taşra(lar) dönüşürken. T. Bora içinde, Taşraya Bakmak (s. 14-36). İstanbul: İletişim Yayınları.

Bunu paylaş: