Söyleşi: Haydar Ali Albayrak

Kitap, Yeşilçam ve günümüz ana akım sinemasına dair akademik yaklaşımlar içererek özgün ve önemli bir noktaya varıyor ve popüler dil ile akademik söylevi ustaca harmanlıyor. Ölçek olarak bu yönde bir tercihteki, klişeleşen tabirle “festival” ya da “sanat” filmleri yerine daha bilindik ancak üzerinde çok durulmamış yapıtlara yönelmedeki, güdülenme nedir?

Sorunuzu üslup ve içerik bakımından ikiye ayırmak istiyorum. Öncelikle popüler dil ve akademik söyleyişe eşit mesafede durmaya çalıştım. Günümüzde sinema yazarlığı ve eleştirmenliği belki hiç olmadığı kadar fakir bir dönemden geçiyor. Sinema yazmak ile film yazmak karıştırılıyor. Sinema yazarı filmleri yazan ama esas, filmler üzerinden sinema yazan kişidir bana göre. Sinema ise başlı başına sosyal-siyasal bir meseledir. Filmleri açmak, kesitleri değerlendirmek, verileri yorumlamak bir meziyetse bile ürünlere tek tek ve bir eğlence metası biçiminde yaklaşmak çoğu kez toplumsal ve tarihsel bağları ıskalamak türünden olumsuz sonuçlar doğuruyor. Günümüzde ehli keyif bir çerçevede gelişmiş film değerlendirme kültürü ile akademik düzey arasında bariz bir ayrım bulunuyor. Film değerlendirme kültürü, filmi izleyip yazma pratiğinin bir karşılığı olarak yorumlanabilir. Sinemayı sevmek yahut filmleri sevmek sinema yazmak için yeterli değil maalesef. Bunu kibirle, itibarsızlaştırmak amacıyla söylemiyorum. Aksine, örneğin sinefiller doğru bildikleri işi doğru yapıyorlar. Filmi izledikten sonra duygu düşüncelerini bildiriyor ve şüphesiz bir bakış zenginliği katıyorlar. Fakat birçoğu hikâyeyi hikâyeye sıkıştırıyor, yani ürünün ötesine berisine bakmaya pek yanaşmıyor. Diğer yandan akademik söyleyiş ise bir tür bağlam fanatizmine sapıyor. Fanatizm ifademi açayım. Sert bir şekilde açayım. Makaleleri okuduğumuzda filmleri bulamıyoruz! Tuhaf ama öyle bir hisse kapılıyorum. Bir film hakkında makale yazılmış ama ortada film yok. Filmin ele alındığı bağlam var, o bağlamın dayanakları var, sözü söylemek için sözler var, kısacası laf kalabalığı var ama film yok. Neredeyse yok! Bir bağlamda yazmak yararlı olduğu kadar kısıtlayıcı ve yetersiz. Yaratıcı söylemin, özgün tespitlerin bastırıldığı akademik anlayışların böyle handikapları var. Bol alıntı-az fikir denklemi benimseniyor. Alıntılar fikir alış verişini sağlamak maksadıyla yapılmıyor, amaç yazının daha kalabalık ve daha emek yoğun bir görüntü vermesi… Bilimsel uğurda diyalektiğin sakatlandığını görüyoruz. Dimyata pirince giderken evdeki bulgurdan olmak gibi bir şey bu! Elbette genelleme yapamam, her makale yazarına ”yazıyorsunuz, okuyoruz ama bize ne katıyor” demek büyük haksızlık olur. Ben kitapta yer alan değerlendirmelerde her iki eğilime de uzak durduğumu düşünüyorum. Belki kalemim de o yönde evrildi. Duygularımdan ziyade öznel yargılarımı bildirmeye çalıştım, orta yolu böyle bulmaya çalıştım.

İçerik meselesine gelirsek, bu sorunuz beni çok sevindirdi! Gerçekten de bu filmleri derlerken festival filmi, sanat filmi yazayım, ilgi çeksin tavrından sakındım. Kuşkusuz her izlediğimi yazmadım ancak bir filmde, o film görünür olsun olmasın ayırt etmeksizin, tartışma malzemesi, sinema malzemesi gördüysem üzerine eğilmek istedim. Tekrar sinema yazarları meselesine döneceğim. Açıkçası festival filmleri veya bilinen yönetmenlerimiz üzerine aynı tornadan çıkmış bir alay yazı okuma fırsatı bulunurken kıyıda köşede kalmış filmlerin hiç konuşulmaması bu alandaki verimliliği düşürüyor. Size ilginç gelir mi bilmiyorum fakat ben popüler ve ticari filmler hakkında yazmayı da önemsiyorum. Mesela ucuz piyasa filmleri ne serbest bir şekilde ne de akademik anlamda pek fazla analiz edilmiyor. Analizin en bereketli toprakları buralardır aslında! Ayrıca yazar özgün bir yargı koyacaksa malzemenin mutlaka özgün olması gerekmez. Ana akım filmlere özgün yargılarla yaklaşılabilir. Dahası bunun bir ihtiyaç olduğunu savunuyorum. Sanat açıklamalı, sanatsal iddialı ve festival filmleri diye artık parodileşen filmler toplumun yalnız belirli bir kesimine hitap ediyor. Toplum entelektüel malzeme alıcısından ve yorumlayıcısından ibaret değil. Hatta daha pervasızlaşayım. Popüler filmleri hakkını vererek irdelemeden toplumsal çıkarımlar yapamayız. Başka bir deyişle acı çeken bir entelektüel olarak sinemacının sorun tespiti hem toplum aktarımında, betiminde hem topluma ulaşmakta, ona geri dönmekte güçlük yaşayacaktır. Popüler filmleri eleştirmek derken şu itiraz gelebilir: Neresini eleştireceğiz, zaten çöp! İşte sinema yazarının film yazıcısından farkı tam da burada. İnsanlık bir zümrüdü dönüştürmektense çöplüğü eşelemeye yatkındır. Zümrütten daha değerli bir taş çıkarmak kimsenin aklına gelmez de çöpleri işe yarar kılmak akla mantığa sığar. Sinema yazarı da bir bakıma geri dönüştürür, arıtır, toplar parçalar. Sinema yazarı gerek teknik gerek içeriksel bakımdan genel çerçeveye bakacak ve çerçeveyi aşacak kişidir.

Yol ayrımı kavramını bir netice yerine süreç olarak yorumlayan ve irdeleyen çalışmanızda nihayete ermiş bir duruma dair tespit yerine tarihsel birikimle varılan ve varılabilecek duraklara dair bir öngörü hissediliyor. Sizce sinemamız için yol ayrımı süreci hangi aşamada filizlenmeye başladı?

Önsözde de belirtmeye çalıştım. Duraklarda tabela asılı değil, yolda izde işaret taşları yok. Ancak ayrımlar, kırılmalar, salt sezinsel temellenmiyor elbette. Aslında birçok yol ayrımından söz edilebilir. Ayrımlardan en dikkat çekicisi bana göre Yeşilçam’dan çıkıştır. 1970’lerin ilk yarısında Yeşilçam’ın yaşadığı krizle birlikte sinemamız yaklaşık yirmi yıllık bir aktif dönemi geride bırakıyor. Sonrası tufan! Yeşilçam ticari bir mekanizma ve ticaret bir biçimiyle devam etmek zorunda. Melodram ve avantür kalıpları geri çekilince erotik güldürüler, erotik avantürler hatta giderek pornografiye varan filmler bu alanı dolduruyor, çarkı döndürüyor. Sinemamızın yeniden sektöre dönmesi bana kalırsa epey uzun bir aradan sonra mümkün oldu. Araya 12 Eylül darbesi girdi, televizyon seyir alışkanlığının artması, videokaset kültürünün yaygınlaşması ve enikonu Hollywood filmlerinin dağıtım-gösterim işgali girdi. O arada neler oldu? Korhan Yurtsever filminin makaralarını bir sinema salonu önünde yaktı. Yavuzer Çetinkaya bireysel bir boykot başlatarak Amerikan filmlerine gitmiyorum dedi. Bunların hepsi dışa bağımlılık ve ona tepkinin göstergeleriydi. Türk Sineması Eşkıya filmine kadar seyirciyi salona çekemedi, adıyla var oldu, miras yedi. Eşkıya sektöre umut ışığı oldu, yeni popülist film dilinin yaratımında katkı sundu. Başkaca şu gelişmeler de yaşandı. Doksanlarda yönetmenler de öne çıktı. Demirkubuzlar, Ceylanlar, Erdemler, Zaimler sonra Kaplanoğlu, Onur Ünlü… Ticari sinemanın yeniden canlanışında ise belki Mustafa Altıoklar‘ın, Çağan Irmak‘ın payı vardır. Ve elbette bugün sinema salonlarını domine eden yerli komediler… Şahan Gökbakar, Cem Yılmaz, Ata Demirer, Selçuk AydemirŞafak Sezer‘in tutan işlerini de ekleyebiliriz bu listeye.

Kabaca tekrar edip toparlarsam şu yol ayrımlarını dile getireceğim: Yeşilçam’ın çözülüşü, 12 Eylül’ün bireye dönüp toplumdan uzaklaşan filmlere zemin hazırlaması, o bireyci filmlerin post modern bir dille bütünleşerek seyirciyi yitirmesi, sonrasında yeni yönetmenlerimizin sanat sinemasını ve gişe sinemasını canlandırma çabası, nihayet bu kez komedi filmlerine teslim olan sinema salonları…

Kitabın önsözü, alışılageldik metinlerin aksine bir önizleme veya sunumdan ziyade bir manifesto niteliği taşıyor. Öyle ki kitabın sonsözü de burada saklı gibi. Sinemamızın güncel ile ilişkisinin iyi olmadığını, hayatı geriden takip ettiğini vurguluyorsunuz. Fazlasıyla katıldığımız bu önermenizi neden-sonuç ilişkisi içinde biraz açar mısınız?

Haklısınız, önsöz kitaptan tamamen bağımsız bir görüntü veriyor. Önsözden ziyade bağımsız bir beyana hatta manifestoya benziyor. Bunun sebebi kitap derleme bir kitap ve belli bir ana hattı takip etmiyor. Yazıları dört başlıkta toplayabilsem de bu başlıkların birbirini izlediği söylenemez. Dolayısıyla hepsine birden giriş yapmak durumunda kaldım. Ortaya ateşli bir metin çıktı! Güncelle adaletsiz alışveriş meselesine gelirsek sinemamızın Epimetheuslara emanet edildiğini düşünüyorum. Bugün sinemamızda Prometheus yok, Prometheus adayı yok. Böyle bir hava ve çaba da yok. Doğal olarak kurucu bir politika ihtimali ortadan kalkıyor. Metinler politik meseleleri içerse bile bir yavanlık görülüyor. Öte yandan teknik bir öncülüğün zemini de mevcut değil. Film çekmek kolaylaşınca, filmi çekmeyi zorlaştıracak etmenler de kayboldu. Zorlanmayan bir üretimden haliyle yenilik doğmuyor. Basit bir örnek vereyim. Beğenmediğimiz Recep İvedik karakteri fırsatçıdır, iyi takipçidir, toplumda yükselen neyse o karakterin davranışlarını düzenlenmiştir. Serinin filmlerine baktığımızda her bir filmin siyasi sosyal ilişkileri taklit ettiğine şahit oluyoruz. Zaten İvedik karakteri söylem bakımından siyasi iktidarın bir karikatürü pozisyonunda. Yahut iktidarın desteklenişine dair fikir verebilir bize bu filmler. Geriden gelmek meselesinin diğer boyutuysa yine ikiye ayrılabilir. Yenilikçi filmler yapılmıyor. Yönetmenlerimiz, senaristlerimiz denemeden yoksun. Bir program benimsemişler. O programda ruhu şeytana satma kabahati zorunluluk halini almış. İdealleri gerçekleştirmek için piyasaya çalışmak gerekiyor. Tiyatro yapan dizide oynuyor, film yöneten dizi senaryosu yazıyor ve değirmenlerin bir şekilde dönmesi gerekiyor. 1970’lerde erotik filmlerde oynayanlar kendilerini ”aç kalmamak için oynadık” diye savunuyormuş, yanı sıra “biz tiyatro da yapıyorduk” diyenler çıkıyormuş. Yıllar geçiyor, bahaneler hiç değişmiyor: Biz tiyatro yapıyoruz o yüzden dizide de oynarız, reklamda da oynarız. Sanat filmi çekiyoruz, o yüzden reklam metni de yazarız. İşte hep bir ağızdan üflenerek döndürülen bu yel değirmenlerinden gündemi belirleyen iş çıkmaz. O işin çıkması yel değirmenlerine saldıran Don Kişotlara bağlı… Ancak biz öğrenilmiş çaresizlik yaşıyoruz. Don Kişot olunamayacağını, bizden Don Kişot falan çıkmayacağını hemen her alanda ezberledik.

Kitapta ideolojik eleştiriler içermekle birlikte doğrudan ideolojik meseleleri içeren filmleri kapsam dışında tuttuğunuz görülüyor. Bunun sebebinin bir bütün olarak sinemamızın hayatı geriden takip etmesi eleştirinizde yattığını söyleyebilir miyiz? Sinemamızın son yıllarında politik bir tavırla çekilen filmleri nasıl değerlendiriyorsunuz?

Politik film yapmakla filmde politika yapmak arasında fark var. Her film, düzenle kurduğu ilişki üzerinden politika üretiyor. Hayatın politik düşünülüşüyle, yani insanın elini attığı her şeyin politik bir anlam kazandığı yorumuyla ilerlersek her girdiyi ve çıktıyı, her eseri, her detayı politik kabul etmek zorundayız. Politik film yapmak ise şayet böyle bir kaygıyla yola çıkılıyorsa sanat sineması pekiştirmesine benziyor. Harcı politik meseleler olan bu filmlerde güncel-tarihi fark etmeksizin benzer yollardan yürünüp aynı kapılara varılıyor. Toptancılık yapmak istemiyorum. Ucuz propaganda filmleriyle değerli politik filmlerimizi aynı kefeye koymuyorum fakat maalesef gelişkin bir politik sinemamız yok. Zira gelişkin bir politik üsluptan yoksunuz.

1960’larda ve 1970’lerde çok şey anlatan bir süreci yaşadı sinemamız, 1980’ler çok şey anlatmanın yasaklandığı bir süreçti ve 1990’larda artık hiçbir şey anlatılmamaya başlandı. İddialı ve belki abartılı ifadeler kullanıyorum oysa şu gerçekleri göz ardı edemeyiz. 12 Eylül depolitizasyonunu takip eden Amerikancı apolitizasyon topluma ve emeğe duyarlı sinemacılarımızın reflekslerini zayıflattı. Filmlerde sık görürüz. Doktor dizin altına vurur karakter tekmeyi basar. Gel gelelim bu toplumun bağrına hançer saplıyorlar sinemacılarımız suskun kalıyor. Bugün de politik filmler çekiliyor fakat filmlerin sahipleri politiğiz demiyor veya diyemiyor. İki endişe var bu filmlerin sahiplerinde. Endişelerden biri baskıya maruz kalmak, diğeri sanat camiasından ötelenme endişesi. Öyleyse ne görüyoruz? Bizim sinema camiamız 1980’lerde yeniden kurulmuş ve orada takılıp kalmış. O camia politika sevmiyor. O camia benmerkezci bir camia… Doksanların sonuna doğru Mezopotamya Kültür Merkezi politik film yapmayı denedi. Kürt sorununa eğilen filmler yaptılar ama dar bir kitleye seslendiler. Ümit Ünal 2002’de 9 filmini çekti. Peki Susurluk? Susurluk gibi sansasyonel bir olayın Derviş Zaim’in çektiği Filler ve Çimen filmine konu olması ve yeni mafya dizilerine esin vermesi dışında ele alınmayışı can sıkmıyor mu?

Daha yakın dönemlere eğilelim. Siyasal İslam’ın egemenliğine, kentsel dönüşüme vs. Sol bir çevreyle ilişkisi olan Takva ve Çoğunluk filmlerini izledik. Bana kalırsa eksikleri var ama başarılı filmler… Bir diğer sol çevrenin filmleriyse hayli amatör duruyor. Aslında bunu anlayamıyorum. Ellerinde çok fazla imkân var, teorik anlamda yetkinler, pratikte sonuç alamıyorlar. F Tipi filmi izlemedim, bir şey diyemem. Örgütlü çevrelerle anabileceğimiz bu filmlerden geriye ne kalıyor? Özcan Alper, Emin Alper, Yüksel Aksu ve Tolga Karaçelik‘i sayabiliriz, özellikle Sarmaşık filmiyle… Bu yönetmenler toplumsal olanı irdeleyen filmler çektiler. Tabii sağdan da siyasi filmler çekildi. Derviş Zaim, Semih Kaplanoğlu çektiler. Belki esas mesele tüm bu sayım döküm işinden sonra başlıyor. Bunları sayıyoruz ama günü açıklamaya, günü kurtarmaya yetmiyor. Çünkü günümüzde politik sinema sanat sinemasının sepetine girdi! Oradan gözlemlemek zorundayız. NBC son filminde ne dedi? Demirkubuz ne yaptı? Buralardan politik unsurlar değerlendirmek zorundayız. Ama örneğin Bir Avuç Deniz filmi var. 2011 yapımı, Leyla Yılmaz yönetmiş, üstelik yapımcısı da solcu! Eleştirmenlerimizin umursadığını zannetmiyorum. Senaryo klişe, oyuncular popüler ve doğrudan piyasaya çekilmiş bir film fakat politik bir film! 1960’lardaki filmler nasıl politikse bu da öyle politik… Politik geçinip kopya hikâyeler anlatan filmlerden daha politik. Neden? Basit bir olay örgüsü var ama burjuvazi ahlâkını kaçak dövüşmeden ortaya koyuyor.

Eskimiş bir mevzu olan ve ne zamanında ne de şimdi hakkı verilebilen Ulusal Sinema tartışmalarında yola çıkarsak, sizce sinemamız biçim olarak ulusal bir sinematografiye sahip mi? Geçmişte Fransız, ABD, Sovyet ve İtalyan sinemalarının başardığı özgün ulusal sinematografik kodları günümüzde başarmak mümkün mü veya gerekli mi?

Açıkçası ülkemiz sineması ulusal bir dil yaratıp o dilden konuşacak koşullara hiç erişemedi. Sinemamız hepimizin malumu tiyatro etkisinde kuruldu, Arap etkisinde devam etti. Ticari açıdan güçlendiğindeyse en kolayını yaptı ve Amerikan dilini taklit etti. Ancak soruda yer verdiğiniz sinemaların yalnızca ulusal sinema şeklinde sınıflanabileceğini düşünmüyorum. Fransız ve İtalyan sinemaları akımlara dayanıyor. Daha ulusal veya daha yerel diyebileceğimiz sinemalar da var bugün: Balkan sineması, İran sineması, Hint sineması, Japon sineması… İtalyan ve Fransız özelinden gidersek Avrupa savaşı yaşadı, faşizmi yaşadı ve bu akımları doğurdu. Türkiye’de ifade arayışı belki hiçbir zaman o kadar yakıcı hissedilmedi yahut Türkiye sineması ifadesini Amerikan sineması, Sovyet sineması gibi dayatacak güce hiçbir zaman kavuşamadı. Aslında başta söylediğimi yineleyip koşullar olgunlaşmadı diyebilirim. Bugün için söylersek yerel politik söylemlerin evrensele doğru ortalanmaya başladığını görüyoruz. Amerikan sineması yine tüm dünyaya hâkim… Asya sinemaları kısmen direnç gösteriyor. Yine bu soruyu bir üçüncü sinema tartışması biçiminde yanıtlıyorsak günümüzde ne Latin Amerika ne Afrika’dan güçlü bir ses çıkıyor. Çağ değişti. Dünya çağ atladı belki ama çukura düştü, teknoloji çukuruna. Oradan nasıl çıkılır? Kim kestirebilir bunu? Teknoloji tüm dünyayı, tüm sanatsal üretimi anonimleştiriyor ve fabrikasyon bir iletişimi, fabrikasyon beğeni ölçütlerini dayatıyor. Hayatın Twitter’a, Instagram’a, Youtube’a sıkıştığı günümüzde ulusal bir sinema kurmak epey güç… Kültürel direniş ise sürecektir. Yozgat neden hâlâ Yozgat’taysa Bollywood da Bollywood’luğunu sürdürecektir. Yine Asyalılar, korkularını ve aşklarını en azından Hollywood remake anlaşmaları yapıncaya değin diledikleri gibi yaşayacaklardır.

Sinemamız açısından gidişata dair daha çok olumsuz bir beklenti taşıdığınızı belirtiyorsunuz; sizce gidişatın ve yol ayrımının olumlu bir ivme kazanması için kimler neler yapmalı ya da yapabilir?

Bana kalırsa sinemamız anlatının zengin olanaklarını bir türlü yaratamıyor, toparlanamıyor fakat sektörde işler pek de kötü gitmiyor. Yerli filmler gişede üstünlük sağladı. Bu durumu siyasal zeminden bağımsız sayamayız. Yerli ve milli söyleminin de payı var. Doğrudan değilse bile şöyle var: yerli ve popülist filmler çekildikçe seyirci salonlara kazanıldı. Bir diğer deyişle müşterinin ayağı alıştı! Fakat bu suni bir artış… Ben bu artışa karşılık bilinçli seyirci sayısında ciddi bir azalma olduğunu düşünüyorum. Bu azalmayı da ilginç gelecek belki ama festival filmlerinin soğuk ve boğucu düzlemine bağlıyorum. Festival filmlerine giden seyirci de bilinçli bir seyirci değil. Topluma yararsız düzene zararsız entelektüeller bunlar. Dost meclisinde sohbeti takip edebilmek, altta kalmamak için gidiyorlar sinemaya. Hangi biri çıkıp Yavuzer Çetinkaya’nın zamanında kalkıştığı işe kalkışabilir. Recep İvedik‘i eleştirmek serbest ama entelektüel çabamız o kadar sınırlı ki döne döne aynı şeyleri izliyoruz, gıkımız çıkmıyor. Ne diyelim, hak ettiğimizi yaşıyoruz! Öyleyse sinemamız nasıl güçlenir? Çok boyutlu… Sektörün güçlü kalması, ana akım filmlerin cazibesini yitirmemesi lazım. Ayrıca alternatif işlerin teşvik edilmesi lazım. Bunu derken sponsordan, fondan söz etmiyorum. Butik yapım şirketleri, kolektifler idealist bir tavır sergileyebilir.

Ama bana kalırsa hepsinden öte bilinçli seyircinin artması lazım. Sinemayı sanat kılmanın yolu alıcısını da müşteri kimliğiyle sınırlamamaktan geçiyor. Bilinçli seyirci kimdir, ne yer ne içer derseniz şunu derim. Evvela seyirci sinemaya âşık olmayacak! Sinema çok da âşık olunacak bir şey değil! Aynı mantıkla elmaya da âşık olabilirsiniz. Elmanın bizi sevmeme ihtimalini değerli şairimiz Nazım Hikmet belirtmiş. Sinema da seyircisini sevmez, bir noktadan sonra kazancına ve etki alanına bakar, niyeti neyse onun karşılığını arar. Onun ötesinde festival sinemasını artık taşlamak gerek. Festivalleri değil ama festival sinemasını… Birbirinin aynı birey bunalımlarını inciğine cıncığına dek işleyip tüketmiş festival filmlerini… Ek olarak sinema yazınının da bereketlenmesi gerektiğini düşünüyorum. Ben bu kitabı kendimce bir söz söylemek için yazdım. Kendince söylenen sözlerin bloglardan taşması gerektiğini savunuyorum.

Kitabın şu ana dek sektör içinden aldığı geri dönütleri de içererek sonraki çalışmalarınız hakkında bilgi verebilir misiniz?

Türk Sinemasında Yol Ayrımı‘nın çok fazla sattığını sanmıyorum. Rakamlar ortada değil ama kitaplar ortada! Bin adet basıldı, yarısını zaten evimde muhafaza ediyorum. Nuri Bilge Ceylan’ın Ahlat Ağacı filminde Sinan karakteri var. Sinan ilk kitabını kendi imkânlarıyla bastırıyor, onun acısını çekiyor. Ben de bir yönüyle onun acısına ortak oldum diyebilirim. Ziyanı yok, acı çekeceğiz! Acı duymak bir tepki değil mi? Tepkimizi vereceğiz. Uysal koyun olmaktansa acı çekmeyi yeğlerim. Ama gönül bu, ferman dinlemiyor! Gönül istiyor ki kitabın hiç değilse ön sözü daha çok tartışılsın. Bir ihtiras falan taşımıyorum, çok okunur, çok tartışılır gibi büyük beklentilere de kapılmadım. Fakat bu önsözün hiç dikkat çekmeyişi egomu biraz yaraladı. Sizin dikkatinizi çekti. Evvelinde Kaan Arslanoğlu ve Mehmet Akkaya yazdılar. Meslekleri, ilgileri sinema olmamasına rağmen yazdılar ve anlamaya çalıştılar. Bu vesileyle onlara da teşekkür edeyim. Ancak sinema cephesi hiç ses vermedi. Büyük ihtimalle kimsenin haberi olmadı böyle bir kitaptan yahut haberdar olanlar da ciddiye almadı. Umarım gerçekleştirdiğimiz bu ilk röportaj sinema cephesinden de birkaç kişiye ulaşır. Bundan sonrasına dair ise şunu söyleyeyim. Yazılmayı bekleyen bir yüksek lisans tezi var, ona yoğunlaşacağım. Yeni bir kitap çıkarır mıyım? İnanın hiç bilmiyorum!

Zaman ayırdığınız için çok teşekkürler.

Soruların özenle hazırlandığını gördüm. Emeğinize ve ilginize çok teşekkür ederim.

 

Onur Keşaplı

*https://issuu.com/azizm/docs/azizmsanatedergi130

Bunu paylaş: