Gezi: Beş Yıl Önce, Beş Yıl Sonra – Gaffar Yakınca

Gezi Parkı başkaldırısıyla tetiklenen Haziran Direnişi beş yılı geride bırakırken günümüzden bakıldığında beş yıl öncesi bugün tam olarak ne ifade ediyor, neye karşılık geliyor ve sizce gelecekte nasıl bir konuma erişecek?

Üzülerek ifade etmeliyim ki Gezi, bir isyan eylemi olma özelliğinden sıyrılarak kavramsal bir boyuta yükselemedi. Kavramsal boyutla kastım, sadece siyasi anlamda değil, edebi, düşünsel ve sanatsal anlamda da yeni üretimlere ilham kaynağı olma özelliğine kavuşmasıdır. Örneğin Ekim Devrimi özelinde “devrim” veya “ekim” kavramları tam olarak böyle bir yere denk düşer. Nitekim, bir kavram olarak Ekim’in ömrü de etkisi de siyasi anlamda devrimin kendisinden çok daha uzun, çok daha derin olmuştur. Diyelim ki bu Ekim Devrimi’nin siyasi başarısı ile ilgilidir, peki mesela hiç zafere ulaşmamış olan Allande’nin direnişine, hepi topu iki ay yaşamış Paris Komünü’ne, Franco karşısında mutlak manada yenilen İspanyol devrimcilerine, yine bir yenilgi ile sahneyi terk eden Yunan İç Savaşının komünistlerine, basbayağı çalınmış bir devrim diyeceğimiz Portekiz’in Karanfil Devrimine ne diyeceğiz? Demek ki toplumsal hareketleri siyasi bir amil olmaktan öteye götürüp, onları bir takım çağrışımlar taşıyan kavramlar haline getiren şey, siyasi başarı ile doğrudan ilgili değil. Biz buna o hareketin moral gücü ya da “manevi derinliği” diyebiliriz. Toplumun çeşitli katmanlarında elde ettiği itibarın somutlaşması, ilkin sanata, edebiyata, felsefeye yansıması, sonra zamana direnen yeni bir düşünce, bir tür “yüksek sembol” haline gelmesi…

Bu manevi derinliğin oluşması için zafer şart değil. Az önce verdiğim örneklerde olduğu gibi yenilgiler de bir hareketi kavramsal düzeye taşıyıp böylesi bir moral güçle teçhiz edebilirler. Politik anlamlarından bağımsız olarak söyleyeyim, mesela Kızıldere direnişi, Prag Baharı, Fatsa deneyimi veya Türk mitolojisindeki Kürşad İhtilali… Bunlar çok açık yenilgiler olmasına rağmen uzun soluklu bir moral gücün de dinamosu olmuşlardı. Dolayısı ile bir hareketin asıl yenilgisi bu kavramsal düzeye yükselememesidir.  Bir siyasi görüş, bir toplumsal hareket polis karşısında değil, tarih karşısında yenilir veya zafere ulaşır. Bu bağlamda Gezi de yenilmiştir çünkü kendi ruhunu, kuşaklar boyu yaşayacak bir üst kavrama, kendi deneyimini abide bir anlatıya dönüştürememiştir.

Gelecekte ne olur sorusunun yanıtı da buradadır. Gelecekte Gezi’nin etkilerinin ve anlamının tamamen yiteceğinden veya bugün olduğu gibi siyasi manipülasyonun ucuz bir aracı olarak zaman zaman kullanılıp rafa kaldırılacağından endişe ediyorum.  Zaman çok hızlı akıyor, dünyanın değişimi çok hızlı ve maalesef Gezi diye ifade ettiğimiz “şey” ne kendi kurumsallığına sahip ne de demin izah etmeye çalıştığım biçimde bir kavramsal düzeyi temsil ediyor.

Gezi ve Haziran deneyimi beş yıl önce alanlarda olan muhalif odaklar açısından olumlu-olumsuz ne gibi sonuçlar doğurdu? Eleştiri ve özeleştiriyi gözeterek geleceğe yönelik sistem karşıtı fikir ve eylem inşasında bu döneme nasıl başvurulmalı, Gezi’den nasıl faydalanmalı?

Gezi’nin hemen ardından, onun yıkıcı etkileri olacağını, tüm siyasi odakların buna göre konumlanmaları gerektiğini söylemiştik. Bu adeta bir doğa kuralı gibi nettir. Büyük bir siyasi dalga, herşeyden önce “büyük bir dalgadır” ve onun üstüne çıkamazsanız altında kalırsınız. Büyük dalgalar kaçıp saklanabileceğiniz, kafanızı kuma gömebileceğiniz alanlar bırakmazlar. Oysa Türkiye solu uzunca bir süredir kafası kumun içinde yaşıyor. Gövdenin durumu daha vahim, Çay bahçelerinden konferans salonlarına, savrulmuş bir gövde idi bu, Gezi’den sonra birahanelere, meyhanelere doğru yol adı. Ne zaman ayılacak da dalgaya hükmedecek?

Maalesef söylediklerimizde haklı çıktık, Gezi’nin sol üzerindeki etkileri son derece yıkıcı oldu. Düşünsenize, onlarca yılı “yükselecek toplumsal bir dalgayı alarak devrimci duruma yürüme” planları ile geçirmişsiniz ve o dalga geldiğinde aslında neredeyse sıfır hükmünde olduğunuzu görüyorsunuz. Devrimci örgütler, sol yapılar bırakın bu dalgayı örgütlemeyi adeta o dalganın arkası sıra savrulup darmadağın oldular. Fiziksel bir dağılmadan ziyade, inanca/ülküye dair bir erozyonu söylüyorum. Birincisini toparlamak nispeten kolaydır, ama ikincisi er ya da geç ahlaki bir çürümeye ve yok oluşa gider. Gezi’nin yıkıcı etkisinden korunabilmenin tek yolu sağlam bir özeleştiri inşa edebilmekti. Böyle bir geleneği hiç olmayan yapılardan bir anda o noktaya gelmelerini bekleyemezsiniz. Ama bırakın sağlıklı işleyen bir özeleştiri mekanizması kurmayı, o yönde bir eğilim bile gözlenmedi. Sebeplerine girmek istemiyorum, ancak ileriye yönelik atılım fırsatları, örgütlerin kendi küçük gövdelerini korumak için gösterdikleri reflekslerin arasında kalıp boğuldu. “Yeni arayışlar” için yola çıkan kimi gruplarsa -büyük oradan düşünsel yetersizlik sebebi ile- siyasi olarak, hatta içlerinden bazıları ideolojik olarak akamete uğradı.

Gelecek dönemde bir mücadele hattı örmek amacı ile hareket edecek insanlar, mutlaka bu ezilmeyi değerlendirerek yola koyulmalılar. Bunun adını koyalım, bu “büyük yenilgidir”, “bizim büyük yenilgimiz”. Bu yenilginin sebebi savaştığımız güç değil, bizzat biziz, bizim kendi zayıflıklarımız, kendi eksikliklerimiz. Şunu düşünün: Boğaziçi Köprüsü’nden yüz bin insanı yürüterek Taksim’e getirmişsiniz. Aradan beş yıl geçmiş ve seçimlere girebilecek, bir cumhurbaşkanı adayı çıkarabilecek kadar bile gücünüz yok, toplumsal karşılığınız yok. Sadece bu bile bizim en önce büyük yenilgi üzerine düşünmemizi gerekli kılıyor.

Peki Gezi’nin kendisinde ileriye taşınacak deneyimler yok mu? Tabi ki var. Gezi’yi bir tür komün deneyimi gibi de okuyabiliriz. Dayanışmanın, kardeşliğin ve eşitliğin hüküm sürdüğü bir kaç gün. Silahlara karşı kitap okunan, ekmeğin suyun paylaşıldığı, gaz bombalarına karşı insanların birbirine siper olduğu, kedi köpeğin canı için kendi canını riske atan insanların ortaya çıktığı bu bir kaç gün altın değerindedir. Ancak bunlara fikri bir maya katmadığınız, ideanın ruhunu üflemediğiniz sürece önce materyalize olmaları sonra da buharlaşmaları kaçınılmazdır. Bunun için daha yüksek bir düzeyde tartışmaya, daha çok düşünmeye, daha çok yazmaya ve üretmeye ihtiyacımız var.

Ve en önemlisi de ciddiye almaya ihtiyacımız var. Bir örnek vereyim, Yeryüzü İftarları, ilk başta bizlere, solun klasik etiği içinde büyümüş insanlara tuhaf görünen bir işti. Ben de bu girişimi, üzülerek itiraf edeyim, küçümsemiştim. Oysa bugün baktığım yerden Gezi’nin ürettiği en önemli deneyimlerden biri olduğunu, ne kadar buralı ve ne kadar insani bir hamle olduğunu görüp takdir ediyorum. Devrimi devrimciler yapar ve ancak kalıp yargılarımızdan sıyrılarak bir devrimci hüvviyetine erişebiliriz. Gezi’nin hala keşfedilmemiş, anlamlandırılmamış pek çok yönü olması bizim için bir şanstır. Umarım bu şansı heba etmeyiz.

“Gezi Sanatı” ve “Gezi Mizahı” gibi tanımların bir somutluğu var mı? Varsa günümüzde geçerli mi, geçerli olmalı mı? Gezi’yi romantikleştirmenin tehlikeleri ve getirileri nelerdir?

Gezi sanatı diye bir şey hiç olmadı. Duvarlara yazılan bazı cin fikirleri ve eski şairlerimizden aparma sözleri sanat sayacaksınız, evet işte bu kadar diyebiliriz. Ancak sanatsal anlamda Gezi’den geriye kalan kocaman bir sıfırdır. Bir de mesela on dakikasını izlemeye tahammül edemeyeceğiniz garip temsiller var, bunların bir ayağı Halk TV’de öbür ucu HDP çevrelerinin organizasyonlarındadır. Yazanı, oynayanı herşeyi bir iki tane şöhret isim olan bu işler, bir tür “uyduruk mucizelerle para kapma numarası” gibi, tüm Anadolu’yu turlayıp solcuların gazını alma işlevi görüyorlar.

Elimizde kalan kıl, tüy, hıyar, dana, bardak gibi “sempatik” isimleri olan, içerikleri gayet tartışmalı sayısız dergi, şu söylediğim ucuz temsillerle ortaya çıkan birkaç “muhalif” şöhret ve bol bol atılan tivitler.

Türkiye sanatsal açıdan geri bir ülkedir. AKP döneminde bu iş daha da acıklı bir hal aldı. Gezi isyanında sokaklara çıkan gençlerin büyük çoğunluğu hayatlarında bir kez olsun operaya gitmemişler, bir resim sergisinde bulunmamışlar, klasik romancıların, bestecilerin büyük bölümünden bihaberler.  Nasıl bir sanat alıcısı ya da sanat üreticisi olacaklar ki? Ülkenin genelini kasıp kavuran sanatsal kuraklığa Gezi’nin bir çözüm getirebilmesini beklemek saflık olurdu. Hepimiz az çok o saf hülyaya kapıldık, ama artık uyanma zamanı. Ve becerebiliyorsak, bizden daha genç olanları uyandırma zamanı.

Mizah konusuna gelince, Gezi mizahı dediğimiz şey artık tamamen kabak tadı vermiş bir tür laf sokma aktivitesinden ibaret gibi görünüyor.  Çok zekice işler yapılıyor, sosyal medyanın doğrudanlığı sayesinde en tepelerdeki insanlara bile “laf sokuluyor”. Ancak unutmayalım, sürekli zekayı kullanmak aynı zamanda ileri derece bir cehalete işaret eder. Gezi mizahı denen o duvar yazıları, o tivitler benim nazarımda çok zeki ama aynı zamanda zır cahil bir grup insanın nefes alabilme çabasıdır. Bu insanlara nefes alabilecekleri yeni mecralar ve yeni bir dil sunmadığımız sürece giderek arabesk, kaba saba bir hal alması kaçınılmazdır.

*https://issuu.com/azizm/docs/azizmsanatedergi126

Bunu paylaş: