Kakafoni – Ayşıl Susuzlu

Kakafoni* 

 

Adam 1 hafta önce izlediği filmle birlikte cümlelerindeki ünlemleri sıklaştırmayı arzu eder olmuştu. Bağırarak konuşuyor, hiç izlenmiyormuşçasına gülüyordu. Sağdaki köpek dişinin lüzumsuz iriliği artık mesele değildi. Yerinde sarsılarak sessizce gülen kadınlar ilgisini çekmiyordu. Hele bir tanesi gülerken elini dehşetle ağzına götürmüştü. Bu en kötüsüydü. Bu ona ilkokul öğretmenini anımsatıyordu. Bu denizin mavisine burnunu tıkayarak dalmak gibiydi, ödlekçeydi. Refleksler özgür olmalıydı, biraz iffetsiz, biraz oynar başlıklı… Erotik olan hadsiz olandı.  Hadsiz olmak çirkin olmaktı biraz. Çirkin kadınları özlemişti; saltıklıkla yıkanmış, 2 alana 1 bedavayı vaad eden kadınları. An itibariyle kulak çepherleri hayalet kadınların nefesiyle ıslanıyor, kasıklarına doğru karıncalar yürüyordu. Sol dizi titriyordu. İşe yeni giren kızın kahküllü yüzü gözlerine değmişti aniden. Avuçlarının içi ısınıyordu. Adam aniden bakışlarını başka gövdelerden pis koridordaki kararsız ayaklara çevirdi. Biraz utandığını hissettirmek istiyordu sanki. Gaddarca kapanan kapıların sesiyle kahküller de yerdeki telaşa katıldı.

Ve adam inmesi gereken durağı kaçırdı. Dalgınlığını telafi etmek için çok yorgun hissediyordu. Hem son durağın insanlarının neye benzediğini hiçbir zaman keşfetmemişti. Uyuyakalan yolcular o durakta kendiliğinden mi uyanacaklardı yoksa o mu kollarını dürtecekti bilmiyordu. Bunu öğrenmek için sevimli bir gündü. Acaba hava kararmaya başlamış mıydı? Sonbaharın tahmin edilmezliğine yer altından gülümsedi. Dudaklarını aralayıp ”Good morning Vietnam” dedi. Yarı çekingen gülümsemesiyle etraftaki reklam panolarında gezindi. Başkalarının onu duymadığını anladığında biraz neşesi kaçtı.

Son durağa, saymaya üşeneceği kadar çok sayıda durak vardı. Yaklaşık bir yıldır da herhangi bir değişiklik yapmadığı müzik listesi kulağında ağırlık yapıyordu. Yeni bir fantazmaya ihtiyacı vardı. Ve birden kahküllü kızı istemediğini farketti; kız o tanıdığı mükemmelliyetçilerden biri gibiydi. Keyfinin geri kalanını da ortamda  artan çeşitli vücut kokularına teslim etmek istemiyordu, bu sefer kararlıydı. Kararlılığı hoşuna gitti. Ve bir anda aklına bir his düştü, kalbi de eşlik etti. ”Sanırım aşık oluyorum” dedi. Nesnesi olmayan bir aşktı bu. Çocuk gibi sevindi. Ansızın sol yamacına kumral, ufak tefek bir kız geldi. Elbisesi dizinin üstüne dökülen, nar kırmızısı güzel bir surattı kız. Adam birkaç kez arka arkaya yutkundu. Sonra kıza doğru biraz eğildi, gözlerini kıstı ve kulağına ”Seni çok özledim desem bana inanır mısın?” diye kalın bir sesle fısıldadı. Kız yüzünü usulca adama doğru çevirirken nereden geldiği belli olmayan bir yolcu gitarıyla adamın alnına sürtündü. Kız yok oldu. Adam ise tanımlanamayan yolcunun arkasından ”Hadi git öylece!  Hayallerimi de al git!” diye bağırdı. Kimse onu duymadı.

Adam isteksizce pazartesi başlanan diyetler gibi bayağı olmasından korktuğu bir umutsuzluğa sürüklendi. Zihni hızlanıyordu. ”Biraz önce aşık bir adamdın, şimdi bir hiçsin! Vay anasını!” dedi. Burnundan soluyordu. Yanlızca mutlu olmayı denediği her fırsat bir parçasının ölmesiyle neticeleniyordu. Bir kere de zıtlığıyla var olmayan bir duygu yapışsaydı ya yakasına. Hürriyeti nokta koyduğu her  cümlesinde biraz daha kan kaybediyordu sanki. Şans bu ya imdadına eski bir dostu olan Venturi yetişti; ”Less is a Bore” diyerek adamın kollarını üç noktalı düşlere uzanması için ileriye savurdu. İlk denemesinde noktalara erişemedi. Adam aksine çarprazında duran ayak topukları fena halde ihmal edilmiş kadının sırtına dokundu. Kadın gövdesindeki dokunuşları farketmeyecek kadar kendini endişeleriyle aldatıyordu.

Ee    Hangi    son    durak    keşfi?    Hangi    sevilesi    kızlar?    Hangi     fantazmalar?

”Düşünme oğlum hadi düşünme, akışta kal” ve benzeri telkinler sıraya girdi adamın kafasında. Şimdiye kadar sokma akıl kelime öbeklerinin pek bir faydasını görmemişti. Hızla kendinden vazgeçti. Şişman bir ergenin zorlukla terk ettiği yere usulca oturdu. Sıcaktı, çok sıcak. Belki biraz serinler diye başkasından kaçamak bakışlarla biraz sempati talep etti. Talebi iki durak arasında reddedildi. Adam sıkılmaya başlamıştı. Yer altında interneti de çekmiyordu. Candy Crush oynamayı da bilmiyordu. Hangi durakta olduğuna bakmadan kendini kapıya zor attı. Eşikte anlık bir yaz rüzgarını saçında duyumsadı. Duraksadı. O esnada arkasından  aceleyle gelen yolcu onu iterek kendine yol açmaya çalışıyordu. Adamın omuzları düştü. Yalancı rüzgar da onu gülümsetmeye yetmemişti.

Yeryüzüyle buluşmaya ramak kalmıştı ki yolun karşısındaki hüzünlü Starbucks’ı gördü adam. ”Belki özensiz bir Americano alırım” diye aklından geçirdi. Sağ cebindeki bozuk paraların çıkardığı sese bakılırsa kahve almalık parası hazırdı. Birden aklına -ressam olduğunu iddia eden- mezarcı Cevat abi geldi. Mezarlara ‘kabir’ demeyi tercih eden bu abi yolun karşısındaki Starbucks gibiydi. Benzerlerinden daha öteki ve kesinlikle daha bakımsızdı. Cevat abiyle Starbucks’ın kesiştiği yerde – arı ve çiğ ihtiyaçların ortasında dururken adamın telefonu çaldı. Eski kız arkadaşı arıyordu. Adam kısa bir an telefonun ekranına baktı. Aramaya yanıt vermeyecekti, çok meşguldü. Etrafındaki söylenmeyenleri dinlemeye çalışıyordu. Gözleri kapalı, sırtı Starbucks’ın girişine dayalıydı. Rüzgar sonbahar yağmurunu muştuluyordu. ”Gerçekle de mutlu olunuyormuş ya” dedi adam sırıtarak. Yabancıların sessizliğiyle Starbucks’ın müziği mutlu bir kakafoniye dönüşüp, dans ediyorlardı. Adam yeni gelin edasıyla kahve siparişini verdi, biraz çekingen ve pek de coşkulu.

*https://issuu.com/azizm/docs/azizmsanatedergiekim2014

Bunu paylaş: