Dirimbilim Günlüğü: Kemeraltı, Martin Johnson Head, Marshmallow, Coo-coo

Martin Johnson Heade (1902)

6 Ocak 2019

Selçuk

Selçuk beraberinde treni soktu hayatımıza. Düdük sesi, trenin kendisinin sesi, hızla akan görüntüsü, raylar, üzerinde tren işareti olan yol tabelâları…hepsi şimdi ve geçmişte taşıdıkları insanların, eşyaların öyküsünü de anlatır gibi…

Cumhuriyet’in ilk yıllarındaki aydınlığı koruyabilmiş olsaydık bu denli karayoluna bağımlı olmazdık. İklim değişikliği konusunda halâ acilen yapılması gerekenler yapılmıyor. Taşımacılık alanı bir an önce ciddi değişiklerin yapılması gereken bir alan. Toplu taşımın daha da yaygınlaşması; özel arabalarla, uçakla yapılan keyfi yolculukların sınırlandırılması gerek. Özellikle kısa mesafelerde, şehrin sıklıkla tıkanan yoğun trafiğine göre trenler çok daha elverişli ve rahat bir yolculuk sunabilir. Selçuk’tan İzmir’e tren yolculuğu 1,5 saat bile sürmüyor. İzban da var zaten. Toplu taşım sayesinde şehrin merkezinde çalışsa da çevre ilçelerde yaşayabilir insanlar. Şehirlerin üzerindeki yük de azalmış olur, daha iyi korunabilirler. Konulara hakim olmadığım için söylediklerimin bir kısmı zaten gerçekleşmiş, bir kısmı ise belki zor uygulanabilir şeyler. Kimi konularda da iş işten geçmiş olabilir. Üstelik bir de her hızlı tren projesinin daha ilk yolculukta ölümle sonuçlandığı bir ülkeyiz. Bilimin rehberliğinde uygar bir yönetimle iyileştirilebilecek çok şey olduğuna eminim yine de.

Fotoğraf: Özgür Keşaplı Didrickson

Selçuk’ta ayrıca muhteşem bir buharlı tren müzesi var. Çamlık Köyü’ndeki bu müzeden Selçuk’a yerleşmeden önce haberimiz yoktu oysa herkesin bilmesi gereken çok özel bir yer.  İlk ziyaret ettiğimde gözlerime inanamadım. Güllerle ve daha bir sürü güzel bitkiler ve ağaçlarla dolu kocaman bir alan içinde, yaklaşık 30 buharlı lokomotif arasında gezmek tüm yaşamım boyunca beni en keyiflendiren anlardan oldu. Trenlere tırmanmak, kimisinin içinde gezebilmek çocuklar için de muhteşem bir tarihe yolculuk. Fotoğraf çekmek için de büyüleyici bir atmosfere  sahip benzersiz bir mekân bu açıkhava müzesi.

Fotoğraf: Özgür Keşaplı Didrickson

Osmanlı zamanında Anadolu’da inşa edilen ilk demiryolu İngiliz firmasınca yapılan ve 1866’da hizmete giren, Çamlık Köyü’nün de içinden geçen İzmir-Aydın hattıymış. Ne yazık ki Anadolu’nun yeraltı ve yerüstü kaynakları da böylelikle sömürülmüş. İç bölgelerden kaynaklar trenler vasıtasıyla kıyı bölgelere getirilmiş ve buradan da istenilen bölgelere aktarılmış.

Yaşamımızın içine girmişse de halâ Selçuk’tan az sayıda tren yolculuğu yaptım. Bugün İzmir’e gitmek için bindiğimiz tren ilk başta düş kırıklığına uğrattı beni. Bizim de içinde olduğumuz, hiç de az sayılmayacak kadar yolcu ayakta kaldı. Pazar günü de olsa böyle bir durum yaşanmamalı. Bu kalabalık nüfuslu ülkede buna göre hizmet verilmeli. Üstelik can güvenliği açısından da tehlikeli bir durum. İyi ki bir süre sonra oturabildim ama benim kadar şanslı olmayanlar vardı.

Ülkemizle ilgili en büyük şikayetlerimden birisi çirkin yapılaşma. Selçuk çıkışındaki, güzelim yeşil tepeleri, hiç bir evin olmadığı insana huzur veren yerleri (bir kısmı tarım alanı ancak yine de ev görmemek güzel şey) geçtikten sonra başlıyor çirkin görüntüler. Yıkık, dökük, viraneye dönmüş yapılar, çöpler, özensizlik…Son zamanlarda her yerde inşaat furyası var. Neresi olursa olsun üzerinde ille ki inşaatı yapan firmanın adı olan “lüks” apartmanlar yapılıyor. Çirkinliğe çirkinlik ekleyen de onlar. Yıkık, dökük değiller ama ruhları yok. Döneme göre, artık kime para kazandırılacaksa onun malzemesiyle yapılmış binalar. Laminant parkeye benzer kahverengi cepheliler ve duvar görüntülü olanlar bu aralar çok moda sanırım. Harap durumdaki evlerin hemen yanı başında sivrilmişler ve böylelikle her ne olursa olsun belki bir karakteri, dokusu olan yerleri, güzelleştirmek yerine çirkinleştiren botoks gibi sarmışlar.

Yüzeyinde böylesi bir viranelik, çirkinlik olan kimi yabancı ülkeleri ziyaret ettiğimizde bir karakterin, güzelliğin izlerini daha mı kolay görüyoruz acaba? Sürekli yaşamıyorsak ve gezgin ruhuyla gittiysek? Tren Torbalı’ya yaklaşırken – sanırım yakın geçmişte oradaki binlerce yıllık bir heykelin kaldırılmasından da haberdar olduğum için- işte mesela orayı gezme isteği duydum içimde. Bu düşünceler içindeyken tren istasyonu göründü. İstasyon binaları her yerde kendine özgü mimarisiyle güzel ve sevimli görünüyor ama tam da o anda Torbalı beni duymuş, var olduğuna inandığım güzel yanlarından birini göstermiş gibi oldu.

Fotoğraf: Özgür Keşaplı Didrickson

Kaldırılan heykel tanrıça Demeter ve kızı Persephone’in heykeliymiş ve ilçenin 5000 yıllık tarihini simgeliyormuş. 1970’lerde Torbalı yakınındaki Metropolis Antik Kenti kazılarında bulunmuş olan, milattan önce 2. yüzyıla ait heykelin orijinali İzmir Arkeoloji Müzesi’ndeymiş. Torbalı Atatürk Meydanı’ndaki kopyasını kaldıran belediye yerine Osmanlı tuğrası heykeli dikmiş ne yazık ki.

Demeter ve kızından önceki günlüklerde söz etmiştik;

Pencereden ağacıyla birlikte çok güzel görünen istasyonun fotoğrafını çekeyim dedim ama insansız yakalayamadım. Bir ara görüntüye büyükçe pembe bir bavul çekiştiren bir adamın girmesi de gülümsetti. Torbalı’yla yolumun kısacık kesiştiği anların rengi pembeydi demek ki.

Fotoğraf: Özgür Keşaplı Didrickson

Özgür Keşaplı Didrickson

7 Ocak

Alsancak, İzmir

Bugünün en güzel anı, bir tespih ağacı üzerindeki 2 tane yeşil papağanı izlemekti. Yapraksızlığıyla daha da güzel bir seyirlik sağlayan ağacın meyvelerine ulaşmaya çalışırken sanki gerekmediği halde baş aşağı duruyor gibi halleri biraz da oyun oynayan kargaları andırıyor.

Özgür Keşaplı Didrickson

8 Ocak

Kemeraltı, İzmir

Özgün bir zenginliğe sahip kocaman bir dünya olan Kemeraltı’nı çok seviyorum. Çocukken en çok kalabalığıyla içime sokulurdu, lisedeyken ise sinemasıyla, operasıyla. Üniversite yıllarında tanıdım belki de ilk kez, ODTÜ’de okurken Ankara’nın Samanpazarı’nı, genel olarak Ulus’u keşfettiğimiz, sevdiğimiz yıllar…

Ağacı, gümüşü oyan eşim sayesinde bu dünyanın daha da derinlerine iniyorum, çok keyifli oluyor. Kapitalist sistemin, hele hele süpermarketlerin buralara sokulamaması çok hoşuma gidiyor. Gerçi alışveriş merkezleri nedeniyle iş kaybı büyükmüş ama yine de işte eşim aradığı bazı malzemeleri ancak burada buluyor. Eşimin yaptığı el oymacılığı, genel olarak el işçiliği ucuz işçilik ve seri üretimle dönen bu düzende kırılgan bir durumda belki ama hiç bir gücün onları öldüremeyeceği, olur da kaybolurlarsa herkesin, evrensel kültürün çoraklaşacağı da bu sokakların, dükkânların aldığı her nefeste belli.

Birkaç seferdir gittiğimiz için bizi tanıyan, eşimin neler yaptığını bilen bir dükkân sahibiyle sohbetimiz satışla sınırlı değil. Bu gibi konularda çeviride zorlandığım oluyor ya da çeviri bir işe yaramıyor.  Dükkân sahibi aletler üzerinden eşimin ne dediğini, ne yapmaya çalıştığını anlıyor, birbirlerini böyle tanıyorlar. Bize “usta” diye hitap ettiği kimi sanatçıların yaptıklarını gösteriyor, “bir gün sizi tanıştırayım” diyor. Böylesi sıcacık sohbetlere bayılıyorum.

Eskiden köpekbalığı derisinin zımpara kağıdı niyetine kullanıldığını biliyordum ama bu malzemeleri satan bir firmanın logosunda da köpekbalığı olduğunu ancak bugün, eşim testere bıçağı alınca öğrendim.

Fotoğraf: Jno Didrickson

Memlekette ağacı bol olmasına rağmen son yıllarda hiç doğrudürüst iğde yiyemiyoruz. Birileri topluyor, üstelik erken topluyorlar. Sokaklarda oynarken dalından koparıp ceplerimize doldurduğumuz iğdenin poşete girmiş hali içimi kasvete boğuyor ama iğdesiz de yaşanmıyor. Kemeraltı’nda elbette açıkta satılanını bulmak zor değil. Kasvet daha da seyrelsin, iğdelerle aramda soğukluk olmasın diye bir de nereden geldiklerini sordum. Afyon’dan gelmişler.

Kemeraltı’nın her biri bir başka dünyaya açılan dükkânlarının, sokaklarının üzerine zarif bir dantelden çatı kurmuş sarmaşık da çok güzeldi.

Fotoğraf: Özgür Keşaplı Didrickson

Özgür Keşaplı Didrickson

8 Ocak

İzmir

İzmir’de liseden dostum Ayşegül’de kaldık. Azizm Sanat Örgütümüzün “Filmci” köşesinden bir sürü film izledik. Bir kurdun gözünden masallar dünyasına yolculuk eden, Yuriy Norşteyn imzalı Rus animasyon filmi çok etkiledi bizi. Kırmızı bir elma yiye yiye karda yürümek ve kargaları aramak isteği uyandıran bir film. Sonra yeniden baktığımda filmdeki elmanın aslında yeşil olduğunu görünce şaşırdım. Herhalde filmin büyüsü denen şey böyle bir şey.

Ayşegüllerin bahçesinde çok güzel manolya ağaçları var. Pencereyi açtık seyrettik biraz. Tek bir ağaç bile ne kadar iyi geliyor insana. Yapraklarından bir tane almak istedim. “Küser mi acaba?” dedi Ayşegül. Ağaçlarla insanların bağını yansıtan bu söze, belki de daha çok dostumun birdenbire bir orman perisine dönüşmesine gülümsedim ve fikrimden vazgeçtim ama sonra ağaçla konuştu Ayşegül ve birlikte öptüğümüz bir yaprağı verdi bana. Bazen evdeki yaprakları, taşları nereden aldığımı hatırlayamıyorum. Öyküleri, yerleri yurtları birbirine karışıyor. Öperek kopardığımız bu yaprak eminim ki unutsam da nerden geldiğini hatırlatacak.

İzmir’deki işlerimizi halletmiş olmanın rahatlığıyla yatmadan önce biraz kafa dağıtmak için facebook dünyasına daldım. Tanımadığım bir ressamın çok etkileyici resimleriyle karşılaşmak, her şeye rağmen sosyal medyanın iyi yanları olduğunun kanıtı. Bu gece karşıma Amerikalı Martin Johnson Heade‘in yaptığı, boğazı dalına oturduğu görkemli bir orkidenin rengiyle bir sinekkuşu resmi çıktı. Heade tropik çiçeklerle sinekkuşlarını çok resmetmiş.

“Dağ şelalesinin yakınındaki orkide ve sinekkuşu” isimli resmi;

Resim: Martin Johnson Heade (1902)

Yarattığı dünya çok hoşuma gittiği için Wikimedia’ya girip Heade’in diğer resimlerine de bakmak istedim. Bir de ne göreyim, bir sürü manolya dalı da resmetmiş. Öperek izin istediğimiz yaprağın ve uzun yılların dostluğunun bunda parmağı olduğuna eminim.

“Açık mavi kadife örtünün üzerindeki manolyalar” isimli resmi;

Resim: Martin Johnson Heade

Özgür Keşaplı Didrickson

9 Ocak

Selçuk’a doğru yol alan trende…

Çirkin, virane ama ruhu olan evler, o evlerde yaşayan insanlar akıyor pencereden. İşte yeşil, belki de ilk yapıldığında çok güzel olan bir bina… Üst kattan birisi iniyor, elinde çayla. Evin duvarının gerisinde duran adama götürüyor. Evi daha da çirkinleştiren kocaman adaklık koç reklamının altındaki dükkânda çalışıyor olmalılar.

Fotoğraf: Özgür Keşaplı Didrickson

Özgür Keşaplı Didrickson

11 Ocak

Selçuk

İzmir’e hava durumunu dinlemeden gitmenin cezası, grip oldum. Portakalın en sevilesi olduğu günler…

Özgür Keşaplı Didrickson

12 Ocak

Selçuk

Londralılar “penguen farkındalık günü”nü onlarla kayarak kutlayabileceklermiş ve verdikleri para kuşlarla ilgili çalışmalarıyla tanınan Birdlife İnternational’a gidecekmiş! Daha geçenlerde Antartika’ya giden turistlerin penguenleri hasta yapıyor olabileceğine dair bir makale okumuştum. Zengin turistler kutuplarda peşlerinden koşuştururken yoksul olanların – belki para olsa kutuplara gitmeyecek olan insanların – ayağına getirilen penguenler…

https://londonist.com/london/things-to-do/go-ice-skating-with-real-penguins-on-penguin-awareness-day?fbclid=IwAR0i7U5eAckRB6DNdlyn_2XGe1bLLXXZkVGnJVK–dM0K2_BzfXhg6gtVX4

Özgür Keşaplı Didrickson

13 Ocak

Selçuk

Yürüyüş yolumun üzerindeki ebegümeçleri coşmuş. Gölün üzerini kaplamış nilüferlere ya da dört yapraklı yoncalara benziyorlar biraz.

Fotoğraf: Özgür Keşaplı Didrickson

Şaşkın ben, ancak Türkiye Bitkileri sayfasına bakınca anladım çocukken tohumlarından kolye yaptığımız bitkinin ebegümeci olduğunu. Biraz da şehirde görmediğim, memlekete gittiğimde de zaten tohuma kaçmış oldukları için olsa gerek. Yuvarlak tohumlarının tam ortasındaki kurumuş kısmı, tohumları kırmamaya dikkat ederek çıkarırdık. Bir kısmı elbette kırılırdı. Topladıklarımızı ipe dizer kolye yapardık. Meğer bu yuvarlak tohumlara peynir tekerleği deniyormuş.

Fotoğraf: Kristian Peters

Ebegümecigiller ailesiyle ilgili araştırma yaparken türün İngilizce isminde  “mallow” kelimesinin yer aldığını ve bu ailedeki türlerden başka birinin adının ise “marsh mallow” olduğunu öğrendim. Dilimizde “Deli hatmi” olarak geçen, bilimsel ismi Althaea officinalis olan bu bitkinin “marshmallow” isimli, çoğunlukla beyaz renkli, yapışkan şekerle yalnızca isim benzerliği yokmuş, meğer bu şeker bu bitkinin kökleriyle yapılırmış. Bitkinin kökü kaynatılıp bal gibi şekerli malzemeyle dövülürmüş, oldukça zahmetli bir süreçmiş.

Snowman marshmallow pops Christmas food art idea top view

Bu şekerin yapımı M.Ö. 2000 yıllara kadar gidiyormuş. Mısırlılarda yalnızca soyluların ve tanrıların yediği söyleniyormuş. O zamanlardan beri bitki aynı zamanda boğaz ağrıları ve yaraları iyileştirmek gibi tıbbi durumlar için de kullanılıyormuş. Bitkinin bilimsel isminde yer alan “Althea” kelimesi de zaten Yunanca “iyileştirmek” ,” vücudun kendini iyileştirme özelliğini harekete geçirmek” anlamına geliyormuş.

Sonraları bitki kökü yerine jelatin kullanılmaya başlanmış. Biz daha çok Amerika’yla ansak da marshmallow şekerinin yapımı, dükkânlarda satılması, kısacası tarihinde asıl Fransızların yeri büyükmüş. Ateş üzerinde kızartılarak yenmesi ilginç ama bence çok tatlı.

Özgür Keşaplı Didrickson

14 Ocak

Arizona, Amerika

Anlayabilmeniz için, bugün çölde havanın nasıl koktuğunu en azından anlatmaya başlayabilmeyi isterdim.

Açıkcası bunun imkanı yok.

Uzun yürüyüş, sessizlik.

Kuşlar ve ben ve o tamamıyla sarhoş edici koku.

OMG

Not: OMG İngilizce’de “Aman Tanrım”‘ın kısaltması

I wish I could even BEGIN to tell you the way the air smelled in the desert today to make you understand.

There simply is no way.

long walk. silence.

birds n me and that absolutely intoxicating smell.
OH EM GEE


Fotoğraf: Rebecca ODeaghaidh

Rebecca’nın fotoğrafla ilgili bana ilettiği not: “Prickly pear” ya da diğer etli kaktüsler çok uzun bir ömür sonrasında öldüklerinde ve yeşil etli kısım yıllarca güneşte kaldığı için bozulduğunda, bu deri “iskeleti” kalır geriye. Baskısını almak için onu kile bastırdım. Gördüğün gibi epey topraksı ve oldukça güzel.

When a Prickly Pear and other fleshy paddle cacti dies after a very long life and the green flesh is deteriorated by years in the sun, this “skeleton” of the skin remains. I have used it by pressing it into the clay to get the imprint. It is very earthy, quite beautiful as you can see.

Rebecca ODeaghaidh

Selçuk

Bir usta Tlingit sanatçısının yaptığı 230 yıllık bir şaman çıngırağı bir müzayedede yarım milyon doların üzerinde bir fiyata satılmış. Özel bir koleksiyoncunun sattığı çıngırağın üzerinde ayı, somon gibi hayvanların yanı sıra poyrazkuşu varmış. Alaska’da sahilde otururken sesleriyle geldiklerini hemen belli ederlerdi. Gagalarının, bedenleriyle müthiş zıtlık oluşturan kırmızısı doğadaki en güzel kırmızılardan olsa gerek.

Poyrazkuşu Fotoğraf: Frank Schulenburg

Çıngırağın fotoğrafını içeren haber;

Özgür Keşaplı Didrickson

16 Ocak

Selçuk

Alaca Baykuş ötmeye başladı. Gecelerin dostu…

Özgür Keşaplı Didrickson

17 Ocak

Selçuk

Yağmurlu günlerden sonra gelen güneşli güzel bir günden…

Fotoğraf: Perihan Keşaplı

Perihan Keşaplı

Bugün bir leylek gördük. Bazı leylekler kış için Afrika’ya göçmek yerine üredikleri yerde kalabiliyorlar. İspanya, Portekiz, Fransa gibi ülkelerde yıllar içinde artan sayıda kışlayan leylek görülüyor. Uyum yeteneği yüksek, fırsatçı bir tür olan leyleklerin çöplüklerden beslendiği gözlemlenmiş. İklim değişikliği nedeniyle kimi bölgelerin kış mevsimine de yuvalamak ve beslenmek için daha uygun hale gelmiş olma olasılığından da söz ediliyor. Bizim gördüğümüz leylek nerede besleniyor, nerede uyuyor acaba? Acaba yazın kadar olmasa da sulak alanda da beslenebilecekleri bir şeyler bulabiliyorlar mı?  

Bilimciler Avrupa’da çöp alanların kapalı hale getirilmesi gündemde olduğu için kışlayan leyleklerin bundan olumsuz etkileneceğini de belirtiyormuş.

https://www.theguardian.com/environment/2016/mar/16/white-storks-swap-migration-for-a-junk-food-diet-at-rubbish-tips

19 Ocak

Selçuk

Bugün Janis Joplin‘in doğum günü. Guguk kuşundan söz eden bu eski İngiliz folk şarkısını sayısız müzisyen gibi Joplin’in solisti olduğu Big Brother and the Holding Company de yorumlamıştı;

“The Cuckoo”, “The Coo-coo”, “The Cuckoo is a pretty bird” gibi birkaç farklı ismi olan şarkının Kristin Hersh yorumunu da çok seviyorum;

Özgür Keşaplı Didrickson

20 Ocak

Selçuk

Bir genç dalgıç Pasifik Okyanusu kıyılarında yüzerken suda tuhaf bir beyazlık fark etmiş. Kumun görülmesini bile engelleyen bu beyazlığın nedeni golf toplarıymış! Çevredeki 5 golf sahasından suya fırlatılmış ve sonra toplanmamış toplar… Bu dalgıç ve ailesi 2 yılda okyanustan 50 bin top çıkarmış. Topların çözüldükçe toksik madde saldığını söylemeye gerek bile olmasa gerek.

https://www.npr.org/2019/01/17/686257550/teenage-diver-finds-tons-of-golf-balls-rotting-off-california?fbclid=IwAR0Sr-RjWgVt7_Q3gBjlW4JU43GY7tTButV-4JIVbuj3L5mHNSE2BX6rr1U

Golf sahaları zaten kullandığı su ve tarım ilaçlarının miktarı ve yaban alanların büyük çim sahalar için yok edilmesi nedeniyle doğaya büyük zarar veriyor. Bu konuda bilgi için;

http://www.bugday.org/portal/haber_detay.php?hid=1793

Özgür Keşaplı Didrickson

Azizm Sanat Örgütü olarak doğadan zannedildiği kadar uzak olmadığımızı düşünerek, bu düşüncenin yarattığı umutla “Dirimbilim Günlüğü” köşesini açmaya karar verdik.

Dirimbilim Günlüğü’nün her yaştan herkesin katkısıyla oluşmasını arzuluyoruz. Günlüğümüzde yer almak için yer ve tarih bilgisiyle bize gözlem ve düşüncelerinizi aktarabilirsiniz. Notlarınıza fotoğraf, çizim, video da ekleyebilirsiniz.

Bizi birleştireceğini, yaban hayata olan sevgimizle güç birliği yapmamızı sağlayacağını umduğumuz günlüğümüze katkılarınızı bekliyoruz. Notlarınızı dirimbilimgunlugu@gmail.com adresinden yayın kurulumuza gönderebilirsiniz.

Bunu paylaş: