Söyleşi: Tunca Arslan

Söyleşi: Tunca Arslan*

“Faşizm ve sanat” dosyasını tasarlarken söyleşi bölümünde, örgütümüzün öncelik verdiği 7. sanattan bir aydına yer vermeyi hedeflemiştik. Kuramsal birikim ile günceli, sinematografik bir okumayla bir araya getirerek sinema yazınına katkı sağlayan bir isim ararken, gerek haftalık Arka Pencere’de gerekse Aydınlık Gazetesi’nin Kitap Eki’nde yazılarını okuduğumuz Sinema Yazarları Derneği başkanı Tunca Arslan’ın adı öne çıktı. Eğitimlerimizde öğrencilerimize izlettiğimiz, Sovyet sinemasının eşsiz külliyatının DVD setinde Eisenstein’dan Vertov’a, tüm büyük ustaları anlatımından değerli ve önemli bilgileri aktaran Tunca Arslan’a, yoğun gündemine karşın söyleşi talebimizi reddetmeyerek ufuk açıcı yanıtlarıyla dosyamıza derinlik kattığı için bir kez daha teşekkür ediyoruz. İyi okumalar…

Sinema ve faşizm ilişkisi söz konusu olduğunda ilk akla gelen imajlar Nazi dönemi propaganda filmlerine ve İkinci Dünya Savaşı’nın bitiminden günümüze kadar süregelen Nazi karşıtlığı içeren filmlere ait görüntüler oluyor. Bizce bu ilişki daha köklü. Faşizmin sinemayla ve sinemanın  faşizmle etkileşimi sizce hangi boyuttadır?

Öncelikle belirtmek istediğim bir nokta var. Dimitrov’un, üzerinde genel olarak uzlaşılan sözleriyle “Finans kapitalin en gerici, en şoven ve her anlamda en saldırgan kesimlerinin açık diktatörlüğü” şeklinde tanımlanan faşizm, tarih sahnesine 1920’lerin başında İtalya’da Mussolini’yle çıkıyor. Nazizm,  yani Alman faşizmi de aynı dönemde pratik ve teorik hamlelerini gerçekleştiriyor. Öncesindeki feodal-baskıcı-totaliter-tiranik-sömürgeci rejimlerin de faşizm olarak adlandırılmasını yanlış buluyorum. Yani, finans-kapitalin öncesinde “faşizm”den söz edilemez. Bunu, günümüzde olur olmaz her totaliter rejime ve her otorite biçimine “faşizm” denilmeye başlandığı için özellikle vurgulamak ihtiyacı duydum.

1920’ler ve devamında faşizmin Avrupa’da yayılmaya başladığı yıllar, sinemanın da bir sanat olarak kendini kabul ettirdiği, kitleler üzerindeki gücünü kanıtladığı, propaganda etkisinin kavrandığı döneme karşılık geliyor. Örneğin Mussolini “Sinema en güçlü silahtır” derken, SSCB’nin sinema alanında kazandığı başarının, tüm dünya sinemasını etkileyen çalışmaların son derece farkında. İtalya 1926’dan itibaren özellikle belgesel film üretiminde yoğunlaşıyor ve görevlendirilen sinemacıların bazılarının, örneğin Alessandro Blasetti’nin bir Pudovkin hayranı olması pek şaşırtıcı değil. Benzer sayılabilecek süreçler, gecikmeli olarak Hitler tarafından Almanya’da, Franko tarafından İspanya’da da tekrarlanıyor ama bazı tekil örnekler haricinde faşizmin sinema alanında gerçek başarılar kazandığı söylenemez. Almanya’da işin başında bizzat Goebbels var ama nicel yönden kimi adımlar atılmakla birlikte nitelik açısından fazla yol alınamıyor, ülke içine dönük propaganda çalışmasıyla sınırlı kalınıyor. Yüzlerce önemli sinema insanının ülkelerinden ayrılmak zorunda kalmasının da etkisiyle sinemanın faşizm açısından “güçlü bir silah” haline gelemediği kanısındayım.

Faşist bir sinema estetiğinden söz edilebilir mi? Sinematografik açıdan “faşist sinema” kodları nelerdir?

Sinema tarihine ideolojilerden uzak bir araştırmacı nesnelliğiyle bakıldığında da “faşist estetik”ten bahsetmek çok zor. Elbette ki başkaları da var ama bugün akla yalnızca Leni Riefenstahl filmlerinin gelmesi bile faşizmin sinema alanındaki  başarısızlığının  kanıtıdır.  Faşizmin  sanatla  ilişkisi,  geçmişin “altın çağları”nın yeniden yorumuna ve klasik eserlerin yeniden üretimine dayandığı için, diyelim ki müzikte gösterilen göreceli başarının sinemada yaşanması pek mümkün değildi. Çünkü sinema zaten çok genç bir sanattı ve göz atılacak 20–25 yıllık geçmişte de çoğunlukla komünistlerin ve Yahudilerin imzası vardı.

Bilinen bazı örneklere bakıldığında, sinematografik açıdan “faşist sinema”nın belli başlı kodlarının, liderlik kültü, negatif milliyetçilik, ırkçılık, güce ve silaha tapınma, erkek egemenliği ve ulusu zehirleyen her türlü unsurun karşısında kurtarıcılık misyonu olarak sıralanabileceğini düşünüyorum.

Faşizm karşıtı filmler olarak sunulan yapıtlar, bu karşıtlığı ideolojik açıdan içeriğe ve sinematografik açıdan biçime ne ölçüde yansıtabilmektedirler? Bu noktalarda öne çıkan yaratıcılar ve yapıtlar hangileridir?

Hollywood’un, İkinci Dünya Savaşı’nda faşizmin yenilgiye uğratılmasını tümüyle Amerikan ordusuna mal eden yapımlarını ya da sonrasında İsrail’in devlet terörünü meşrulaştırmak için çekilen, “Öyle acılar yaşadık ki şimdi ne yapsak hakkımız” diyen ikiyüzlü filmleri bir kenara koyarsak; biçim-içerik uyumunun yakalandığı, çok geniş ve zengin bir anti-faşist sinema birikimi çıkıyor karşımıza. Sergei Eisenstein’ın “Aleksandr Nevski”sinden (1938) Tarkovski’nin “Ivan’ın Çocukluğu”na (1962) ya da Elem Klimov’un “Gel ve Gör”üne (1985),  Pasolini’nin “Salo…”sundan (1975) Istvan Szabo’nun “Mefisto”suna (1981), Carlos Saura’nın “Ay Carmela”sına (1990) kadar açılan yelpazede, gerçek başyapıtlardan söz edilebilir.

Nazi sonrası sinemaya baktığımızda biçimsel açıdan faşist estetiğe sahip yapıtlar var mıdır? Faşist estetiğin yakın dönem dünya sineması üzerindeki etkileri nelerdir?

Günümüzün Hitlerleri, Mussolinileri, Frankoları, Washington’daki  Beyaz Saray’da oturmaktadır. Faşist sinemanın üretim yeri de bir bölümüyle Hollywood’dur. Hollywood’un, geçmişte de günümüzde de çok sayıda anti- faşist, sistem karşıtı, ABD emperyalizmine karşı çıkan onurlu sanatçının adının zikredilebileceği bir yer olduğuna kuşku yok. Ancak Rusları, Çinlileri, Vietnamlıları, Kübalıları, Kuzey Korelileri, Arapları aşağılayan, düşmanlaştıran, ötekileştiren ve karşılığında da ABD’yi demokrasi şampiyonu gösterip kahramanlaştıran    filmlerin    de    dünyaya    buradan    yayıldığı    gerçeği   var. 1970’lerden itibaren sinemada faşist algı bu filmlerle pompalanıyor ve ne yazık ki belli bir başarı sağlanıyor.

Yakın tarihine bakıldığında 40’ların ortalarından günümüze dek sivil ve/veya askeri faşizmin yıkıcılığını yaşayan ülkemizin sinema tarihinde faşizm-sinema etkileşiminin arttığı herhangi bir dönem var mıdır?

Ali Özuyar’ın “Faşizmin Etkisinde Türkiye’de Sinema, 1939-1945” (Doruk Yay., 2011) kitabı bu konuda yapılmış önemli ve hayli kapsamlı bir çalışmadır. Özuyar, özellikle İkinci Dünya Savaşı sırasında Almanların ülkemizdeki propaganda çalışmalarının sinema boyutu hakkında ilginç bilgiler aktarıyor. Sorunuz açısından altı çizilebilecek dönem, savaş yıllarıdır. Sonrasında “faşizm propagandası” açısından sinemaya ağırlık verilen bir dönemden söz etmek pek mümkün değil.

Egemenlerin sinemayla ilişkisinin sansür boyutundan öteye geçmediği ülkemizde AKP döneminin önceki dönemlere göre sinemaya yaklaşım açısından bir farklılık taşıdığından ve “2. cumhuriyetin sineması”na dair bir süreçten söz edilebilir mi?

Öncesinden de bazı örnekler verilebilecek olmakla birlikte özellikle AKP hükümetleri döneminde “İkinci Cumhuriyet” anlayışına uygun, Cumhuriyet tarihine, Kürt sorununa, laikliğe, 12 Eylül’e ve genel olarak tarihimizdeki devrimci geleneğe son derece çarpık yaklaşan çok sayıda film yapıldığı açık. Öte yandan, diyelim ki Kurtuluş Savaşı’na ya da Çanakkale Savaşı’na “vatan savunması” açısından yaklaşmaya çalışan bazı filmlere yönelik olarak da kolayca “milliyetçi-şoven” damgası vurulmak istendi, Cumhuriyet’e sahip çıkan, “Katil Türkler” edebiyatı yapmayan filmler “ırkçılık”la suçlandı. İslamcı-gericilik ile liberal çevrelerin önü çeşitli fonlarla, desteklerle açıldı. “Tarihimizle yüzleşmek” adı altında Cumhuriyet’in soykırımla kurulduğu propagandası gerçekleştirildi, gerçekleştirilmekte. Ortada köşeleri belli net bir “İkinci Cumhuriyet Sineması” yoksa da bu yönde yoğunlaşma yaşandığı söylenebilir. Ama buna rağmen, 10 yıllık AKP iktidarı süresinde İslami sinemanın içinde bulunduğu çıkmazdan bir türlü kurtulamadığı, kendine özgü bir sinema dili ve estetik anlayış yaratamadığı da görülüyor.

Türkiye’de sinema yazarlığının ve yayıncılığının geldiği noktayı nasıl değerlendiriyorsunuz? Yönetmen, eleştirmen ve izleyici arasındaki soğuklukta olumlu yönde bir dönüşüm görüyor musunuz?

Türkiye’de 50 yılı aşan bir sinema yazarlığı geleneği var ve sinema yazarları bugün de “sinemanın vicdanı” olma niteliğini koruyorlar. Sinema yazarları- eleştirmenler, iletişim kanallarının bu denli genişlediği, eleştiri özgürlüğüyle birlikte manipülasyon ve her türlü yönlendirmenin de kolayca devreye girebildiği koşullarda az sayıdaki yönetmenle birlikte sinemanın sanat olma özelliğinin neredeyse biricik savunucusu konumundalar. Ülkemizdeki sinema yazarlığı geleneğinin ve eleştiri kalitesinin, dünyayla karşılaştırıldığında üst düzeyde olduğunu, Türkiyeli eleştirmenlerin sinemanın dününü ve bugünü konusunda diğer ülkelerdeki meslektaşlarının genelinden önde bulunduğu görüşündeyim. Dünya genelinden geride kaldığımız nokta, internet yayıncılığı ve sinema blogları açısından dikkat çekiyor ki bu alanda henüz özgün bir çizgi yakalanamadığını, çok büyük oranda kes-yapıştır’ın ve çalakalem yorumların ötesine geçilemediğini, bu fırsatın henüz değerlendirilemediğini söyleyebilirim.

Günümüzde ulusa ait değerlerin ‘faşizmi’ temsil ettiği gerekçesiyle bazı kesimlerce ayaklar altına alınması söz konusu. Ancak ulusal sinemasını bulabilmiş ülkelerin örneklerine bakıldığında kendi uluslarına ait sosyal, kültürel ve siyasal değerlerin sinematografik açıdan temsil edildiği yapıtlar görmekteyiz. Size göre ulusal sinema, faşist bir sinemayla aynı anlama mı gelmektedir?

Bir ülke sinemasının ulusal özelliklere sahip olmasını önermek ve savunmak ile faşizm arasında herhangi bir bağ kurmak, eğer doğrudan doğruya cehaletten kaynaklanmıyorsa, okurlarınız deyimimi bağışlasın, ya dangalaklıktır ya ajan faaliyetidir. Emperyalizm çağının sürdüğü koşullarda, kuşkusuz ki “En yüce  millet Türk milletidir”, “Türk’ün Türk’ten başka dostu yoktur” söylemini kast etmiyorum, ulusal değerlere sahip çıkmadan, bağımsızlığı savunmadan, yurtsever olmadan anti-faşist ve anti-kapitalist olmanın olanağı da yararı da yoktur. Türk olmaktan utandırılır hale gelmiş biri, en fazla sömürge aydını olabilir. Bu konuda kafası karışık olanlara, en azından adını duymuş olabileceklerini tahmin ettiğim Marksist düşünür Fredric Jameson’ı okumalarını öneririm. Bugün Emek Sineması’na, Gezi Parkı’na kadar dayanan küreselleşme saldırısının  ve  kültürel  barbarlığın  karşısında  “ulusal  sinemalar”ın  en  önemli direniş noktalarından biri olduğunu, Türk sinemasının da bu konuda çok önemli avantajları bulunduğunu yıllar önce dile getirmişti Jameson. Benzer durumun Çin ve İran sinemaları için de geçerli olduğunu da ekleyeyim.

Sinema dili açısından özgün bir yapı oluşturmuş bir ülke sinemamız yok. Azizm olarak, artı ve eksiler doğuran bu durumun nedenlerinin başında akademi ve piyasa arasındaki bağın kurulamamasını görüyoruz. “Ulusal sinema” kavramı ve bizim gerekçe olarak gördüğümüz olgu hakkında sizin görüşleriniz  nelerdir?

“Ulusal Sinema” kavramını, 1970’lerde Halit Refiğ ve arkadaşlarının özellikle Sinematekçilere karşı yürüttükleri tartışmada öne sürdükleri çerçeveden farklı olarak kullanmaktan yanayım. Zaten bugün, o dönemin Ulusal Sinemacı’larının da Sinematek çevresinin de çok geniş bir ortak paydada buluştuğunu düşünüyorum. Tıpkı 1980 öncesinde “Sanat toplum için yapılır” diyenler ile “Sanat, sanat için yapılır” diyenlerin sonradan aynı noktalarda buluşup “Sanat para için yapılır” diyenlere tavır alması gibi bir süreç yaşandı.

Öte yandan, evet, vurgu yaptığınız bağ eksikliği de açıkça görülüyor ve “akademi”nin bunda sorumluluğu söz konusu. Yılmaz Güney’in “tek kişilik” bir çizgi oluşturmasının ötesinde sinemamızda hiçbir akımın çıkmamasının ve sağlam bir manifesto ortaya konamamasının ardında da büyük oranda “akademik zayıflığın” olduğunu söyleyebilirim.

Onur Keşaplı

*https://issuu.com/azizm/docs/edergieylul2013

Bunu paylaş: