12 Punto – Cennet Akıncı

12 Punto*

Taksim’de bir evdeyim, meydana çıkan bayırlardan birinde bilmem kaçıncı sıradan sonraki apartmanlardan birindeyim. Küçük ve hafif rutubetli bir ev, solmuş çiçeklerin uğradığı bir ev… Pencereden portakal turuncusu bir ışık süzülüyor, tüm pencereler kapalı ama ışık içeri girmesini biliyor. Dışarıdan sesler geliyor ufak tefek; ‘abi parlatalımmı’lar, ‘gevrekler taze çıktı’lar, birkaç bozuk para sesi ardından bir koku geliyor burnuma, yanıma gelen kül kokusu, kül kokusu, duman kokusu, yanmış ekmek kokusu ve henüz adlandırılmamış kokular, bitmek bilmiyorlar…

Hevesle oturuyorum masaya, aklımda sadece portakal rengi kalmış, çünkü öyle olmalı güzel olan hatırlanmalı adımız insanoğlu. Karşımda şık giyimli ellili yaşlarında bir adam sürekli konuşuyor, ona bakınca aklıma Hikmet geliyor. Hikmet’e göre ülkecek İsviçre’ye tedaviye gitmemiz gerekiyormuş, ancak oradaki bilim adamları anlarmış halimizden, ben Hikmet’e gülüyorum adam konuşuyor, iyi ki duymuyorum onu diyorum. Masanın sağ köşesinde bir gazete var ne zamandır orada bilmiyorum çünkü uzun zamandır burada yoktum. Karışık bir sürü haber var, kocaman siyah yazılar… Pencereden gelen seslere bakılırsa dışarıda hayat normal, ışık normal, sesler normal… Yıllar öncede aynı şey olmuştu, boğazımda aynı tadı hissediyorum, tam unutulurken benden habersiz yeniden hatırladı, önce biraz zorlandım boğazımdaki tat yüzünden, ama hatırladım sonunda…

Odadaydım kahverengiden başka bir şey kalmamış aklımda, duvarlarda çerçeveler, büyük resimli tablolar, sesi hala kulaklarımda bir saat; çıkma diyorlardı dışarı, kuşların bile yuvaları tetikte bugün, uçmayacaklar! Her yer karışık ev karışık, ev karışık koltukların üstünde kıyafetler, çoraplar, bulaşıklar üst üste binmiş hayat tabakaları, sırasıyla parçalanacak olan hayat tabakaları, ne yöne bakacağımı şaşırıyorum. Bilgisayar açık kalmış, acayip bir film dönüyor ekranda, kitaplarım karıştırılmış hepsi yerlerde, parçalanmış bazıları oturup birleştirsem belki vakit geçer ama çoklar o kadar çoklar ki, bulamıyorum, hepsi elimde kalıyor. Kurtaramıyorum onları… Perdeler yine kapalı ama içeri portakal renginde bir ışık girmiyor, yaklaşıyorum ama sesler de yok, ses yok! Bugün dışarı çıkmamış olacak ‘abi parlatalımmı’cılar, başka sokakta kalmış bile olabilir ‘gevrekler yeni çıktı’cılar. Masam oturuyorum sağ köşede bir gazete var soluk renkli siyah kirli yazılı, kocaman harfler…

Göğüs kafesim hızla inip çıkıyor, sanki saatlerce koştum, oysaki saatlerce kıpırdamadan oturuyorum burada, öyleyse bu neyin kaygısı? Üzülüyorum, günü geçen, her hatıra, her kelime için. Keşke günü gününe hatırlayıp, anlatabilseydim. Dışarıdan gelen seslerle dönüyorum yarınıma, bulutlu bir yarınım var seslerden anlıyorum bunu, bir kahve içsem de falımda kırk yıllık hatır çıksa, koca bir nefes alsam da sıkıntısı kelimelerime kalsa.

*https://issuu.com/azizm/docs/azizmsanatedergi104

Bunu paylaş: