Dünya Savaşı’nı Okumak – Çağrı Kınıkoğlu

Dünya Savaşı’nı Okumak* 

Yazının başlığı cüretli ve belirsiz kaçmış olabilir: Dünya Savaşı’nı okumak da nesi?

Mesela, 1887 kışında, Dünya Savaşı’ndan, yani diğer adıyla Büyük Savaş’tan neredeyse otuz yıl önce “… Prusya-Almanya için bir dünya savaşından, bugüne kadar boyutları ve şiddeti yönünden hayal bile edilmemiş olan bir dünya savaşından başka bir savaşın, artık olasılığı yoktur. Sekiz-on milyon asker birbirlerini boğazlayacak ve o güne kadar bir çekirge sürüsünün yaptığından çok daha fazlasıyla Avrupa’yı baştanbaşa soyup soğana çevirene kadar yiyip bitirecektir. Üç ya da dört yıl içine sıkıştırılmış ve bütün kıtaya yayılmış “Otuz Yıl Savaşı”nın yıkımı, açlık, veba, ağır sıkıntıların ordular ve halk yığınları üzerinde yarattığı genel moral bozukluğu; (…) genel iflas; (…) düzinelerle tacın kaldırımlara yuvarlanacağı ve bunları yerden toplayacak kimsenin bulunmayacağı ölçüde  çöküş; [sonucun] kestirilmesinin mutlak olanaksızlığı; (…) yalnızca bir tek sonuç kesinlikle bellidir: genel bitkinlik ve çalışan sınıfın nihai zaferinin koşullarının hazırlanması” diye yazarken Engels’in yaptığı türden bir “okuma” mı kastedilen? Lenin, Engels’in bu metnini “bilimsel bir kehanet” diye anıyor ‘Sosyalizm ve Savaş’ kitabındaki 1918 tarihli bir makalesinde.

Otuz yıl öncesi, insanı gerçekten sarsan bilimsel bir öngörü, kesinlikle; savaşın bitmek üzere olduğu yıl, “çalışan sınıfın” iktidarı aldığı bir devrimin önderi Lenin’in bu makaleyi anması da çok anlaşılır… Peki, üzerinden yüz yıl geçmiş bir savaşı okumak? Amacımız ne olabilir?

Hele de şu sözler tarihe not edilmişken: “Hükümdarlardan, devlet adamlarından, halklardan, tarih deneyinden ders almaları istenir. Ama deney ve tarihin öğrettiği de, halkların ve hükümetlerin hiçbir zaman tarihten bir şey öğrenmedikleri ve bunlardan alınabilecek derslere göre davranmadıklarıdır.” Hegel söylüyor bunları, Türkçe’de ‘Tarihte Akıl’ adıyla yayınlanan ders notlarında.

Değiştirmek için anlamak

Kısa yoldan söyleyelim: Kuzeyiyle, güneyiyle, bölgesel olarak kaynayan ve kanayan bir coğrafyada, “işte tam da sosyalizmin zamanı!” diyoruz ya, derdimiz bu aslında. Okuma faaliyetinin kendisi yönsüz, doğrultusuz kaldığında verimsizleşir. Bu faaliyetin kendisini “denizlere açılmak, yeni ufuklarla buluşmak, maceraya atılmak, yüreğinin götürdüğü yere gitmek” olarak tanımlayanlara bir itirazım yok şahsen. Kitap okumak, arzu edilmese bile bu tür etkilere maruz bırakır okuyan kişiyi. Yeni ufuklarla, Bu Tarz Benim yarışmasını izleyerek buluşma ihtimali pek yok sanki (buluşabileceklere engel olmayalım elbette). Yeni ufuk arayışı eski ufuğun reddidir bir anlamda; dolayısıyla değiştirme bilincinin de okuma faaliyetine eşlik etmesi “anlam katar”. Anlam aramak, anlamak, süreçleri, ilişkileri takır tukur hale getirmek değildir ne de olsa: Heyecandır, sevinçtir, umuttur, dirençtir aynı zamanda.

Nereden başlasak?

Geride bıraktığımız 11 Kasım tarihi, Almanya’nın teslim olmasıyla 1. Dünya Savaşı’nın sona erişinin yıldönümüydü. 28 Kasım tarihi ise Stefan Zweig’ın doğum günü. Buradan başlayalım mesela: Zweig’ın ‘Dünün Dünyası’ adlı anılarından.

Zweig, 1881’de doğan ve 1942’de kendi iradesiyle yaşamına son veren bir edebiyatçı.

Yaşadığı tarih aralığının, oldukça sarsıcı bir aralık olduğu kesin: Bilimsel ve teknik sıçramalar, sanat dallarındaki sıçramalar, elbette jeolojik değil toplumsal-iktisadi- siyasal-kültürel anlamda, dünyanın, “tek bir dünya” haline gelmeye dönük zorlayıcı hareketi bir tarafta; emperyalizm ve iki dünya savaşı, ilk işçi devrimi ve çeşitli ülkelerde işçi devrimi girişimleri, iç savaşlar, işgaller, bağımsızlık savaşları diğer tarafta… Hani Nâzım’ımız diyor ya, “asrım sefil, asrım yüz kızartıcı / asrım cesur, büyük ve kahraman” diye; o hesap.

İşte Zweig’ın kitabı, bu hararetli döneme tanıklık eden bir kitap. Yazarın kullandığı fiiller, daha kitabın başından itibaren duygusal okuyucusunu “eyvahlar olsun…” nidaları eşliğinde okumaya davet ediyor: Vazgeçiş, anlamsızlaşma, mecbur kalma, çöküş, teselli arayışı, darmadağın olma ve benzeri daha birçok fiil… Bu yüksek perdeden giriş, yerini, önemli İngiliz marksist tarihçi Hobsbawm’ın ‘İmparatorluk Çağı – 1875-1914′ kitabında ele aldığı dönemin göreli huzur ortamının tasvirine bırakıyor. İhtilal-i Kebir’den Waterloo’ya, 1848 Devrimleri’ne ve Paris Komünü’nün sonunu getirdiği 1870-71 Franko-Prusya Savaşı’na kadar, savaş-kaos-devrim yorgunu Avrupa, bu dönemde bir kardeşlik ve barış ortamına erişiyor. Zweig’den okuma keyfinden alıkoymayacağım sizi ama şu kadarını söyleyebilirim: Müzisyenler, edebiyatçılar, plastik sanatçılar, tiyatrocular (daha sinema yok),  kendi aralarında ve alımlayıcıları nezdinde, tatlı, serin, zarif, hoş bir atmosferde nefes alıp veriyorlar. Kullandığım sıfatları seçerken küçümseyici bir düşünce yok aklımda, samimiyetle söyleyeyim: Hatta sadece sıfat değil gerçek olmayı hak eden kelimeler bunlar mutlaka. Üstelik Zweig bu ortamı anlatırken, sadece hoşluklardan ibaret tutmuyor anlatısını. Bu göreli barış ve huzur ortamının kurumsallık ve kuralcılığının (imparatorluk çağı demiştik ya hani) gençliği nasıl boğmaya başladığını, nasıl ikiyüzlü bir ahlakçılığa perde olduğunu filan da anlatıyor.

Yaşananların nedenini sorgulamak

Hani bizler, içinde yaşadığımız zaman kesitinden geriye dönüp baktığımızda, “Tarih” değil de “tarih” ile karşılaşıp, “şu tarihte şu oldu”, “şunlarla bunlar ittifak yaptılar”, “şu yazar şu kitabı, bu besteci bu eseri besteledi, filanca akım çıktı”, “şu tarihte falanca kongre yapıldı” türünden, neredeyse bir acayiplikle karşı karşıya kalırız da, bu da bizi genelde tarihten soğutur; Zweig’ın kitabı, yani bir rivayete göre noktayı koyduktan sonra yaşamına son verdiği anıları, işte anlatılan ve artık tarih olan bir dönemi “Tarih” olarak kavrayabilmemiz için aradaki kimi boşlukları dolduran, bağlantıları kurdurmasa da bağlantı kurmaya zemin sunan bir kitap. İşin ilginç yanı, iki dünya savaşını fiilen görmüş ve yaşamış birinin, bir yandan bu iki savaşı karşılaştırarak kimi değerli sonuçlara ulaşırken, diğer taraftan kendisinin de kitapta sorduğu şu soruya yanıt bulamamış oluşu: Peki, çıkmaz denilen savaş, nasıl çıktı? Madem işaretleri vardı, neden uyanılmadı? Neden engellenemedi? “Kitleler” nasıl çılgınlaşıverdi, aydınlar nasıl alet oluverdi?

Yine Engels’e başvursak mı? Kapital’in birinci cildinin Rusça çevirmeni Danielson’a, 1893’te şunları yazıyor: “Tarih bütün tanrıçaların aşağı yukarı en acımasızıdır; yalnızca savaşta değil, ‘barışçı’ ekonomik kalkınma dönemlerinde de  zafer arabasını arkasında ceset yığınları bırakarak sürer. Biz erkekler ve kadınlar,  ne yazık ki, gerçek bir ilerleme için hemen hemen oransız görünen acılar tarafından zorlanmadıkça, cesaretimizi toplamayacak kadar aptalızdır.”

Bunda bir gerçeklik payı olduğu kuşku götürmez. Peki, aptallık demeyelim ama şunu mutlaka ekleyelim: Zweig ve kuşağı edebiyatçıların, sanatçıların, aydınların azımsanmayacak bir kısmı, kültürel yaşamın hoşluğunda o kadar büyük bir esrimeye tutulmuşlardı ki, o kültürün kendisinin var olmak, yaşamak, yeniden- üretilmek için neye ihtiyaç duyduğunu hiç sorgulamamışlardı. Her şey bir yana, Zweig’ın anlatımından, dünyanın dört bir yanından haber akışının oldukça hızlandığını anladığımız o dönemin günlük gazetelerindeki haberler, bağırıyordu: 1895’te İspanya ve ABD’nin Küba kapışması, Çin’de Boksör Ayaklanması, Güney Afrika’da Boer Savaşları, ve nihayet Balkan Savaşları… Kapışma ve savaş artık Avrupa’nın kapısına kadar gelmişti işte. Emperyalizm, nihai ürün olarak, ancak boğazlaşma üretebilirdi! 1913’te Lenin’e, Gorkiy’e “Avusturya ile Rusya arasında bir savaş Batı Avrupa’da devrime çok yarar. Fakat Franz Joseph ile Nikolay’ın bize bu iyiliği yapacağını tasavvur etmek pek mümkün değil” dedirten de bu olmalıydı. Muhtemelen şirketlerin, orduların ve mutlaka marksistlerin gördükleri o  “gelmekte olan”, dünyaya bir tür kültürcülükle bakanlar için “neredeyse yok” idi. Zwieg’ın kitabı, bu açıdan da önemli bir kitap. Kültürün, kültürcülüğün, kültürlülüğün, kendi başına ne kadar zayıf, kırılgan, çözüm üretmekten aciz olduğunun ispatı Zweig’ın kitabı… “İnsanlar birbirini ne kadar iyi tanırsa, entelektüel-sanatsal anlamda ne kadar farklı kültürle temas ederse, düşmanlıklar, savaşlar o kadar ötelenir” türünden aforizmaların altının, ne kadar boş olduğunun göstergesi. Zweig’ın önemseyerek yücelttiği kültürel düzeyin muhatabı kitlelerin nasıl canavarlaştığını, yine bizzat Zweig anlatıyor… Paylaşım, etkileşim, iletişimle ve hele de kültürel-sanatsal üretimle bir sorunumuz yok elbette; umarım böyle anlaşılmamıştır söylediğim. Kendi başına yetmiyor, ona vurgu yapıyorum.

Fırtına habercileri

Yanlış anlaşılmama vurgusunu şu yüzden de yaptım: İmparatorluk çağının son dönemi, aynı zamanda sanatlar alanında insanlık tarihindeki en büyük sıçramalardan birinin yaşandığı bir dönem. Özellikle antik uygarlıklarda gelinen düzeyin ardından, Rönesans-Aydınlanma ikinci bir sıçrama ise, 20. yüzyıl dönümünde ekspresyonizm çatısı altında toplanabilecek yoğunlaşmış çekirdek de, patlayarak ve yol verdiği pek çok akımla bir üçüncü sıçrama, bugünün dünyasını (hem olumlu, hem olumsuz anlamda) şekillendiren unsurlardan biridir.

Bilimsel ve teknik ilerlemeden bahsetmiştim daha önce; mesela nihayetinde sinematograf olarak anılan aygıtın tarihinde, fizyoloji çalışmalarının izi kadar, mitralyöz/makineli tüfekle aşağı yukarı aynı tarihlerde geliştirilen fotoğraf tüfeği denilen aletin izi de vardır. Ama sonuçta sinema, bir teknik süreç ve aygıt olmanın ötesine, 1. Dünya Savaşı’nın hemen öncesinde geçmeye başlamıştı.

İşte Dünya Savaşı’nı okumak için önerdiğim kitaplardan bir diğeri olan Florian İllies’in “1913: Fırtınadan Önce” adlı kitabı da, o yoğunlaşmış çekirdeğin patlayışının bir yılını, ağır çekim bir film izletircesine, detaylara dikkat etmeye olanak verecek şekilde anlatıyor. Kitabın bölümleri, 1913’ün her bir ayının adından oluşuyor. Kimler yok ki? Armstrong’dan Kafka’ya, Yosif Visaryonoviç’ten Picasso’ya, Rilke’den Mann’a, Schönberg’den Dix’e, Kokoschka’ya, Kandinskiy’e, Josip Broz’dan Schiele’ye, Hofmannstahl’dan Musil’e, kendileriyle Tarih’in bütünlüğünü hisseden ve sanatsal ve/veya politik olarak eyleme geçen bir öznelliğin manzaralarını, enteresan tesadüf ve karşılaşmaları, tartışmaları, bugünkü teknoloji ile bile yorucu olabilecek mesafe tanımayışları, iç içeliği, çakışmaları, mercek altına alıyor. Değerli bir gazetecilik çalışması; analitik özelliği ile değil, tamamlayıcı özelliğiyle… Özellikle sanat alanında, yaratıcı bir kuşağın, hangi ortak motivasyonlarla, hangi kopuşlarla ve nasıl bir emekle bu yaratıcılıklarını sergileyebildiklerine, Modernizm denilen akımı nasıl şekillendirdiklerine ilişkin önemli veriler sunuyor. Rosa Luxemburg’un “ya sosyalizm, ya barbarlık” şeklindeki mükemmel soyutlaması ile ortaya koyduğu eşiğin sanatçılarını biraz daha anlamak için…

Modernizmin İdeolojisi

Dünya Savaşı’nı okumak denince, benim açımdan olmazsa olmaz metinlerden biri, Macar marksisti György Lukacs’ın “Çağdaş Gerçekçiliğin Anlamı” kitabı ve özellikle bu kitap içindeki Modernizmin İdeolojisi makalesi. Dünya Savaşı, buraya kadar anlatılanlardan ve bahsedilen yazarların vurgularından da anlaşılacağı üzere, gerçekten dünyanın bugünkü halini de belirleyecek kadar derin bir etki yaptıysa, bu etkinin ne olduğunun ideolojik düzlemdeki araştırmasına kapıyı açıyor Lukacs. Özellikle modernist sanata eleştirel yaklaşımı nedeniyle pek de makbul bulunmayan ve uzunca bir süredir ihmal edildiğini düşündüğüm Lukacs, bu makalesinde, kimilerince fin de siècle / yüzyıl sonu melankolisi olarak anılan o Zweig’ın kullandığı fiilleri anıştıran bir dünya görüşünün, ne anlattığını, nasıl anlattığını, neden öyle anlattığını tartışıyor. Brecht’le yine aynı  çerçevede yaptıkları polemiğin önemini de ortaya koyan çok önemli bir makale bu.

Okumanın sonu ve yaşı yok

Bu ara başlık mecburi finalin kestirme yolu oldu. Dünya Savaşı’nı okumak, evet, bugünü değiştirmek için anlamanın kanallarından biri. Maalesef ve iyi ki, konuyu anlatan bir adet özet kitap, tek broşür, tek makale yok. Okumak, seçmek, paylaşıp tartışmak en verimli yol. Üstelik verili yayıncılık ortamında, özensiz ve tembel işi metinlerle, emek ürünü ve yöntemsel bir değeri olan metinleri ayrıştırmak da kolay değil. Mesela özellikle banka yayınevlerinin yayınladığı şu büyük boy – kalın tarih kitaplarının epeycesi, ya kendi alanlarında “best seller” mantığıyla yazılmış ya da “nötr görünümlü şahin” türünden kitaplar. Seçmeci olmakta fayda var. (Bu yazıda bu coğrafyaya hiç değinmediğimin farkındayım: Bu topraklarda üretilmiş önemli metinler elbette var. Ama belki bir başka yazara ve yazıya.)

Tekrar vurgulamak gerekirse: Burada yalnızca adını andığım Lenin’in ‘Sosyalizm ve Savaş’ kitabı (‘Emperyalizm, Kapitalizmin En Yüksek Aşaması’ ile birlikte), dönemi “içinden” ve siyasi tartışmalarıyla birlikte analiz edip siyasal sonuçlar da çıkaran en önemli kaynaklardan biri. Hobsbawm’ın andığım kitabı ve ‘Aşırılıklar Çağı’ kitabı da öyle. Sürecin başka boyutları ile daha zengin bir okuması ise, siyaset, kuram ve tarih okumalarının yanı sıra, dönemin aydını ve sanatçısına bakan Zweig ve İllies’inki gibi kitapların yanı sıra, elbette edebiyattan geçiyor. Rolland’ın Jean Christophe’u, Musil’in Niteliksiz Adam’ı, Pirandello, Mann ve daha pek çok edebiyatçı, bu döneme ilişkin gerçekten unutulmaz eserler ortaya koyup, bize o zamanlardan sesleniyorlar hâlâ: “Okumakla yetinmeyin, e mi?”

Nereden mi çıkarıyorum?

Şu “tarihin, bize, tarihten ders alınmadığını gösterdiğini” söyleyen Hegel’den duydum ve şöyle bağlıyordu o cümlelerini: “Her bir dönem, her bir halk, öyle kendine özgü koşullar içindedir, öyle münferit bir durum gösterir ki, ancak o durumun içinde o duruma göre karar verilmesi gerekir ve ancak böyle karar verilebilir (…). Olayların kalabalığı içinde, genel bir ilke, geçmişteki benzer koşulları anımsama, yetmez; çünkü böyle solgun bir anı, şimdinin fırtınası içinde güçsüzdür, özgürce yaşanan zamana karşı koyamaz.”

Demek ki, sadece okuma değil, zamana karşı koyma zamanı!

*https://issuu.com/azizm/docs/azizmsanatedergiaralik2014

Bunu paylaş: