Yaşamın İçinden, İçimizdeki Korku – Selin Gündüz

Yaşamın İçinden, İçimizdeki Korku*

Tabuların yıkıldığı bir dönemde yaşıyoruz. Günümüzde kültürel, sosyal ve politik, kısaca yaşamımızın her alanında tabular tartışılıyor. İnsan haklarını, özellikle de kadın haklarını hiçe sayan geleneklere ve töreler karşı çıkılıyor. Bizleri dar bir milliyetçilik kıskacı içine alan resmi tarih sorgulanıyor. Azınlıkların şimdiye değin yok sayılan hakları savunuluyor. Gücünü dinci, milliyetçi ve ataerkil ideolojilerden alan tabuların sorgulanmasıyla birlikte, toplumdaki gerilim ve kutuplaşma yoğunlaşıyor, böylece öteden beri var olan polemik kültürü giderek artıyor.

Tabuların yıkılması, bastığımız toprağın kayması anlamına geliyor. Basılacak sağlam bir yer arayışı içindeki insanlar bir dala tutunabilmek için kolaylıkla bir ideolojiden başka bir ideolojiye kayabiliyorlar. Sözgelimi milliyetçi biri kolaylıkla dinci olabiliyor. Ya da tam tersi. Tabulara sıkı sıkıya sarılmamızın nedeni de yine korkular. Çoğu kez bildiğimiz yoldan şaşmamayı tercih ediyoruz. Bir sorunla karşılaştığımızda onu görmezden geliyoruz ya da sanki böyle bir şey hiç yokmuş gibi davranıyoruz veya gündeme getirmekten bilinçle kaçıyoruz. Korkudan kaynaklanan kaçışın hem tabuları besleyen hem de toplumdaki kutuplaşmayı daha da yoğunlaştıran bir duruş olduğu söylenebilir.

Hepimizin yaşamını ve ilişkilerini yönlendiren belli ahlaksal kurallar ve değerler var. Ancak ‘yaptıklarım beni utandıracak mı ya da saygı duyduğum birinin bu davranışlarımı görmesinden tedirgin olur muyum’ sorusunun, toplumun özellikle geniş çevrelerinde gündeme gelen ‘başkaları ne der?’ odaklı mahalle baskısından pek bir farkı olmadığı da söylenebilir. Çünkü ‘yaptıklarım beni utandıracak mı?’ sorusu bile, ben kendimi başkalarının gözünden nasıl görüyorum anlamına geliyor çoğu kez. Oysa önemli olan insanın bir birey olarak kendisini bulması, başkalarına göre değil de kendi seçimine göre karar verebilmesi. Bu bağlamda, ‘ben duygularımı nasıl değerlendirebilirim, ne duyumsuyorum, ne yaşıyorum, yaşadıklarım bana ne kazandıracak’ gibi sorular öncelik kazanıyor.

Kuşkusuz en büyük yetenek insanın kendisiyle dalga geçebilmesi. Bunun da en büyük sırrı kendimizi aşırı derece önemseyerek dev aynasında görmememiz. Bu da yalnız olaylara değil kendimize de tek bir açıdan saplanarak bakmamamızı koşulluyor. İçimizdeki sesler, duygular, düşünceler öylesine karmaşık, kimi kez çatışmalı bir bütünü oluşturuyor ki, onları anlamada zorlanıyoruz. Bu açıdan belki de en güç olgu insanın kendisini anlayabilmesi. Kimi kez akılcı yanımız ağır basıyor, kimi kez duygularımız, kimi kez hırslarımız, kimi kez içgüdülerimiz. Kimi kez bir duygunun ya da düşüncenin ağırlık basmasıyla diğerlerini unutup doğru yolu seçtiğimizi sanıyoruz ama bastırılan ya da yok sayılan diğer duygular hiç tahmin etmediğimiz bir durumda ve ortamda birden karşımıza çıkıp hesap sorabiliyorlar ya da bizi kıyasıya yok edici olumsuzluklar ve hastalıklar yaratabiliyorlar.

Yaşadığımız toplumda kadın olmak öylesine ikinci sınıf bir varlık olmak anlamına geliyor ki, çoğu kez adını bile koymaktan çekinerek “Bayan” diyoruz. Bayan sözcüğünün Kadın sözcüğüne kıyasla çok daha kibar olduğunun söylenmesi dikkatimi çekiyor. Neden erkek değil de kadın sözcüğü kaba bir sözcük oluyor? Dışlanma ve ötekileştirilme günlük dilimize bile girmiş; çoğu kez bilincinde bile olmadan kullandığımız sözcüklerin ardında nasıl bir zihniyetin yattığını sorgulamamız, bu konuda bilinçlenmemizi sağlayabilir. Sözgelimi toplumumuzda on yıllardır büyük bir kutuplaşmaya yol açan başörtüsü olgusunu toplumsal cinsiyet açısından irdelemekten genellikle kaçınıyoruz. Kadının sadece bedeniyle var olmasının, Batı toplumlarında bedeni açıp sergilerken, İslam kültüründe kapamasının aynı ataerkil zihniyetin ürünü olduğunu görmekte güçlük çekiyoruz. Kadın-erkek ilişkisi her zaman böyle olmuştur deyip geçiyoruz.  İşin tuhaf yanı bunu aydın diye tanımlayabileceğimiz liberal görüşlü insanlarda rahatlıkla yapıyor. Düşünmeyi ve sorgulamayı hiç bilmediğimiz için mi, yoksa bilsek bile işimize gelmediğinden yaşama geçiremediğimiz için mi?

Bizim toplum gibi baskıcı ve otoriter toplumlarda sorgulama, eleştirme, hele tabulara dokunma çok tehlikeli. Yürürlükteki sistemle yeterince uzlaşılamadığında yoğun bir baskı ve şiddetle karşılaşılıyor. Bu da tam bir gerilim ve korku ortamı yaratıyor. Demokrasinin yerleşmemiş olduğu tüm toplumlarda yaşanan bu temel sorun geçmişimizde vardı, bugün de tüm yoğunluğuyla sürüyor ne yazık ki… İnsanların gerilimli bir ortamda ağızlarını bile açmaktan korkmaları, dahası kraldan çok kralcı bir tavırla konuşanları ya da karşı çıkanları suçlamaları bunun tipik bir göstergesi değil mi?

Güç olan, kendi tabularımızın bilincine varmamız ve bunları sorgulamaya başlamamız, kendi sınırlarımızı zorlamamız… Bir tür farkındalık da diyebiliriz buna. Farkındalık tabuları kırmanın ilk ve en önemli adımı, ama yine de yeterli değil. Çünkü kendimizi sorgular ve sınırlarımızı aşmaya çalışırken kutuplaşma tuzağına düşmeden sorunları bütünselliği içinde görmemiz ve irdelememiz gerekiyor. Belki de en güç olan, polemik kültürünün egemen olduğu bir ortamda bunu başarabilmek.

***

Görsel: Vergvoktre

*https://issuu.com/azizm/docs/azizmsanatedergi111

Bunu paylaş: