Söyleşi: Cüneyt Cebenoyan

Söyleşi: Cüneyt Cebenoyan

 

Sinema tarihimize ve sinematografik anlatımıza odaklandığımız dosyamızda bir dönemin kült dergisi Roll‘un yazarlarından, SİYAD üyesi eleştirmen Cüneyt Cebenoyan sorularımızı yönelttik. İyi okumalar…

Altın Portakal’la birlikte tartışmalı bir festival sürecini geride bıraktık. Sansür olayını ve sinema dünyamızın olaya yaklaşımını nasıl değerlendirmek gerek?

Bir festival yönetiminin yapması gereken filmleri estetik kriterlere göre değerlendirip yarışmaya almak ya da almamaktır. Estetik kriterlerden geçen bir film yarışmaya alınır. Filmlerin içinde küfür ve şiddet bulunabilir. Mesele bunların nasıl yer aldığıdır. Filmin tavrıdır mühim olan. Antalya’da filmin tavrı değil, başka birisinin keyfi ön plana alınmış.

Belgeselciler ve kurmacacılar farklı tavırlar aldılar. İki grup da anlaşılır gerekçelerle, kaygılarla hareket ettiler. Saygı duymak dışında bana söyleyecek bir şey düşmez. Yine de belgeselciler filmlerini gösterseydiler ama beğenmedikleri açıklamalara, filmlerini çekmek yerine aynı şekilde, yani bir açıklamayla cevap verseydiler, bence daha iyi olurdu. Filmler gösterilmiş, festivale geri adım attırılmış olurdu diye düşünüyorum.

Festivalden devam edecek olursak, ödül töreninde Ertem Göreç, yıllardır  fısıltıyla geçiştirilen bir tepkiyi gündeme getirdi; Türk sineması mı Türkiye sineması  mı?  Ekleme  yaparsak  Türkiyeli  sinema  mı? Adlandırma tartışması konusunda ne düşünüyorsunuz?

Ya o ya da bu olmak zorunda mı? Hem o hem de bu olamaz mı? Ben ikisini de kullanıyorum. Bazen Türk sineması bazen Türkiye sineması. Ve bunun iyi de olduğunu düşünüyorum. Tutup da Vesikalı Yarim’e Türkiye sinemasının bir örneği demek, dilime ters geliyor; Fırtına/Bahoz’a Türk filmi demek nasıl ters geliyorsa.

Yüz yılı deviren bir sinema birikiminden söz ediliyor, siz bu tarihlendirmeye katılıyor musunuz?

Hayır. Bu gerçekten de Türkçü bir kafanın ürünü olan bir tarihlendirme. Manaki kardeşlerle Fuat Uzkınay aynı devletin tebasıydılar. Manaki kardeşler daha önce film çektiler. Eğer Türkiye Osmanlı’nın mirasını devraldıysa, Manaki kardeşleri de devralmıştır. Yani “Türkiye sineması” daha önce başlamıştır. Kaldı ki Uzkınay’ın filmi ortada yok, Manakilerinki var. Ama asıl sinema serüvenimizin 1950’lili yıllarda başladığı da söylenebilir.

Sizce sinema tarihimizin ilerici anlamda en önemli durakları nelerdir?

“İlerici anlam”la ne kastettiğimiz konusunda uzlaşmak lazım önce. Ama daha mühimi: Sinema tarihim güçlü değil. Şimdi Bataklı Damın Kızı Aysel desem, filmi hatırlamıyorum ki. Vesikalı Yarim, Susuz Yaz, Umut, Sürü, Masumiyet, Köksüz, Rıza ve hatta Vavien bence farklı nitelikleriyle ilerici filmlerdi. Başkaları da var muhakkak.

Ulusal Sinema kavramına nasıl yaklaşmalıyız? Ulusal bir sinematografi için Metin Erksan’dan Derviş Zaim’e uzanan denemeleri nasıl değerlendiriyorsunuz?

Nasıl yaklaşmalı bilmiyorum açıkçası. Genel bir ilke olabileceğini düşünmüyorum. Ulusal sinema diye bir şey olmalı mı? Yani ulusal bir dil, bir üslup? Bence olmalı diyemeyiz. Her sanatçı kendi hamuru doğrultusunda bir şeyler yapar. Derviş Zaim’in çabalarını takdir ediyorum ama oradan çıkan, gelişen bir şey yok. Ulusal kültür misal, sözel anlatıma ağırlık veriyorsa, bu durum İran sinemasında olduğu gibi yoğun diyaloglar içeren filmlere yol açabilir. Ama İran sineması böyle olmalıdır diyemeyiz. Metin Erksan tabii çok başarılı filmlere imza attı. Bunların ne kadar ulusal bir dille yapıldığı ise tartışılır.

Nuri Bilge Ceylan’ın öncülediği yeni kuşak sinemamızda belirgin olan modernist anlatıda Romanya ile birlikte etkin bir konumda olduğumuzu düşünüyoruz. Buna karşın söz konusu biçime karşı çok büyük bir tepki var eleştirmenler, seyirciler  ve öğrenciler nezdinde. Sizin düşünceniz nedir?

Nuri Bilge Ceylan sineması olduğu yerde durmuyor, evriliyor. Yeni kuşak sinemamız içinde aynı şeyi söylemek mümkün sanırım. Bir Türkiye sineması biçiminden söz edebileceğimizden emin değilim. Şu tabii ki söylenebilir: Yavaş ve minimalist üslup bir döneme damgasını vurdu. NBC, Tayfun Pirselimoğlu, Semih Kaplanoğlu, Aslı Özge bu uslupta filmler yaptılar. Ama sanırım bunun sonu geliyor yavaş yavaş. Bu arayışın ahlaki, ideolojik, psikolojik vb. nedenleri vardı. Sadece Türkiye’de olan bir şey de değildi. Hollywood’un hızlı, düşünmeye vakit bıraktırmayan sinemasına bir tepki de içeriyordu. Ama kitlelere hitap edemedi. Yavaş sinemadan ben de çok haz etmiyorum. Gezi’den sonra sinemamızın aynı kalacağını sanmıyorum.

Ülkemizde eleştirmenlik belki de en çok eleştirilen mesleklerden biri. Özellikle sinema yazınında büyük çoğunluk eleştiri kurumunun yetersizliğinden söz ediyor. Buna katılıyor musunuz? Sorunların kaynağı nerede aranmalı?

Ülkemizde sinema üzerine düşünen ve yazan çok sayıda yüksek nitelikli insan var. Eksik olan bu insanları istihdam edecek medyanın olmayışı. Yeterince yüksek bir tüketici talebi de yok. Sorunların kaynağı elştirmenlerden çok piyasanın kepazeliğinde.

Sinemaya verilen desteği, getirilen sansürü, ortaya koyulan ürünleri göz önüne alırsak sizce sinemamızı nasıl bir gelecek bekliyor?

Daha zor olacağını düşünüyorum her şeyin: İyi film yapmanın, o filmi gösterime sokmanın, festivallerde yer almanın…

Son olarak, ülkemizdeki sinema eğitiminden de bahsetmek istiyoruz. İletişim fakülteleri günümüzde neredeyse tüm üniversitelerin bünyesinde barındırdığı birimler haline gelmiş durumda. “Radyo, Televizyon ve Sinema” bölümünü de içinde barındıran iletişim fakültelerinde sizce sinema eğitimi yeterli konumda mı, yoksa sinema büsbütün ayrılıp başka bir alana mı kaydırılmalı? Bununla beraber özellikle film setlerinde baş gösteren “alaylı – diplomalı” karşıtlığını çözebilmek için sizce sinema eğitiminde pratiğe mi ağırlık verilmeli, yoksa kuram mı okutulmalı?

Bu soru benim bildiğim bir alandan değil. Çeşitli defalar sinema okumaya kalktım. Kendimi beğendiremedim. Herhalde çok yüksek nitelikleri olan bir sinema eğitimimiz var. Böyle kalsın o zaman.

Selin Süar

*https://issuu.com/azizm/docs/azizmsanatedergikasim2014

Bunu paylaş: