Ölen Çocuklar Benim / Benim – Ümit Yaşar Işıkhan

Ölen Çocuklar Benim / Benim* 

Halepçe’de süt emerken ölen çocuk benim…

Bağdat’ta hayata tutunmak için duvarda tırnağını bırakan benim… Srebrenitsa da babasıyla el ele gömülen benim…

Suriye de elinde oyuncağıyla kül olan çocuk benim… rüzgara savrulan,umutların peşinde koşan benim.. . Ortadoğu cehenneminde

Tam… tam… tam…

Kamış kayıklar ateşe boğuldu Sen görmedin çocuğum Gündüz ince

Geceler kırgın Hayvanlar saldırdılar

Emdiğin toprağın memesine

Yağmurdan sonra, çölün çok hafif serinlediği bir coğrafyada, çocuklar, gelen babalarının elindeki ekmeği kaparak eve koşmalarının sevinci, bir oyun gibi her gün tekrarlanırken sabahın farklı olacağını kimse düşünemezdi.

Oyunların aynı olduğu, kuzuların aynı melediği ve her gün aynı ekmeğin yendiği coğrafyada kıtlıklara rağmen aynı çatı altında yasaklanmış türkülerini dinleyip gözyaşlarını içine gömen bir babanın ve hiçbir şey olmamış gibi bütün çocuklarını bir yorganın altına toplamaya çalışan ve içinde ağıtlar büyüten annelerin tarihi, dünyanın doğumundan beri böyleydi.

Irak – İran sınırında bir Kürt kasabası Halepçe’ de, bir diktatörün görünür gölgesi sokaklarda dolaşırken halk bütün dilsizliğiyle ve unutulmuş kimliğiyle masalları hayra yormanın peşinde tandır ekmeğini suya koyarken, zaman çok sert bir hayatın ekmek diliminin öyküsünü anlatan dengbejler ile rüzgâra karışıyordu.

Ve birden gündoğumunda yere düşen yıldırımların, damları delip geçen şimşeklerin ve sokağa kaçan bütün insanların yalınayak çığlıkları arasında hiç duymadıkları ve dokunmadıkları bir kokunun büyülü dumanı içinde yığılıp kaldılar. Üst üste düşen bedenlerin umutları haykırışlarından daha da ağırdı. Binlerce çocuk öldürülmüştü… Ve dünya utanmadan kendi pisliği içinde, uygarlaşmış robot insanların bakışları arasında kendi vicdanlarını unutulmayacak bir tarihe bırakıyordu… Kimyasal bombalar… Binlerce çocuk…

Ambargo devam ediyor… Halepçe’den on yıl sonra, Birleşmiş Haçlı orduları kendi tanrılarıyla aynı masadaydılar. Uçaklarıyla Bağdat’ın göbeğinde, El- Mansur‘da bulunan ve yalnızca birkaç kişinin bildiği yeraltı sığınaklarında dördüncü katta kalın beton yığınları arasında 1500 çocuk üzerine bomba yağdırdılar. Gökyüzünün rengini alaca karanlığa veren bir tanrının gözleri önünde havalanan çelik kanatlıların kanlı pençeleriyle ölüm yağdırdılar. Havanın toz bulutlarına karışan çığlıklar, derinden, derinlerden Basra’ya kadar uzanırken zaman durdu. Bütün annelerin duaları bitti. Babaların elleri yüzlerine yapıştı. Açlıktan ve yoksulluktan, hayatın çığlığını saklayan gözlerinde kan dondu. Ağıt yoktu… Sesten sonra başka ses yoktu. Çelik kanatlılar yoktu. Ekmek yoktu. Hurma ve kuzuların annelerini arayan çığlıkları yoktu… Zaman, utancından donup kaldı tarihin yüzünde… Kimyasal bombalar… Binlerce çocuk…

Kar lapa lapa yağarken, geride kalan ayak izlerini sildiğinden umutla yoluna devam eden insanlar korku içinde ve suskundular. Geride evlerini, akrabalarını, arkadaşlarını, ailelerini ve vatanlarını bırakmanın ağır yüküyle gökyüzündeki bulutlara baktılar. Hüzün ve yanlarında taşıdıkları çığlıklar büyüyordu. Soğuktan donmuş yüzlerinde haritaya benzer çizgilerin anlattığı öyküyü anlatacak kimse de yoktu.

Ellerinde kitapları, sırtlarında medeni bir dünyada yaşamanın direnciyle Birleşmiş Haçlı ordularından kaçarken üşümemek için birbirlerinin gözlerine sığınıyorlardı. Boşnaklar, Müslümanlar hepsi aynı kağnının arkasında zamana yolculuk yaparken durdular. Srebrenitsa… Hollandalıların kontrolünde ve Birleşmiş Milletlerin güvencesinde bir ulukent… Sarıldılar birbirlerine… Çocuklar koştular, kuşların arkasından… Kurtulmuş ve güvenli bir hayatın soluğu, sıcacık gözlerde yeni bir umuda koşuyordu…

Yaşasın Avrupa… Yaşasın bağımsızlık ve hayat…

Yaşlı bir kurt, kanlı dişlerini saklayarak, insan hakları pelerinini açtı 70.000 insanın üstüne…

Cemselere bindirildi çocuklar ve babaları… Kürekler ve kazmalar ölüm marşına eşlik ederken toprak boydan boya yarılıp kanlı göbeğine dizildiler… Taradılar, gömdüler… Öldürdüler… Binlerce çocuk…

Yine Ortadoğu… Yine kimyasal bombalar… Suriye… Cehennemin diğer  adı… Kent önemli değil… Mevsim, tarih, gün önemli değil… Yine ekmeğe doymadan, kucağında bebeği ve kırık oyuncaklarıyla binlerce çocuğun derin bir uykuda oynar gibi yüzlerinin ve umutlarının güzelliğini hiç bozulmamış bir sayfada insanlığın varmış olduğu utancı anlatan fotoğrafa bıraktılar…

Kim öldürdü… Niçin öldürdü savunmasız çocukları…

Ağıtların anlamsız kaldığı, masalların inanılmaz arandığı, aç, çıplak ve yetim çocukları kim öldürdü… Kimyasal bombalar ve binlerce çocuk…

İnsanın uzaya gitmesi, gelişmişliğin göstergesi değildir.

Cep telefonu, bilişim çağı, sibernetik çağı, robotlar sınıfı, iyonlaştırılan hayatlar asla gelişmişliğin ifadesi veya göstergesi değildir…

Bütün ülkelerin yönetiminde dinsel öğelerin belirgin bir şekilde önemsenmesi, politik hayatı perde arkasından yönetmesi, hala insanoğlunun bilimin ışığında hayatı yorumlayamayışını ifade eder.

Dinsel güdülerin, hayatı şekillendirmesi ve karşılarında salak varmış gibi insan hakları havarisi kesilen kanlı dişlerini gizleyen emperyalist güçlerin ortak paydasında dini kullanmaları ve halen o sahnede birbirini takdis etmesi, insanlığın en karanlık çağı, en barbar olduğu din savaşlarının devamı olarak sahnededir. Ve tanrıları olan paranın uluslararası dolaşımını sağlayacak her şeytana tapınmayı uygarlık olarak satan zebanilerin tanrısı da satılmıştır.

Uygarlaşmak barıştır… Bütün halkların barış içinde yaşamalarıdır. Ulusların birbirine saygı duyması ve ortak değerler üreterek sevgide buluşmasıdır… Uygarlık, insan hakları, hayvan hakları ve doğanın korunması, doğal akışına saygıdır…

Peki, bu kadar kimyasal silah nerden geliyor Allah aşkına…

Bütün ülkelerin gizliden gizliye kimyasal silah ürettiğini kör sultan bile bilmektedir. Her ne kadar uluslararası anlaşmalar kullanılırlığını sınırlandırıp- yasaklayıp denetlemeye çalışıyorlarsa da geri kalmış ülkelere el altından satıldığını herkes biliyor…

Peki dünyada en çok kimyasal üretim yapan ülke hangisi..? Yani, üretimde birinci olan ülke hangisi..?

Dokuz Eylül Üniversitesinde hizmet içi eğitim aldığımız bir fakültenin kampusünde hocamızın sorusuna hiçbirimiz yanıt veremedik…

Hocamız, üzgün gibi durmadı… Gözlerimize baktı… Bilin o zaman… Türkiye

Süzül gönüllere güneş / yollara türkü menekşe / açıl ufuk maviliği / başla yeniden yaşam… Erisin çelikten tanrı / insandan değerli makine / yıkılsın kaleler, demir pencere   /   yerin dibine batsın duman   /   soluk temiz ve özgür

/ bütün çocuklar koşsun bahçeme / çürüsün silahlar, bitsin savaş / bitsin isteksiz ölümlere kan / dön dünya yeni bir güne / dön de gel / yorgun ellerimde sabahla…

*https://issuu.com/azizm/docs/edergieylul2013

Bunu paylaş: