Sinema ve Erkeklik 3: İşçi Sınıfı Maço mu? – Can Önen

Sinema ve Erkeklik 3: İşçi Sınıfı Maço mu?* 

Sinemanın, insanlık tarihinde heyecan verici bir icat olmanın ötesine geçip bir eğlence aracı olarak popüler kültürün önemli bir parçası haline gelmesiyle birlikte giderek tarihin önemli kırılma anlarını yansıtan, geriye dönüp önemli toplumsal olay, dönüşüm ve süreçlerin yeniden okunmasının hatta yeniden üretilmesinin de aracı olan bir içerik kazandığı söylenebilir.

Sinema ve politika arasındaki ilişkinin doğrudanlığı oldukça tartışmalı olsa da, verili bir tarihsellikte topluma egemen olan ideolojik konfigürasyonun, özellikle dönemin popüler sinemasına rengini çalmaya devam ettiği hemen herkesin üzerinde mutabık olduğu bir olgudur. Klasik anlatı sineması veya popüler sinema, hangi ulus incelenirse incelensin verili bir tarihsel bağlamı, o ulusun hakim siyasi yönelimlerini, bu yönelimlerin toplumu ikna etmek istedikleri belli konuları, toplumun kendisiyle arasına mesafe koyması istenen şeyleri, verili tarihselliği önceleyen bazı süreçleri dönemin hakim tonuna göre yeniden üreten bir söylem tutturarak ele alır ve kendi süzgecinden geçirir.

  1. yüzyılın ikinci yarısında dünyadaki gelişmelere damgasını soğuk savaş, özellikle 1980’lerle birlikte önemli bir kırılma yaşadı. Bu kırılmayı önceleyen, özellikle 1970’li yıllarda rüzgarın soldan estiği sırada, hem dünya kapitalist sisteminin merkez ülkelerindeki muhalif hareketler (özellikle feminist hareket ve işçi hareketi) egemenlere karşı çeşitli kazanımlar elde etmişler, hem de soğuk savaşın taraflarından kapitalist Batı, diğer kutba karşı giriştiği bazı dış politika hamlelerinde (Vietnam) ciddi başarısızlıklarla karşılaşmış, 1980’li yıllara doğru ciddi bir toplumsal meşruiyet krizi yaşamaya başlamıştı. 1980’li yıllar, kapitalist bloğun ABD’de Ronald Reagan, Birleşik Krallık’ta  ise  Margaret  Tatcher  önderliğinde,  diğer  kutup  karşısında  dış politikada kaybedilen üstünlüğü geri kazanma, iç siyasette ise muhalif toplumsal hareketlerin elde ettikleri kazanımları geri püskürtecek hamleler yapma ve ekonomide sermayenin hem iç pazar hem de uluslararası pazarda önündeki engelleri kaldırıp  tam bir hareket serbestisi kazandıracak adımların atılmaya başlanacağı bir dönemdi. Çabaların istenen sonuçları vermesi uzun sürmedi. ABD’de kadın hareketine dönük muazzam bir düşmanlık hortlarken, İngiltere’de işçi sınıfının toplumsal ağırlığı ve örgütlü gücü dejenerasyona maruz bırakıldı, dış politikada ise, sosyalist blok önce pasif bir profil sergilemeye başladı, sonrada Gorbaçov’un Perestroyka ve Glasnost  gibi açılımlarıyla birlikte kapitalist dünya karşısında muazzam ödünler verildi ve sonunda blok 1989’da Berlin duvarının yıkılmasından kısa bir süre sonra 1991’de Sovyet Sosyalist Cumhuriyetler Birliği’nin (SSCB) dağılmasıyla resmen çözüldü.

İngiltere ve ABD’de 1980’lerde başlayan neo-liberalizasyon süreci, Rusya’da ancak SSCB’nin dağılması ve dünya kapitalist sistemine entegre olma çabalarının başlamasıyla 1990’lı yıllarda etkisini hissettirmeye başladı. Bu bakımdan yukarıda çizilen çerçeve ve tarihsel bağlam, rakamsal olarak farklı tarihlere rastlasa da, özü itibarıyla her üç ülkede de benzer bir yönelime işaret ediyor.

Sinema ve erkeklik yazı dizimizin bu aşamasından itibaren, yukarıda sözü edilen yönelimin, Amerikan, İngiliz ve Rus ulusal sinemalarından örneklerle, temsil edilen ‘erkeklikler’ üzerinden izi sürülmeye, başka bir deyişle bu yönelimin yarattığı popüler kültürel ortamda ana akım sinemada ‘erkeklik’ temsili açısından nasıl sinemasal tercihlere gidildiği araştırılacak.

Bu sayıda, İngiliz sinemasında toplumsal gerçekçi sinema örneklerinde sıkça ele alınan işçi sınıfı temsilinin, Tatcher dönemi sonrası atmosferde yapılan filmlerde nasıl bir bağlamda ele alınmaya başlandığı, işçi sınıfının yüceltildiği, idealize edildiği örneklerden, bu sınıfa doğan çocukların hem bu sınıfsal çerçeveye, hem de paternal otoriteye başkaldırdığı ve sınıfsal kurtuluşun yerini bireysel kurtuluşa bıraktığı örnekler üzerinde duracağız. Bu bağlamda özellikle “Billy Elliot” filmine  odaklanılacak.

‘Maço’ sınıftan bireysel kurtuluş: Billy Elliot

1980’li yıllarda ABD’de Reagan Başkanlığıyla iktidar haline gelen neo-muhafazakar politik doğrultunun bir benzeri, Margaret Thatcher iktidarıyla İngiltere’de etkili olmaya başladı. İngiltere 2. Dünya savaşının sona ermesiyle birlikte kapitalist dünyanın liderliğini ABD’ye bırakmakla kalmayıp, 20. yüzyılın geri kalanında politik açıdan, 1970’lerin sonunda Avrupa Birliği’ne katılsa da hep ABD’yi izledi. Bununla birlikte, politik açıdan 1980’lerdeki dönüm noktası arasında bir paralellikten söz konusu olsa da, sürecin iki ülkenin sinemaları üzerindeki etkisinin tam olarak aynı olduğundan söz etmek mümkün değil. Sürecin Amerikan popüler sinemasından farklı yankı bulmasının ilk nedeni, kuşkusuz yaşanan dönüşümün İngiltere’deki öncelik ve gündemlerinin ABD’dekinden farklı olması. İngiltere’de ABD ile kıyaslandığında tarihsel olarak çok daha örgütlü ve siyasi açıdan da çok daha etkili olan işçi sınıfı, Thatcher dönemi neoliberal dönüşümleri esnasında özelleştirme konusunda çok  ciddi bir muhalif duruş sergiledi ve sınıf kavgası gündeminin muhafazakar iktidar açısından bir numaralı gündem haline gelmesine yol açtı. Hatırlanacağı üzere ABD’deki muhafazakar iktidarın içerideki en belirleyici gündemi, işçi sınıfından ziyade bir önceki dönemde kadın hareketinin elde ettiği kazanımlar ve bunun muhafazakar erkeklerde yarattığı rahatsızlıktı. İşçi sınıfının hem ekonomik hem de politik yaşantıda geriletilmesi gündeminin önemi, meselenin sinemayla ilgili boyutunu tartışmaya başladığımızda daha iyi görülecek. İkinci olarak yine Thatcher hükümetinin en önemli gündemlerinden birinin Kuzey İrlanda’da İrlanda Cumhuriyetçi Ordusu’nun (IRA) sürdürdüğü bağımsızlık savaşı olması gösterilebilir. Reagan’ın en önemli politik gündeminin, soğuk savaştaki rolü nedeniyle sosyalist bloğun geriletilmesi olduğu hatırlandığında,  İngiltere’nin  böyle  bir  iç  gündeminin  olması,  sinemaya  da    ister istemez farklı yansıdı. Muhafazakar iktidarların gündem ve öncelikleriyle ilgili söz konusu farklılıklar, başka bir deyişle İngiltere toplumunun 1980’li yıllara girildiğindeki özgüllüğü, Thatcher iktidarının sürdürdüğü politikaların çok ciddi bir gerilim yaratması sonucunu doğurdu. Dolayısıyla bu dönemi okuyabilmenin en sağlıklı yolu, ABD’deki süreci tartışırken yapacağımız gibi 1980’li yılların filmlerine odaklanmak değil, sürecin meyvelerinin çoktan toplanmaya başlandığı ve ortaya çıkan yeni toplumsallık içerisinden geriye dönüp, 1980’li yıllarda yaşananları konu edinen filmlere odaklanmak olmalı. “Billy Elliot” filminin merkeze oturtulmasının da nedeni bu.

Stephen Daldry’nin yönettiği 2000 yapımı “Billy Elliot”, 1984’te Kuzey İngiltere’de Durham’daki bir kasabada geçiyor. Temel ekonomik faaliyetin kömür madenciliği olduğu kasabada yaşayan 11 yaşındaki Billy, tam da 1984-1985 maden grevlerinin yaşandığı dönemde, kasaba yaşantısının bir parçası olan gelenekleri ve yaşam tarzını reddederek, kendi hayallerinin peşinden gider. Film, Billy’nin kasaba yaşantısının doğal bir parçası olan alışkanlıkları, kasaba yaşantısının temel faaliyeti olan kömür madenciliğini, yani bir anlamda kendisine dayatılmış olan kaderi, kabullenmeyerek, baleye merak sarmaya başlamasına ve bale öğretmeninin teşvikiyle Londra’daki Kraliyet Bale Okulu’na kabul edilme mücadelesine ve başarısına odaklanıyor.

Bu özetten de anlaşılabileceği üzere film, İngiltere toplumsal gerçekçi sinemasında sıkça konu edilen işçi sınıfına dair öykülerdeki temsilden farklı olarak, olumlu karşılanan bireysel bir kurtuluş öyküsü. 1980’li yıllara gelene dek işçi sınıfından karakterlerin yaşantılarının konu edildiği İngiliz filmlerinde zaman zaman işlenen bir tema olarak ‘bireysel kurtuluş’, genellikle züppece veya bencilce olarak olumsuzlanan ve gerçekleştirilmesi mümkün olmayan bir şey olarak işlendi. Örneğin “The Proud Valley” filminde bir işçinin oğlu olan Emyln, nişanlısına destek olmak ve yönetici bir pozisyon elde edebilmek için gece sınıflarına katılır. Ancak böyle yapmasının nedeni içerisinde bulunduğu topluluktan ayrılmak istemesidir. (Hill, 102) Sözü edilen filmdeki bireysel kurtuluş arzusu, Billy Elliot’tan farklı olarak olumlanmaz. Billy Elliot’unkine benzer şekilde madenci bir toplulukta bir çocuğun düşlerinin  peşinden  gitmesini konu edinen, Ken Loach‘un yönettiği “Kes” filmi de, Billy Elliot’un aksine melankolik bir finale sahiptir ve bireysel kurtuluşu olumlamaz. Daha ziyade bunu insani bir istek olarak kabul ederek, kimine bireysel kurtuluşu arzulatacak, kimineyse işçilerle birlikte mücadele azmi aşılayacak olan sosyo-politik koşulların kendisine odaklanır.

Billy Elliot’ta değişen bu durumun nedeni olarak, Thatcher dönemindeki neo-liberal özelleştirme politikalarıyla ve teknolojik değişimlerle birlikte geleneksel endüstrilere verilen önemin azalmasıyla beraber, işçi sınıfının toplumsal etkisi ve öneminin azalmaya başlaması gösterilebilir. Yukarıda 1980’li yıllar boyunca bu sürecin devam ettiğini ve Billy Elliot’un bunun toplumsal sonuçlarının yaşandığı bir konjonktürden geriye dönüp sürece bakmaya tekabül ettiği öne sürülmüştü. Morgan bu konjonktürün 1980’lerdeki dönüşümden önceki toplumsallıktan farkını şöyle özetliyor: ‘‘Postmodern toplumda sınıf ayrımlarının artık modasının geçtiğine dair giderek artan bir popüler algı vardı.’’1 2000’lerden 1984 senesine ve bir madenci kasabasına bakan film meseleye bu algıyla yaklaşıyor. ‘Modası geçmiş’ bir kavrama referansla grev yapan madencilerin arasından kendi bireysel tercihleriyle sıyrılıp başarılı olan bir dansçı erkek çocuğu. Filmde Billy’i koşullandıran ve kısıtlayan kasaba yaşantısının neredeyse tüm unsurlarını damgasını vuran üretim ilişkileri, 2000’lerin post-endüstriyel toplumundan bakıldığında kaybolmak üzere olan köhnemiş bir faaliyet olarak görülüyor ve olumsuzlanıyor. Kasabadaki konutların inşa ediliş biçimi, madenci erkeklerin vardiyadan arta kalan zamanlarında sosyal faaliyetlerini gerçekleştirdikleri spor tesisi tüm bunlar, madenciliğin ve işçilerin yaşam tarzının gereklerine göre tasarlanmış. Benzer bir yaklaşıma göre ‘‘Brassed Off, The Full Monty, Little Voice ve Billy Elliot gibi filmler işçi sınıfının değişiyor olmaktan ziyade düşüşte olduğunu anlatan filmler.’’2

Kasabadaki kömür madeninde, işin doğası gereği yalnızca erkekler çalışmakta olduğu için, az önce sınıfsal ihtiyaçlarla bağlantılandırılan kasaba yaşantısı ve mekanlarının bir yandan da erkeklikle ilişkili olduğunu tespit etmek gerekiyor. Örneğin sendikaya  ait spor tesisi boks gibi erkeklerin daha yaygın yaptıkları sporlar için uygun, öyle ki, bale eğitimi alan kız çocukları bile boks salonunu kullanıyorlar. Bu noktada sınıf ve erkeklik kategorileri arasındaki ilişkiden kısaca söz edilebilir. Sınıfla erkeklik arasındaki bağlantı her iki kategorinin de kamusal alanda kendisini var edip yeniden üretmesinden kaynaklanıyor. ‘‘Sınıf ve sınıf savaşımlarının zemini, söz gelimi istihdam ve politika kamusal alanda yer alır. Kamusal alan aynı zamanda sınıfsal ve siyasal eylemlerde görece önde olan erkekler tarafından kontrol edilmektedir.’’3 Filmdeki işçi sınıfı temsilinin maço bir erkek olduğunu ve bunun Billy’le kasaba yaşantısındaki çeşitli unsurlar arasındaki gerilimin kaynağı olduğunu söyleyebiliriz. Aile geleneğini sürdürerek, pek hevesli ve yetenekli olmasa da boks derslerine katılan Billy, başka bir alan olmadığı için aynı salonda bale dersi yapan kız öğrencilerle birlikte bale öğrenmeye başlar. Bale hocası Bayan Wilkinson kısa sürede Billy’nin bu konudaki yeteneğini fark eder ve onu Kraliyet Bale Okulu’nun sınavlarına hazırlamaya karar verir. Billy ise, boksu bırakıp bale yapmaya başladığı babası ve abisi tarafından öğrenilmesin diye bale ayakkabılarını saklamakta ve evdeyken gizlice antrenman yapmaktadır. Korktuğu gibi bale yaptığı öğrenildiğinde babası Jackie ona balenin erkek sporu olmadığını ve tıpkı kendisi gibi boks yapması gerektiğini söyler. Kasabadaki grevde önemli bir rolü olan abisi Tony’nin de, Billy’nin bale yaptığını öğrendiğinde verdiği tepki tıpkı babalarınınki gibi olur. Annesi ölmüş olan Billy’nin baleye  olan  ilgisini  evde  yalnızca  büyük  anne  (ki  onun  da  yaşlılıktan  dolayı aklı noksandır) desteklemektedir. Dolayısıyla Billy’nin filmde hayalini gerçekleştirmek  için, babası ve abisi üzerinden işçi sınıfında cisimleştirilen patriarkal otoriteye başkaldırmak durumunda kaldığını ve bunu gerçekleştirdiğini ileri sürebiliriz. Çocukların patriarkal otoriteye başkaldırısı Billy Elliot’un yanı sıra “The Full Monty”, “Raining Stones” ve “Nil by Mouth” gibi İngiliz filmlerinde de işlenen bir temaydı.4

Filmde Billy’nin annesinin yokluğu, Billy’i sarmalayan koşulların homososyalliğini vurgulayan bir işleve sahip. Bunun yanı sıra madencilerin eşlerinin yokluğu da bu vurguyu artırıyor. Tarihte 1984-85 grevi esnasında madencilerin eşlerinin de greve destek oldukları bilinir. Filmde bu durumun hissettirilmemesi bilinçli bir tercih gibi görünüyor. Billy’nin annesi rolünü bale hocasının üstlenmiş olduğunu ve filmde öne çıkartılan önemli bir kadın karakter olarak, Billy’le birlikte erkek egemenliğe meydan okuduğunu söyleyebiliriz. Babası Billy’nin bale sınıfına devam etmesini yasakladıktan sonra evlerini ziyaret eden Bayan Wilkinson, Billy’nin baleye olan yeteneğini baba ve abiye anlatır. Billy’nin abisinin buna tepkisi ise, orta sınıf konformizmiyle aile işlerine burnunu sokmaması konusunda Wilkinson’ı uyarmak olur. Wilkinson’ın abi  ve babayla tartışması filmde öne çıkartılan tek kadın karakter olarak ‘erkek egemen’ anlayışa başkaldırısında Billy’e desteğini gösteren önemli bir sahne.

Bir edim olarak dans, filmde balenin çağrıştırdığı feminenlik üzerinden toplumsal cinsiyet, işçi sınıfı ve maçoluk gibi tartışmalar için önemli bir tutamak noktası  olmanın ötesinde öneme sahip. Filmin açılış sahnesinde Billy’nin dönemin pop şarkılarından biri eşliğinde dans ederken görüyoruz. Dans, kasabada her yere sinmiş olan işçi sınıfı belirlenimli erkek kültürün dayattığı homososyallikten sıyrılıp, bireysel bir alan yaratmanın ve kişisel düşlere dalmanın bir aracı olarak işlev görüyor. Buna ek olarak dansın Billy’nin parçası olmayı reddettiği toplumsal ilişkilere dönük isyanını ifade ettiği, özgürleştirici bir araç olarak da kullanıldığına tanık oluyoruz. Dans hocasıyla abisi Tony’nin tartışmasının ardından Billy’nin step dans yaparak içindeki öfkeyi dışa vurduğu sekansı bu bağlamda okumak mümkün. Kasaba sokaklarında koşuşturarak dans eden Billy öfkesini kusmak için ayaklarını sertçe yere vurarak step dans yapar, hatta işçilerin greve çağıran afişlerini tekmeler.

Billy’nin kendisini step dansla ifade etmesi, hem bale eğitimi için babasının desteğini almasında, hem de Kraliyet Bale Okulu seçmelerini kazanması için ona yardımcı olur. Bale  derslerine  devam  etmesi  yasaklanınca  bir  gece  eşcinsel  arkadaşı Michael’la birlikte spor kulübüne girer. Burada bale kıyafetinin feminen aksesuarlarından biri olan ‘tütü’ giymiş eşcinsel arkadaşıyla birlikte dans ederlerken gelen babası, Billy’nin step dansından etkilenir. Bunun üzerine Billy’nin bale öğrenmesine karşı ‘maço’ tutumunu bir kenara bırakır, hatta bale hocası Wilkinson’a teşekkür bile eder. Bununla da yetinmeyen Jackie, oğlunu Londra’ya gönderebilmek için grev kırıcılara katılmaya kalkar. Oğlu Tony tarafından engellenmesine rağmen bu sahne işçi sınıfı erkekliğinin önemli niteliklerinden dayanışmanın bir kenara bırakılması, bu anlamda babanın erkekliğinin sınıfsal kodlarından birinin çözülmesini simgelemesi açısından önemlidir. David Morgan, işçi sınıfı erkekliğiyle orta sınıf erkekliği arasındaki farkı şöyle formüle ediyor: ‘‘Biri kolektif, fiziksel ve sembolleşmiş bir erkekliğe tekabül ederken, diğeri bireysel, rasyonel ve görece sembolsüzleştirilmiş bir erkeğe denk düşer.’’5 Jackie, oğlu için sınıfına yani kollektiviteye ihanet ederek, işçi sınıfı erkekliği açısından da bir çözülme yaşar. Billy’nin step dansla metaforlaştırılan ve işçi sınıfı erkekliğini aşındıran isyanı, babanın çözülmesiyle ilk kazanımını elde eder. Ancak bu çözülmenin topyekün olduğunu öne sürmek zor, daha ziyade bir yumuşamadan söz edilmeli. Çünkü Jackie büyük oğlu ve arkadaşları tarafından grev kırıcılıktan vaz geçirilir ve Billy’nin Londra’da bale eğitimi alabilmesi için gereken parasal destek, küçük burjuva bir kocaya sahip olan bale hocası Wilkinson’ın parasıyla değil, sendikalı işçilerin fedakarlık ve dayanışmasıyla kendi aralarında topladıkları parayla sağlanır.

Billy’nin step dansla kendisini ifade etmesi, Kraliyet Bale Okulu’na girmesine de yardımcı olur. Billy’nin seçme için Bale Okuluna gittiği sekansta diğer çocuklardan nasıl ayrıştığına tanık oluruz. Başvuran çocukların hemen hepsi, elit bir kültürle özdeşleştirilen bale eğitimine uygun sınıflara mensup ailelerden gelen, hal ve davranışlarından anlaşıldığı kadarıyla bu kültüre göre biçimlenmiş çocuklarken, Billy ve babasının okulda gezinirken etraflarına yabancı gözlerle bakmaları, oraya ait olmadıkları hissi uyandırır. Bu özelliğini dansa olan yeteneğiyle birleştiren Billy, dans etmeye dönük son derece içten ve özgün bir tutku geliştirmiştir ve kasabasındaki baskıdan sıyrılmak için başvurduğu pratik olarak dans kaçınılmaz olarak Billy’nin algısında özgürlüğe giden yol olarak şekillenmiştir. Seçme sırasında sunduğu özgün kareografisi ve kendisine dansla ilgili düşünceleri sorulduğunda verdiği ‘‘dans ederken sanki elektrik gibi’’, ‘‘özgür hissediyorum’’ yanıtlarıyla okula kabul edilmeyi başarır.

Billy’nin eşcinsel arkadaşı Michael’le olan ilişkisi de önemli ipuçları sunuyor. Michael’in eşcinsel olduğunu öğrendiğinde Billy bu durumu yadırgamaz. Diğer yandan, Billy’nin de eşcinsel olduğuna dair film izleyiciye herhangi bir veri sunmaz. Billy’nin   Michael’e   karşı   anlayışlı   tavrı,   kendisinin de maço  kültürden  dolayı dilediğince bale yapamadığı düşünüldüğünde nesnel koşullardan dolayı oluşan bir kader ortaklığı veya benzer bir durumdan dolayı hor görüldüğü için doğalında gelişen bir anlayış olarak okunabilir. Filmin bütünlüğü içerisinde düşünecek olursak, son sekansta erişkin Billy’nin Londra’da bir gösterisini izlemeye gelen Jackie ve Tony’nin Michael’le karşılaştıkları zaman verdikleri tepki de önemsenmeli. Yıllar önce Billy’nin bale eğitimi almasına destek olarak ‘maçoluk’larından ödün vermeye başlamış taşralı maden  işçileri,  Michael’in görünüşünden dolayı ilk kez  eşcinsel olduğunu keşfettiklerinde şaşırmış görünseler de olumsuz bir tepki vermedikleri açıkça ortada. Böylece 2000’lerin başından 1980’li yılların İngiltere’sine bakan bir filmde 11 yaşlarında bir erkek çocuğunun bir madenci kasabasında ataerkilliğe isyanı amacına ulaşıyor. İşçi sınıfıyla özdeşleştirilemese de, metropole hiç gitmemiş kapalı bir taşrada, sektörel  nedenlerden kaynaklı olarak yalnızca erkeklerin istihdam edilebilecekleri bir iş olan kömür madeninde çalışılmasından kaynaklanan işçi sınıfı maçoluğunun, çözülmeye uğradığına tanık oluyoruz.  Kadınsızlığın daha da keskinleştirdiği bu maço kültür içerisinde genç Billy, kendisini gerçekleştirebilmenin (bale yapmak) yolu olarak kadına (ölmüş annesine) sarılıyor ve kadınsı olana (Michael)  tolerans  göstererek   ataerkilliğe  hücum  ediyor. Daha ileri bir tarihten bakıyor olmanın verdiği avantajla işçi sınıfının hem grevi hem de genel olarak neoliberal dönüşümler sonucunda bir dönemi örgütlü mücadelesine rağmen kaybettiğini bilen yönetmen, bireysel kurtuluşu meşrulaştıran bir filme imza atarak İngiliz toplumsal gerçekçi sinemasında işlenegelen işçi öykülerinden farklı bir şey yapmış oluyor. Bu bağlamda, Billy Elliot aracılığıyla temsil edilen erkekliğin feminize edilmiş bir erkeklik olduğunu ileri sürebiliriz.

Öte yandan, filmde maçoluğun işçi sınıfına tahvil edilmesinde ciddi bir problem olduğu çok açık. Bu tür bir kategori, kanımca herhangi bir sınıfa atfedilemeyecek geçişkenlikte. Üretim ilişkileri içerisinde sınıfsal pozisyonların karşı karşıya olması, ilk bakışta belli kavram ve kategorilerin bazı sınıflara atfedilebileceği izlenimi yaratsa da, maçoluk gibi kültürel ve cinselliğin iç içe olduğu bir kategori için aynısını söylemek çok zor. Sınıfsal ilişkiler karşılıklı olduğu kadar, birlikte bir bütünlük de oluştururlar. Filmdeki kuzeyli madencilerin maçoluğu, ancak taşrada yaşıyor olmalarından ve ‘kadınsız’ bir işte çalışıyor olmalarından kaynaklanabilir. İşçi olmalarından değil. Kadının erkek tarafından baskı altında tutulmasının, ucuz işgücü muamelesi görüp, görece daha yoğun bir sömürüye maruz bırakılmasının, kamusal yaşantıdan dışlanıp, cinsel bir fetiş haline getirildikten sonra ikiyüzlüce örtülmesinin tarihsel olarak hangi sınıfın çıkarlarına daha uygun olduğu sorusunun yanıtını ise okura bırakıyoruz.

1 David Morgan, ‘‘Class and Masculinity’’, say. 160

2 Mike Wayne, ‘‘The Performing Northern Working Class in British Cinema: Cultural Representation and its Political Economy’’, say. 287

3 Morgan, ayg., say. 169

4 James Leggott, ‘‘Like Father?: Failing Parents and Angelic Children in Contemporary British Social Realist Cinema’’, say. 167

5 Morgan, ayg., say. 170

*https://issuu.com/azizm/docs/edergiaralik2013

Bunu paylaş: