Kaval Sesinde Yürüyen Dağ – Selin Süar

Kaval Sesinde Yürüyen Dağ* 

Asıl adı Kemal Sadık Gökçeli olan 1923 doğumlu Yaşar Kemal’i 28 Şubat 2015’te kaybettik. Eserleri kadar şahsına yönelik konuşmaların da ölümünden sonra sıkça yapıldığı ve her bir tarafın kendi etnik kökenine, davasına, tabularına yontmaya çalıştığı edebiyat çınarı, köklerini Anadolu topraklarına bırakarak evrene kanat açıp gitti. Türk edebiyatına ölümsüz eserler kazandırmış olan yazar, Nobel Edebiyat Ödülleri’ne aday gösterilen ilk Türk yazar olmasıyla da önem kazanmaktadır. İnsanı, Anadolu halklarını, ulus devletin dışarıda bıraktığı ötekileri, eşkıyaları, kadınları, sevdalıları, Çukurova’yı; kısacası Anadolu efsanelerinden ve kendi gözlemlerinden derlediği olayları en insani duygularıyla kalemine yansıtmakla birlikte eserlerinin birçoğu sinemaya da uyarlanmıştır. Bununla birlikte Yılanı Öldürseler, Ölüm Tarlası, Murad’ın Türküsü, Karacaoğlan’ın Kara Sevdası, Bu Vatanın Çocukları filmlerinin senaryosunu bizzat kendisi yazmıştır.

Ağrı Dağı Efsanesi, Yaşar Kemal’in sinemaya uyarlanan eserlerinden biridir ve bir aşk öyküsünü anlatmaktadır. Ancak yazar, bunu yaparken halk edebiyatında yer alan mitlerden ve söylemlerden geniş ölçüde yararlanmıştır. Buna örnek olarak at, kutsal meşe ağacı, sofi, demirci, kervan şeyhi, dağın doruğu, yine dorukta yanan ateş, kedi, kavuşamama, kendini feda etme, nehir vb. gösterilebilir. Sinema, kitleler için gerçekliği yeniden kurgulayarak yeni ve kutsal bir gerçeklik yaratır. Aynı zamanda haz veren ve tüketilebilecek bir metaya dönüşmesiyle egemen ideolojiyi yeniden üretir ve kitlelere sunar. Bu nedenle de mitolojiyle paralellikler taşımaktadır. Sinematografi için metafor, metonimi ve mitlerin kullanımı ise görsel dili oluşturmada önemli detaylardan olmaktadır.

Masalsı motiflerin ön planda olduğu Ağrı Dağı Efsanesi, sinemaya Memduh Ün tarafından uyarlanmıştır. Uyarlama kavramına bakıldığında en basit anlamıyla bir sanat eserini, yeni sanat eserinin araçlarına uygun biçimde aktarma işlemi olduğunu görmekteyiz. Edebiyat-sinema ilişkisinde uyarlamalara baktığımızda ise iyi bir uyarlamanın gerçekleştirilme sürecinde ilk olarak romanı ve yazarı iyi tanımak gerekmektedir. Roman ya da öykü, bir hikâye ile bu hikâyeyi aktaran  bir anlatıcıya dayanmaktadır. Roman, olayları aktaran anlatıcının etrafında kurgulanmaktadır. Anlatıcı, romandaki karakterlerin arasında bulunmasa ya da olaylara müdahil olmasa dahi, olan biteni yakından takip etmekte ve kimi romanlarda yer yer araya girip fikrini belirtmektedir. Sinema ise yazınsal bir eserden farklı olarak yalnızca senaryoyla kısıtlı kalmamakta, ses, görüntü,  müzik, kurgu, dekor, oyuncu, ışık, aksiyon, kamera açıları ve hareketleri gibi sinematografinin beraberinde getirdiği öğeler devreye girmekte ve bunların her biri, birbirini etkileyerek bir filmi dağıtım aşamasına gelene kadar değiştirebilmektedir. Bu nedenle bir roman sinemaya uyarlandığında, romanı olduğu gibi izleyen bir kurgusal izlek görülmez. Romandaki başlıca karakterler, aksiyon eksenleri, karakterlerin çevreleri dikkate alınır. Aslına oldukça yakın uyarlamalar görülebileceği gibi, eserden esinlenerek farklı bir kurgusal düzleme oturtulan uyarlamalar görmek de olasıdır.

Türk sinema tarihine bakıldığında birçok uyarlama eserle karşılaşmak mümkün olmaktadır. Özellikle 1940’lardan itibaren Köy Enstitüleri sayesinde köyün içinden çıkan ve köylüyü tanıyan bir yazar nesli yetişmesi ve edebiyatta ‘Gerçekçi Köy Romanları’nın yüzünü göstermesiyle beraber cehalet, fakirlik, topraksızlık, mülkiyet sorunu, hükümetin ilgisizliği, sanayileşmenin getirdiği sorunlar ve ağaların baskısı gibi konular gerçekçi bakış açısıyla romanlarda ele alınmıştır. Köyden kente göç ve köylünün bir ‘gecekondulu’ olarak kentleşmesi gibi nedenlerden ötürü Gerçekçi Köy Romanları önemini yitirmeye başlamıştır, ancak toplumsal ve siyasi gelişmeler 1961 Anayasası’nın getirdiği özgürlükçü ve çok sesli ortamda sanata da yansımış ve Türk Sineması, başta bu eserlerden uyarlamalar ışığında yapıtlar vermiştir.

1950’li ve 60’lı yıllara bakıldığında Türk sinemasında toplumsal sorunları, geçim sıkıntılarını, siyasi çalkalanmaları görmek istisnalar dışında mümkün olmamaktadır. Türk sinemasında uyarlamaya başvurma nedenleri söz konusu yıllar için yapım şartlarındaki sıkıntılar, ekipman yetersizliği, kadro azlığı, maddi yetersizlikler olarak gösterilebilir. Popüler ürünler üzerinden ticari kaygıyla hareket eden sinemacılar, Yeşilçam formatı çerçevesinde, klasik hikâye örgüsü ekseninde, kitleleri sinemaya çekebilecek türden filmler üretmişlerdir.

Buna rağmen popüler anlatı sonraki yıllarda hızını kesmemiş, ancak sinemada yeni arayışlar da belirmiştir. “…Ömer Seyfettin’den Kara Peçe; Halide Edip Adıvar’dan Döner Ayna, Vurun Kahpeye, Sinekli Bakkal; Reşat Nuri Güntekin’den Dudaktan Kalbe, Akşam Güneşi, Çalıkuşu, Bir Dağ Masalı, Yaprak Dökümü, Değirmen; Hüseyin Rahmi Gürpınar’dan İç Güveysi; Halid Ziya Uşaklıgil’den Kırık Hayatlar, Aşk-ı Memnu; Orhan Kemal’den Avare Mustafa, Murtaza, Vukuat Var, Mahpus, El Kızı; Fakir Baykurt’tan Yılanların Öcü; Necati Cumalı’dan Susuz Yaz, Boş Beşik; Yaşar Kemal’den Urfa İstanbul, Alageyik, Ağrı Dağı Efsanesi, Yılanı Öldürseler; Yusuf Atılgan’dan Anayurt Oteli vb. bu kategoride sinemaya uyarlanan eserlerden bazılarıdır.” (Özgüç, 1996: 6).

1970 yılında yayınlanan Ağrı Dağı Efsanesi romanının giriş bölümünde Ağrı Dağı’nın eteklerinde 4200 metre yükseklikte bulunan Küp Gölü, gölün etrafında toplanıp kaval çalan çobanlar ve bu mavi göle kanadını üç kez daldıran küçük ak kuş betimlenir. Betimlemenin peşi sıra gelen olay örgüsü şu şekilde özetlenebilir:

Kır bir at Ahmet’in evinin önünde durur ve bekler. Sahibi bilinmeyen at, töreler gereğince ve yaşlı Sofi’nin öğüdüyle yola bırakılır. Fakat at, Ahmet’in evine geri döner. Bunun üzerine Ahmet atın Tanrı’dan armağan geldiğine, onun kendi kısmeti olduğuna inanır ve onu sahiplenir. Fakat altı ay sonra, Mahmut Han’ın atını aradığı ve kimin evinde bulunursa kellesinin vurdurtulacağı haberi salınır. Söz konusu atın Ahmet’in evine gelen at olduğu anlaşılır. Paşa, Ahmet’e haber göndererek atı geri ister. Ahmet yadigârı olan atı geri vermez. Ancak Mahmut Han atı geri almayı bir gurur meselesi haline getirerek Ahmet’in peşine düşer. Ahmet ise köylüleri ile birlikte dağı terk ederek saklanır. Bir tek Sofi kaçmaz. Sofi, Paşa’ya verdiği cevaptan dolayı zindana atılır. Zindanda Han’ın kızı Gülbahar’a kaval çalmaktadır.

Bu arada Mahmut Han, kendisine karşı çıkan ve Ahmet’i kendisinin karşısına çıkmaya ikna eden Musa Bey’i de öfkeyle zindana attırmıştır. Ahmet dönmüş fakat atı Han’a vermeye yanaşmamış ve zindana atılmıştır. Han’ın kızı Gülbahar ise zindanda gizlice seyrettiği Ahmet’e âşık olmuş; aşkına Ahmet’ten karşılık gelince de onu kurtarmanın yollarını aramaya başlayıp Demirci Hüso’dan  yardım istemiştir. Hüso, kızı Kervan Şeyhi’ne yönlendirir. Şeyh, Hüso’yu atı getirmesi için dağa gönderir. At gelir, ama Mahmut Han, tutsakları idam etme kararından dönmez. Habere çok üzülen Gülbahar, zindancıbaşı Memo’ya esirleri bırakması için yalvarır. Memo bir tutam saç teli karşılığında istenileni yapar ve ertesi gün intihar eder. Gülbahar ve Ahmet kaçarak Hoşap Kalesi Bey’ine sığınırlar, fakat Ahmet, Gülbahar’a oldukça soğuk davranır.

Han, âşıkları affetmek için bir şart öne sürer. Ahmet, Ağrı Dağı’nın başında bir ateş yakabilirse inadından vazgeçecektir. Ağrı’ya gidip dönmek mümkün değildir, ancak Ahmet teklifi kabul eder. Dördüncü gün sonunda dağın doruğunda ateşi yakmayı başaran Ahmet geri döner, Gülbahar’ı alır ve Küp Gölü yakınlarındaki mağaraya götürür. Gülbahar’a karşı soğuk tavrı devam etmektedir. Gülbahar dayanamayıp bu tavrın nedenini öğrenmek isteyince Memo’ya ne vererek kendilerini serbest bıraktırdığını sorar. Gülbahar hiçbir şey vermediğini söyler, fakat Ahmet buna inanmaz. Gülbahar, sabah Ahmet’in Küp Gölü’ne doğru gittiğini görür. Arkasından bağırır, ama Ahmet kendisini gölün sularına bırakıp canına kıyar.

Filme uyarlanan eserde açılış sahnesi bir anlatıcının Ağrı Dağı betimlemesi ve Gülbahar ile Ahmet’e yaptığı atıf ile başlar. Olaylar peşi sıra askerlerin gelişiyle gelişir. İktidar oyunları, darağacı, nefret dolu bir hükümdar baba eşliğinde kitabın ekseninden bütünüyle çıkmayan uyarlamanın sonu ise farklıdır. Filmin sonunda Ahmet yine ölür, ancak filmde canına kıymaz. Gülbahar, zindancıbaşı Memo’ya tek saç telini verdiği için bunu namus meselesi yapar ve kılıcını aralarına koyar. Gülbahar bu ağır ithamı kaldıramayıp Ahmet’ten kendisini öldürmesini ister. Ahmet kıyamaz, ancak Gülbahar her şeyini feda edebileceği adamın gözünde iffetsiz olmayı kendine yediremez ve Ahmet’i hançerleyerek öldürür; oracıkta kendi canına da kıyar.

Anadolu Halklarının Filme ve Romana Yansıyan Metaforları

Halk anlatılarına bakıldığında ait oldukları toplumların kültürel kodlarını içinde barındıran türler olarak karşımıza çıktıklarını görmekteyiz. Halk anlatıları yine ilk olarak mit şeklinde vücut bulmaktadır. Mitlere bakıldığında ise toplumların en eski sözlü kültür ürünü olduğunu görürüz. Mitler, toplumun sosyal hayatını düzenler ve yönlendirir. Yalnızca eski uygarlıklarda veya çok Tanrılı döneme ait değillerdir. İnsana, yaşama ve varoluşa dair söylenceler üretmektedirler ve günümüzde dahi var oluşlarını popüler kültürün dayattığı modern mitler çatısı altında sürdürmektedirler. Mit, yaşanan bir gerçekliktir. Yani mit, bir simge değil, nesnenin doğrudan ifadesidir; bilimsel ilgiyi doyurmaya yönelik br açıklama değil, uzak geçmişteki bir gerçekliğin anlatı biçiminde yeniden yaşatılmasıdır (Malinowski, 2000: 98-99).

Eserin sonu, halk edebiyatı geleneğinde sıkça karşılaşılan kavuşamayan âşıkların farklı bir bakış açısından ele alınışı olarak karşımıza gelmektedir. Memo, Gülbahar’ın yalvarmasına dayanamayarak Ahmet’i serbest bırakan zindancıbaşıdır. Mahmut Han çok güvendiği Memo’nun bu ihanetine karşılık, adamlarını onun üstüne salar. Bir tutam saç karşılığı bu dünyadan alacağını elde ettiğini belirten Memo intihar eder. Memo’nun intiharı çektiği aşk acısının ıstırabındandır. Gülbahar’a kavuşamamakla ölüm eşdeğer olmaktadır. Ancak diğer taraftan canını hiçe sayıp Ağrı Dağı’nda ateş yakıp geri gelen Ahmet de intihar eder. Ancak Ahmet’in intiharı sevgilisine güven duymadığı ve aşkına gerekli karşılığı vermediği için, bir nevi kıskançlık ve şüphe nedeniyle gerçekleşmiştir. Yaşar Kemal, Ahmed-i Hani’nin 1692 yılında yazdığı manzume olan Mem-u Zin destanından çokça etkilenmiş ve eserlerinde destanda yer alan mitlere, olaylara, karakter özelliklerine sıkça yer vermiştir. Örneğin, Mem-u Zin’de Mem, Zin’e kavuşamayacağını fark edince canına kıyar. Zindancıbaşı Memo da aşkının karşılıksız olduğunu düşünüp Gülbahar’a kavuşamayacağını anlayınca canına kıymıştır.

Yönetmenliğini Memduh Ün’ün üstlendiği, senaryosunu yine Memduh Ün, Ömer Lüdfi Akad ve Duygu Sağıroğlu’nun yazdığı ve eserle aynı isimden uyarlanan 1975 yapımı Ağrı Dağı Efsanesi filminde ise bazı ayrıntılar es geçilir. Askerler köyü bastıklarında kara bir kedinin ıssız köy topraklarında gezinmesi Anadolu halk kültüründe siyah kedinin uğursuzluğun habercisi olduğuna yorulabilir. Ord. Prof. Samuel Aysoy’un kaleme aldığı makalede şu şekilde belirtilmiştir: “…Kedi Türklerde nankör telakki edilen bir hayvandır. Köpeği  sadık, muti ve merbut sayan Türkler, kediye her nedense hiç inanmazlar.  Türkler arasında kediye inanmamazlık o kadar umumidir ki ‘Kediye peynir tulumu emanet edilmez’ tarzında bir atalar sözü vardır… Halkın inanışına göre ‘Düz sarı kedi ile tekir kedi iyidir, siyah kedi ise tekin değildir.’… Siyah tüylü kediyi hiç kimse evine almadığı gibi böyle kediye dokunmak bile istemez. Çünkü bunlar, hayvan şekline girmiş peri sayılır” (Aysoy, 1954: 54). Eski Türk inanç sistemine baktığımızda İslamiyet’in kabul edilmesine rağmen kimi inanç ve uygulamalar devam ettiğini görmekteyiz. Yine önceden belirttiğimiz ve her  şeyin sebebi olan kır at ve meşe ağacı Türkler için kutsal anlamlar taşımaktadırlar. Türk tarihinde atın çok büyük önemi bulunmaktadır. Göçebe  bir toplum söz konusu olduğundan at, her şeyden önce bir yoldaş olarak kişinin yanında yer alır. Eski Türklerde atlar için ibadet ve ayin törenlerinin  düzenlendiği kayıtlara geçmiştir. “Ağaç ise hayatın ve sonsuzluğun timsali olarak da kabul edilmiştir” (Ocak, 1983: 84). Sofi, toplulukta yol gösteren, sözlerine saygı duyulan bir yaşlıdır. Sufiler, ahlak ve din yasalarının, toplumdaki törelerin devamı için danışılan, dediklerine hürmet edilen kişiler olarak yer almaktadırlar. Keza demirci, kervan şeyhi, dağın doruğu, yine dorukta yanan ateş, nehir, kavuşamama, kendini feda etme veya acı çekme/çektirme mitleri Anadolu havzasında ve edebiyatında yer alan geleneksel öğelerdendir.

Sinemaya bakıldığında da popüler türlerin hemen hepsinde bulunan mitler ve arketipler, hikâye kurgusunda ve gerçekliğin yeniden üretiminde büyük rol oynamaktadır. Böylelikle “…bir egemenlik, ticari veya siyasal etkinlik normalleşir ve yeniden üretilir” (Erdoğan, 2005: 130). Arketipler temel düşünceler –ilk imajlar- ve bütün insanların ilişki kurabileceği önemli bilinçdışı figürler olarak açıklanmaktadır (Indick, 2007: 105–106). Filmlerde görülen sayısız mit, arketip ve metaforlar, gerçekliğin yeniden yorumlanmasını, üretilmesini ve anlamlandırma süreçlerini içerirler. Mitler ve arketipler evrensel, toplumsal ya da tarihi olarak karşımıza çıkabileceği gibi (yaşlı, cimri, kötü üvey anne, kahraman  vb.)  toplum  tarafından  üretilmiş  olan  kavramlar,  ahlak anlayışları, gelenekler, örf ve adetler (iktidar, hukuk vb.) veya nesneler (su, ateş, ağaç, mum, at vb.) ya da inançlara ait kavramlar (Tanrı, şeytan, melek, cin, peri vb.) olarak da varlık gösterebilirler. Aynı zamanda ölüm ve yaşam gibi durumsal çerçevelerde de vardırlar.

Sonuç Yerine

Türk edebiyatının önemli şahsiyetlerinden biri olan Yaşar Kemal, 1950’li yıllardan beri Dünya edebiyatına birçok eser kazandırmıştır. Daha çok romancı yönüyle tanınmasına rağmen senaryo ve şiir örnekleri de azımsanmayacak derecededir. Yalnızca Ağrı Dağı Efsanesi için bile gerek edebi eser, gerekse ondan uyarlanan film için diyaloglardan betimlemelere, karakterlerin görüngülerinden olay örgüsüne kadar geniş bir analiz yapmak mümkün. Ancak genel hatlarıyla Yaşar Kemal yapıtları üzerine konuşulduğunda onun Anadolu halk kültürü ve sözlü kültür öğelerini karakterlerine ve olay örgüsüne nasıl yedirdiği açıkça gözlenebilmektedir. Yine karakterlerin ve özellikle kahramanın yüklendiği söylemlerde destansı bir tarihle günümüz arasında kurulan köprüyle yazarın evrensel değerlere seslendiği görülmektedir. Diğer eserlerinde de görüldüğü gibi sorunlara yönelik çözüm üretmek yerine, insani duyguları,  soruna neden olan durumu ayrıntısıyla işlemiştir.

KAYNAKÇA

AYSOY, Samuel (1954). Değişik Milletler Tarihlerinde Kedi. Ankara Üniversitesi Veteriner Fakültesi Dergisi. S.3 -4.

ERDOĞAN, İrfan. (2005). İletişimi Anlamak. Ankara: Erk Yayınları.

INDICK, William (2007). Senaryo Yazarları İçin Psikoloji. (Taştan, Y – Yılmaz, E, çev.), İstanbul: +1 Kitap.

MALINOWSKI, Bronislaw (2000). Büyü, Bilim ve Din, 2.baskı, (Özkal, S, çev.), İstanbul: Kabalcı Yayınları.

OCAK,   A.Yaşar   (1983).   Bektaşî    Menâkıbnâmelerinde   İslam    Öncesi    İnanç Motifleri. İstanbul: Enderun.

ÖZGÜÇ,   Agâh   (1996).   Geçmişten   Günümüze    Türk   Sinemasında    Edebiyat Uyarlamaları. Varlık. S. 1060.

*https://issuu.com/azizm/docs/edergimart2015

Bunu paylaş: