Gök gürültüsü, sakin akan su… Eksildiler, çoğalacaklar. Dostumuz Chris bu!

Sayısız anıma sesiyle iz bırakmış, yaşamın türlü zorluklarıyla açılan yaraları iyileştirmeme yardım etmiş Chris Cornell, beklenmedik ölümüyle pek çok insan gibi beni de derinden etkiledi.

Yaşamımda rekabet ile ciddi olarak – biraz da doğallıkla- ilk kez üniversitede tanıştığımı düşünürüm. Dershaneler, sınavlar hayatımızı kâbusa dönüştürmüşse de lise yıllarındaki dostluklarım çok daha gerçek ve çıkarsızdı. Birbirimizi okula, ailelerimize, önünün kesileceği kesin görünen düşlerimize karşı müthiş bir sevgi ve dayanışma ile destekleyip koruduğumuz bu yıllarda tanışmıştık Soundgarden ve diğer “Seattle çıkışlı”, “grunge” müzik yapan gruplarla. Beklenmedik bir göktaşı yağmuru gibi hayatımıza girmişlerdi ama öfkeleri ve sahicilikleri sarsıcı derecede tanıdıktı. Onları tutkuyla dinlediğimiz için Amerikan hayranı sayıldık belki, oysa hemen hepsi düzene karşı gerçek bir öfke duyuyordu. Gençliğimizin çalındığı lise yıllarımızdan sağ çıkmamızı sağlayan bu müzisyenleri o günden beri dost saydık, Seattle olduğundan yakın göründü.

Soundgarden’i ilk olarak Outshined şarkısının klibiyle Yunan televizyonunda gördüm. Chris’in çok etkileyici biri olduğu ortadaydı ama en çarpıcı olan sesi ve şarkı söylerkenki beden diliydi.  Taşkın bir öfkeyle dershaneye giderken otobüs demirlerini yerinden sökesim gelirdi. Hele walkmande dinlediğim müziğin kulaklarımdan taşan sesini bile fazla bulup kısmamı isteyenler olduğunda çok sinirlenirdim. Chris ve özellikle Eddie’nin (Pearl Jam)  şarkılarını elleri, kolları, ayakları sakin durmadan söylemeleri taşkınlıklarımızı olabildiğince içimize, müziğe akıtmamızı sağlıyordu. Outshined klibinde Chris’in ayaklarını sertçe yere vurması da üzerinden geçen enerjiyi topraklamasına benzemesi gibi. Ne de olsa haksızlığa uğrayan bizdik ve elbette kimseye zarar vermek gibi bir isteğimiz yoktu.

“Grunge” adıyla pazarlanan her grup Seattle çıkışlı değildi aslında ve soundları da aynı çatı altında toplanamayacak kadar farklıydı. Birlikte anılmalarının asıl nedeni bir kısmının albümlerinin Seattle merkezli bağımsız plak şirketi Sub Pop altında toplanmaları ve peşi sıra dünyaca ünlenmeleriydi. Cornell’in cenaze töreninde Audioslave (ayrıca Rage Against the Machine) gitaristi Tom Morello’nun üzerinde Sub Pop yazan tişört giymesi bu nedenle anlamlıydı.

Chris’i, sesinin muhteşemliği dışında gruplar arasındaki dostluğun bir simgesi olarak da çok sever, sayardım.  Mother Love Bone isimli grubun solisti ve oda arkadaşı olan Andy Wood’un uyuşturucudan ölümü üzerine müzisyen dostlarını bir araya getirerek muhteşem bir albüm yapması böyle düşünmemi sağlayan ilk şeydi. Chris’in öncülüğünde kurulan Temple of the Dog isimli grupta Soundgarden’dan Matt Cameron (davul) , MLB grubundan Jeff Ament (bas) ve Stone Gossard (gitar) yer alıyordu. Onların yanı sıra gitarda Mike McCready ve kimi şarkılarda vokal olarak Eddie Vedder vardı. Bizler TOTD grubunu aynı isimli albümde yer alan Hunger Strike şarkısıyla tanımıştık. Yoksulluk, açlık gibi ABD topraklarında da hala yaşanan sorunlarına karşı duyarlılık içeren sözleri ve çarpıcı klibiyle bu şarkıyı çok sevmiştik. Müzikle aramıza öyküsünü sokan kliplerden de uzaklaşmaya başladığımız yıllardı.

cornellvewood

“Nirvana” yazılı üstüyle Chris Cornell ve Andy Wood

TOTD 2016’ya dek tek albüm dışında bir araya gelmedi ancak Hunger Strike şarkısı, inanılmaz bir enerjiye sahip Andy’in küllerinden bambaşka ama yine muhteşem bir grubun kurulacağının müjdesini vermişti. Tam da bu nedenle TOTD grubunun 2016’da, 25. yıllarını kutlamak için yeniden bir araya gelerek bir dizi konser vermesi, yine benzersiz üretimlerin ateşini yakacağı müjdesini verdiği için de çok heyecan vericiydi.

İlk yıllara dönersek, MLB grubundan Stone Gossard’un birkaç demo kaydının olduğu bir kaset, Red Hot Chili Peppers davulcusu Jack Irons’ın da aracılığıyla o sıralar San Diego’da yaşayan Eddie Vedder’e ulaşmıştı. Bu demolar üzerine söz yazıp şarkı söyleyen Eddie’nin sarsıcı sesinden çok etkilenen Gossard, Ament ve Mike McCready onu Seattle’a çağırmışlardı. ABD ile Türkiye arasında o zamanlar zaman farkı vardı, kliplerin kayıt sırasına göre de dönmediği düşünüldüğünde tam emin olamıyorum ama sanırım Hunger Strike müzikseverlerin Eddie’nin sesiyle ilk karşılaşmasıydı. Gossard, Ament ve Mike Mccready, TOTD nedeniyle bir araya gelişlerinin hemen sonrasında davulda Dave Krusen ile birlikte Pearl Jam grubunu kurarak stüdyoya geçtiler. TOTD albümünün kayıtlarından yalnızca 4 ay sonra, ilk albümleri Ten yayınlandı.

Bu sürece, özellikle Chris’in ve elbette PJ üyelerinin birbirlerini de besleyen yaratıcılıklarından ne kadar etkilendiğimi anlatabilmek için de değindim. Birbiriyle kesişen kayıtlar arasında Chris de Gossard’ın demoları üzerine söz yazıp söylemiş. O sıralar İzmir’de yaşayan bizim,  Konak’taki Stüdyo Ümit’den edindiğimiz kasetlerde albümlere girmeyen şarkılar da olurdu. Ten albümüne dâhil edilmemiş olan Footsteps isimli şarkıyla ne şanslıydık ki böylece erkenden tanışmıştık. TOTD albümündeki Times of Trouble şarkısı ile Footsteps şarkısının müzikal benzerliği ancak aynı zamanda çok farklı oluşu nedeniyle yaratıcılıklarına şapka çıkarmıştık.

pjvesoundgarden

Soundgarden ve Pearl Jam bir arada

Chris’in ne kadar özel bir sesi olduğunu gösteren muhteşem TOTD albümünü yıllar içinde hiç bıkmadan dinledim. Şarkı söylemeyi çok sevdiğim için Chris’e -örn. Badmotorfinger’e göre- daha çok eşlik edebildiğim için de bu albüm çok özel oldu her zaman. Bu albüm Andy Wood’u, Mother Love Bone’u merak etmeme de neden olmuştu elbette. MLB’nun ve Stone ile Jeff’in ondan önce yine birlikte çaldıkları Green River grubunun albümünü de o günlerde yurt dışına giden aile dostlarımız sayesinde edindim. Özellikle, hala sık sık dinlediğim MLB çarptı beni.  Andy’nin sesinden de kaynaklanan çok özgün, lirik bir soundları vardı. (Müzik aleti çalmadığım için büyük olasılıkla soundları doğru tarif edemiyorum ama ne iyi ki youtube üzerinden dinleyip kendi kararınızı verebilirsiniz). Chris’in, ününü diğer müzisyenleri de görünür kılacak şekilde kullanmasına neden olan müzik ve dost sevgisi olmasa “grunge” dünyada patlamadan önce ölen Andy Wood’dan, MLB’nun benzersiz müziğinden haberimiz olmayacaktı.

Mandatory Credit: Photo by Action Press/REX/Shutterstock (3024630n) Chris Cornell Soundgarden in concert, Amsterdam, Netherlands - 11 Sep 2013
Mandatory Credit: Photo by Action Press/REX/Shutterstock (3024630n)
Chris Cornell
Soundgarden in concert, Amsterdam, Netherlands – 11 Sep 2013

Chris’in, ses aralıkları arasında bir çita gibi hızlı geçiş yapabildiği muhteşem sesini, dönemin kült filmlerinden, 1992 tarihli Singles/Bekârlar filminin soundtrack albümünde de keyif diyarlarına uçarak dinledik. Bu filmde Soundgarden, Alice in Chains, Pearl Jam gibi gruplar değişik şekilde görünüyordu. Benim için ayrıca, sesini çok beğendiğim oyuncu Campbell Scott’un yer alışıyla da özel bir filmdi.  Cameron Crowe’un çektiği filmde sonlara doğru Chris’in göründüğü bir sahne vardı.  O sahnede arabanın camlarının çalan müzikle değil, onun sesiyle parçalandığını bile söyleyebilirdik. Mesela soundtrackte yer alan Birth Ritual ile.

Bir müzisyenin sesi ne kadar güçlü olursa olsun elbette söylediği her şarkıyı beğenmediğimiz oluyor. Chris’ten, Soundgarden’dan ilk haberdar olduğum Badmotorfinger albümü zaman karşısında gücünü hiç yitirmedi ancak bir sonraki albümleri Superunknown’u, en sevdiğim şarkılarından olan Spoonman dışında pek beğenmedim. O albümün en ünlü şarkılarından Black Hole Sun da, klibi içimi daraltsa da çok farklı bir şarkıydı.  Bu arada Chris’e kısa saç da acayip yakışmıştı, sesi aynıydı ama işte o dönemde Soundgarden’ın yörüngemden çıktı biraz. Chris’in sonraki grubu Audioslave’i ve solo albümlerini de takip etmedim. Bir yerlerde duyup kulak kesildiğimde beğendiğim şarkılar oluyordu ama o kadar.

chris_cornell_shared_his_opinion_about_modern_music

Pearl Jam, tüm o gruplar içinde müzik açısından en çok sevdiğim, kesintisiz takip ettiğim tek gruptu. Onları da internet ve youtubelu yıllarda bile müzikleri dışında takip etmedim. Pearl Jam’i çok sevmeme neden olan şeylerden biri de zaten şarkılarına uzun süre video klip çekmemeleriydi. Ancak 2010 yılında Alaska’ya yerleşince, sevdiğim bu müzisyenlerin yaşadıkları toprağın sorunlarını daha iyi tanımaya başlayan birisi olarak söyleşiler, youtube’da kaydı olan şarkılar, konserler aracılığıyla da yaklaşmak istedim onlara. Açıkçası yüzlerini de özlemiştim.

Tam da o sıralarda Pearl Jam’in 20. yıllarını kutlayan bir belgesel yayımladı. Böyle bir fikri saçma bulmuştum ama tabii ki izledim. Elbette Chris’le de söyleşi yapılmıştı. PJ üyeleriyle yakın dostluğu, onlara verdiği destek, zaman tünelinden çıkan görsellerle de ortadaydı. Ancak bence Chris’in söylediği en önemli şey, Kurt Cobain’in ölümünden önce Andy Wood’un ölümüyle sarsılmış olmalarıydı. Sonuçta Seattle dünyanın merkezine yerleşmeden önce de müzik yapıyordu onlar, bundan açık belirtilemezdi. Chris’in gözlerinden de çok etkilenmiştim. Bu gruplara kol kanat geren, ün konusuyla arasındaki mesafeyi en iyi gözetebilen bir ağabey olarak görünüşünün anahtarı gözlerindeymiş gibiydi. Zorluklara daha erken maruz kalmış, acı veren çok şey görmüş, yaşamış birinin gözleri gibi. Bir de tedirginlik; sanki kendi değerini bilmek ile dünyaca ünlü olmak arasındaki dengeyi kaybetmeme tedirginliği. Ancak bunlar şimşek hızıyla aklımdan geçen kişisel düşüncelerimdi. Ancak yine de bu söyleşiyi Chris’in onlar için çok güçlü, çok kendinde bir dayanak noktası olduğu izlenimlerimizin kanıtı olarak görmüştüm. Çok uzun boylu olan Chris’in Eddie’yi sırtında taşıdığı kareler bunun somutlaşması gibiydi sanki.

cornellveeddie

Eddie ve Chris yıllar içinde Hunger Strike’ı sayısız kere söylemişler. Görmediğim birkaçına youtube keşiflerimde rastladım. 92 tarihli sevimli, hatta komik versiyonu; uzun boyuyla da görkemli bir rock tanrısına benzeyen Chris’in bu kez ayakları yerine mikrofonunu yere vuran yakın tarihli biri… Bu 2 müthiş sesin, dilediklerinde gök gürültüsünü evcilleştirebilecekleri bir şekilde yaş alışından da etkilenmemek mümkün değil.

Youtube’da gezinirken Chris’in Whitney Houston, Michael Jackson şarkılarını coverladığını da gördüm. Houston’un, ortaokul yıllarında beğenerek, sesimi yettirmeye çalışarak söylediğim, ancak soran olsa beğendiğimi söylemekten utanacağım I will love you şarkısını falan söylemesi, Chris’in kendi sesine, müziğe, müzisyenlere ve yaşamın zorluklarına bir tür selamıydı sanki.  Sanki iyi yaptığımız, sevdiğimiz bir alanda eleştirilere gereğinden fazla takmadan üretmek, keyif alacağımız her anı içe çekmekle ilgili bir selam. Ayrıca bu şarkıları müthiş bir yaratıcılıkla coverlamıştı.  Bu coverlar Chris’in karakterini de – elbette bana geçtiği kadarıyla-ne kadar sevdiğimi hatırlattı. Kendi şarkısı Part of me’nin şaşkınlıkla karşılandığını, düş kırıklığı yarattığını okumuştum. Oysa ben Chris’in sesiyle,  bizi dans pistine çağırmasının ilginçliğine gülümsediğim o şarkıyı da çok sevmiştim. Yazdığı sözlerde sıklıkla kara mizah, acı olsa da  -ya da tam da bu yüzden- özgür bıraktığı sesi, sahteliklere dayanmaya çağıran yalın bir nefesti.

Prince öldüğü zaman Nothing compares to you şarkısını coverlaması da yine müziğe, müzisyenlere sevgisini ve saygısını gösteriyordu. U2’nun One şarkısının müziği üzerine Metallica’nın One şarkısının sözlerini koyarak yaptığı cover da yine yaratıcılığını…

Yakın arkadaşı Eddie Vedder’in John Lennon’un Imagine şarkısı ile Bob Marley’in Redemption song şarkısını coverladığı (sonuncusunu kızı Toni ile) dönemde aynı şarkıları coverlayarak dostuna selam etmesi, tadı kaçmış, sığlaşmış şu dünyada müziksiz yaşayamayan bizleri gülümseten bir jestti.

Yine de Chris’in sesi Higher Truth isimli son solo albümünde yer alan Nearly forgot my broken heart şarkısıyla döndü en içime. Çırılçıplak sesi, Amerika’nın çelişkilerini yoksul bir yerlinin eşi olarak çok çarpıcı şekilde gördüğüm için sıklıkla çıldırmanın sınırlarına geldiğim o dönemde “Acı çekiyorsun ama güçleniyorsun da. Dingin karşıla, dingin…” der gibiydi.  Zaten sanat da böyle bir şey değil mi? Kaynağından bize ulaştığında aynı olmayan, kimi zaman içine girip kendimizi iyileştirecek mesajlar bulduğumuz bir nehir. Şarkının iki klibinden animasyon olanını izlemek de yine bir tür meditasyondu benim için.

İçimdeki, lise yıllarındakine benzer bir öfke değildi elbette. Ve o yıllarımdaki görüşlerim de her şeyi daha berraklaştıracak şekilde değişmişti. Yıllar önce tüm benzerlik hislerimize rağmen onların bizlerden biraz daha “özgür” olduklarını düşünmemiz bir yanılsamaymış. Onlar da aslında “doğal yaşam parkında” yaşıyorlarmış.

ABD’de yaşamasam belki böyle düşünmeyebilir, lise yıllarının saflığında kalabilirdim. Chris dendiğinde pek çok farklı yaşıma yolculuk etsem de beni en çok gülümseten onunkine benzer postallara kavuştuğum an. Üniversiteye (Ankara) bizden önce giden bir arkadaşım orada bana özel postal yaptırmıştı. Vişne kurusu postalları gördüğümde deliler gibi sevinmiştim.  Bir de annemin pek çok yeri yırtıldığı halde giymeye devam ettiğim için kızdığı Badmotorfinger tişörtümü yer bezi yaptığında delirmiştim. O sıralar renkli postallara, sevdiğimiz grupların tişörtlerine sahip olmak, saçlarımızı kısacık kestirmek bile çoğunlukla uyumsuzluğumuzu gösterirdi sanki, “özgür” hissettirirdi.

Chris’inkine benzer postallarla sinirli sinirli dershane yollarında yolculuk ederken yoksul ABD vatandaşlarının inanılmaz pahalı olan üniversiteye gidemediklerini, ABD’nin bizimki gibi ülkelerin beyinlerini satın aldığını, orada insanların parası kadar “özgür” olduklarını bilseydik acaba yaşamımız ne kadar farklı olurdu? Kim bilir belki her fırsatta sorunlarının ve düşüncelerinin “sıradan” pek çok insanla benzediğini dile getiren, bizi iyileştiren müzisyen dostlarla güç birliği yaparak dünyayı daha adil, yaşanır kılardık.  Chris aynı Eddie gibi Obama’yla ilgili çeşitli törenlerde şarkı söyledi. En son Ermeni “soykırımını” konu alan The Promise filmi için şarkı bestelemiş. Politik olmaları (ayrıca yoksullar ve doğa için de çalışmalar yapıyorlar) aslında olmamalarından daha iyi bir şey. Ancak bizlerin orayı daha “özgür” sanmamız gibi onların da bizim coğrafyayı doğru tanımadıkları kesin.

Amerika, “uygar, özgür, yaşanılası ülke” algısını güçlendirmek için her fırsattan yararlanıyor. Kültürel emperyalizm sayesinde, üstelik internet öncesinin verdiği inanılmaz güçle “grunge” olarak piyasaya sürülen bu gruplar da ne yazık ki bu algıyı güçlendirmiş. Biz ve dünya gençliği onlarda sahicilik bulsak da, müziğin de dünyanın da yozlaşmasına engel olamadık. Düzen karşıtlığımız gökyüzünü hala aydınlatıyor ama ışık kirliliği de her geçen gün güçleniyor.

Chris son konserinde kayışının üzerinde tek yıldız olan bir gitarla çalmış. Giysilerinde sıklıkla yer aldığı ve çoğu insanın sözünü ettiği müthiş sahne hâkimiyetini hissedebildiğim için olsa gerek “yıldız” bana Andy Wood’u hatırlatır hemen. Pek çok şeyin yanı sıra, Wood’dan Cobain’e, Joplin’den Hendrix’e, Staley’den “sıradan” bir insana kadar milyonlarca insanın uzun yıllardır yoğun şekilde uyuşturucu kullandığı bir ülke değilse neresidir ışık kirliliğinin ana kaynağı?

Yıldızları yeryüzünün ilk günleri kadar görünür kılacak şey tek başına o olmayabilir ancak içinde bu kadar çok, bu kadar gerçek sevgi barındıran müziğin en parlak yıldızlardan biri olduğu konusunda şüphesi olan var mı?

11/20/2008 - Chris Cornell - Chris Cornell Visits MuchOnDemand on November 20, 2008 - CTV Queen Street Headquarters - Toronto, Canada - Keywords: - 0 - - Photo Credit: Robin Wong / PR Photos - Contact (1-866-551-7827)
11/20/2008 – Chris Cornell – Chris Cornell Visits MuchOnDemand on November 20, 2008 – CTV Queen Street Headquarters – Toronto, Canada – Keywords: – 0 – – Photo Credit: Robin Wong / PR Photos – Contact (1-866-551-7827)

Bu yazı işte böylesi bir sevgiyle karalanmıştır. Yıldızları ucundan tutan Chris’in ışığına saygıyla…

Özgür Keşaplı Didrickson

 

Bunu paylaş: