Yaşam Tarzıma Dokunmayan Tayyip Bin Yaşasın! – Şıvan Kayaş

Yaşam Tarzıma Dokunmayan Tayyip Bin Yaşasın!* 

Her hakim sistem, birincil olarak kendine isim veren ekonomik ilişkilerle beraber, temsil ettiği sınıfın kültürünü de egemen kılmaya çalışır. Bu durum her toplumun kendi özgünlüğü içinde farklılık gösterir. Devletin bütün ideolojik aygıtları anbean kültürel hegomanyasını kanaviçe gibi işler toplumun katmanlarına. Burada tek taraflı, mekanik bir süreçten bahsetmiyoruz. Vücuda enjekte edilen bir mikrop gibi toplumda da o mikrobu kabullenen veya kabul etmeyen hatta mikroba karşı savaşan, antikor üreten hücreler vardır. Hastalık tüm vücudu etkisi altına almadan insanı öldüremez. On yıllık AKP iktidarıyla “devletlu” haline gelen gericilik, melun bir hastalık gibi bütün toplumu etkisi altına almaya çalışıyor. Gericiliğin devlet eliyle desteklenmesi, 4+4+4 eğitim yasası, üst yapı kurumlarının bir cemaat örgütlenmesi haline getirilmesi gibi yüzlercesini sayacağımız olgular hastalığın ne boyutlara geldiğini bize gösteriyor. Bunun yanında “devletlu” haline gelen gericilik artık yıkılmış olan cumhuriyetin, insanların bilincinde ve vicdanlarında bile yaşamasına tahammül edemiyor.

Kültürel Hegemonya ve Rızasını Vermeyenler

Bu noktada Gramsci’ye borçlu olduğumuz kültürel hegemonya kavramından bahsetmekte fayda var. Gramsci’de görülen kültürel hegemonya kavramı, doğrudan hegemonya kavramının açılımını ve yeniden değerlendirilmesini içerir. Genel olarak hegemonya, açık zor ve güç ilişkilerinin ötesinde, bir çeşit rıza ve kabul edişleri üreterek egemen olma ya da egemenliği sürdürme halini ifade eder. Burada kitlelerin zorla boyun eğdirilmesi değil, bir çeşit rızayla ve onayla boyun sunmalarının  sağlanması  sözkonusudur. Hegemonya toplum ya da halk iknâ edilerek elde edilir. Üstyapı kurumlarının (din, devlet, siyaset, kültür, eğitim, aile…) yaygınlaşması ve işlevselleşmesiyle tesis edilmeye çalışılan “egemenlik” gerçekleşmeye başlar. Egemenlik gerçekleşmeye başladığı andan itibaren ise Devletin Baskı Araçları (DBA) devreye girer. İkna yoluyla toplumun büyük kısmı ideolojik girdiye maruz bırakıldıktan sonra ya da sıkça kullandığımız bir ifadeyle “toplumsal meşruiyet” sağlandıktan sonra, DBA ile ideoloji kendisini her alana yaymaya ve kendi kayıtsız şartsız egemenliğini kurmaya çalışır(1). AKP, işte bu hegemonya ilişkisi içerisinde “rıza”sını vermiş, iktidarını meşru gören bir kesimden güç almaktadır. Ayrıca genel sınıfsal çıkarları dışında yine bu kesimin gerici kültürünü ve özlemlerini temsil etmektedir. Diğer yandan AKP, “rızasını” alamadığı, iktidarını meşru görmeyen ve cumhuriyetin kültürünü görece olarak yaşatan bir kesimle karşı karşıyadır. Ciddi bir kısmını büyükşehirlerde yaşayan orta sınıfın oluşturduğu bu kesim AKP’nin sızamadığı, bunalım yaşadığı bir direnç noktasını da temsil ediyor. Tabii ki bu dirence karşı hoşgörülü olması beklenemez, istediği biat eden “yeni ortaçağ” toplumunu gerçekleştirmek için demokrasinin tam tersine yönteminin faşizm olduğunu görüyoruz. Ve bu kesimin geriye kalan “rızası olanlarla” çakıştığı düşüncenin, hükümet uygulamalarına gösterdiği tepkinin en temel noktası laikliktir! Bu yazıda esas vurgulamak istediğimiz olgu da bu laiklik hassasiyetinin mücadele alanında oluşturduğu tepkinin niteliği ve eleştirisidir.

Direncin Niteliği

Eskisinden çok daha büyük bir güce ve sınırları olmayan bir siyasal iktidara sahip AKP, direnç gördüğü tüm kesimlere küstahça saldırmaktadır. Bu saldırının boyutlarının, insanların günlük yaşam alışkanlıklarına, sosyal aktivite alanlarına kadar genişlediğini rahatlıkla gözlemliyoruz. Muhtelif yerlerde uygulamaya konulan içki yasağı gibi resmi uygulamaların yanında, özlemlerini temsil ettiği tabanında gayriresmi baskısıyla çemberi gitgide daraltıyor. Peki toplumsal direnç noktası olma özelliği atfettiğimiz bu  kesimler açısından bunlar tek başına AKP iktidarını açıklar mı? Müdahale edilen sadece insanların yaşam tarzı mıdır? İstediğini giyebilmek, istenilen yerde içki içebilmek midir sadece tepkimizin varacağı sonuç? Veya en yükseğe kaldırılan bayrak olan laiklik tüm bunların muhasebesiyle mi ilgilidir? Son olarak Tayyip Erdoğan’ın da iddia ettiği gibi yaşam tarzına dokunulmadığı noktada iktidarın meşruiyeti bizim için geçerli mi olacaktır? İşte iktidara rızasını vermeyen bu orta sınıfın bunalımı burada başlamaktadır. Bunalımın basit bir  sınıfsal analizini yapmaya çalışırsak; direnç gösteren orta sınıfın bir kısmı, cebine yeteri kadar ateş düşürmediği için sisteme karşı günlük yaşam pratiği üzerinden tepki göstermektedir. Bir kısmı ise hızla işsizliğe ve kredi borcu batağına sürüklenip, fakirleşirken tepkisini çok daha net verebilmektedir. Çünkü meselenin sadece bir göbek açma veya içki içme özgürlüğü ötesinde bir sorun olduğunu anlamaktadır. Dikkat çekilmesi gereken diğer bir olgu da, sistemin yeni elitleridir. AKP iktidarı boyunca oluşan, yoz bir “burjuva- islam” kültürüne sahip yeni elitin, ucube tüketim alışkanlıklarının karışısında bahsettiğimiz orta sınıf, benzer ama sözde “islami” olmayan bir tüketimle tepki göstermeye çalışıyor. Ayrıca sistem burada da yüzlerce yıllık bir alışkanlığından vazgeçmeyerek kadını metalaştırmaya devam ediyor. Her iki durumda da kadının konu mankeni olarak öne çıkarılması da gözden kaçırılmaması gereken bir nokta aslında. Binlerce dolarlık ipek türbana karşı, paha biçilemez dekolte giysilerin savaşı! AKP’nin yürü ya kulum dedikleri, islam kültürünü ucubeleştirip, bir piyasa değeri haline getirirken diğer taraftan karşısına çıkanlar, vicdanlarında yaşayan cumhuriyet  kültürünü bir tüketim alışkanlığı noktasına indirgiyor.

Laikliğin Toplumsallığı ve Cumhuriyet Devrimi

Cumhuriyet devriminin pratiği ve laikliğe bakışı da bu analizi desteklemektedir. Toplumsal bir kavram olarak laiklik aynı zamanda sadece bir yaşam tarzını değil, insanın köhnemiş ortaçağdan her alanda kopuşunun ifadesidir. Laiklik ve Aydınlanma, halkın (yönetilenin, sömürülenin) kendi kaderini kendi ellerine alması, ‘kendisi için’ olmasıdır. Ezilenin, ezilme durumuna isyan etmesi, ‘dünya işlerine’ (politikaya, yönetmeye, devlete, hukuka vb.) talip olmasıdır. Kısacası laiklik, sistemin egemenlerine ve onların devletine değil (onlar zaten laik) halka gereklidir, halk içindir.”(2) Cumhuriyet devrimi, Emperyalizme karşı savaşla millet olmuş bir halkın her alanda (ekonomi, insan hakları, eğitim…) gerici bir sistemin tahakkümünden kurtulmasını öngörüyordu. Giyim kuşamından, aile yapısına kadar planlanan “uygar yaşam tarzı” genç cumhuriyetin halkçı bakışıyla bütün bir toplum için öngörülmüştü. Laiklikle beraber, toplumun ekonomik refahı, ilkel üretim ve bölüşüm ilişkilerinin prangalarından kurtulması da Türk modernitesinin en önemli durağıydı. Laikliğin ve uygarlığın yeşereceği toprak, devrimci bir iktidar tarafından ancak böyle bir ortamda oluşturulabilirdi.

Laikliği bütün bu boyutlarından bağımsız düşünürsek karşımızdakinin silahı haline getiririz. Sistem de türbanla, fönlenmiş sarı saç arasında sıkışmış laiklik anlayışını fırsat buldukça empoze etmektedir. Alışveriş sepetini doldurabilenler bu tartışmayı rahatlıkla uzatırken, bu sırada sermayeyle gericiliğin kurduğu “anonim şirket” emekçi halkın tepesine rahatlıkla binmektedir. Mücadele alanında da aslında bu “şikayetçi” kitleyi görmekte zorlanıyoruz. Cumhuriyet mitingleri dahil olmak üzere o günden bugüne alanlara çıkan kitlenin muhtevasının, toplumsal statüsünü yitiren ve giderek emekçileşen orta sınıflar ve kısmen sanayi proletaryası ile aslında büyük oranda AKP’nin tabanını oluşturan kent yoksullarından oluştuğunu görebiliyoruz. Çocuğunu “çağdaş eğitim veren” bir koleje gönderemeyenler ancak 4+4+4 yasasına karşı mücadele edebilecek iradeye sahip olabiliyor. Sistem de bu kesimi bulanık bir hedefe yöneltmek için İran düşmanlığında gördüğümüz “laik olmayan yaşam tarzı” gibi kara propagandayı insanların bilincine yerleştirmeye çalışıyor. Ve bu şekilde gericiliğin arkasındaki emperyalizm gerçeğini gizlemiş oluyor. Emperyalizmin uşağı  Şah yönetimindeki  İran’da, mini etek giyme özgürlüğü olan halkın durumu övülürken, Ahmedinejad yönetimindeki ABD emperyalizmine direnen İran’a karşı düşmanlık laiklik üzerinden körükleniyor.

Bize Düşen Görev

Sonuç olarak; toplum artık devlet olan dinci gericiliğe tepki göstermektedir. İnsanların yaşamlarında karşılaştığı somut olaylar üzerinden tepki vermesi kaçınılmazdır. Bu tepkinin değerli olduğunun farkındayız. Fakat laikliği ve cumhuriyet değerlerini mevzinin  en önüne koymuş bu direncin, bahsettiğimiz kavramları içi boş bir “Atatürk seviciliği” veya “modern yaşam savunuculuğu” üzerinden değerlendirmesi mücadelenin hedefini de bulanıklaştırmaktadır. Aynı zamanda halkı ayrıştırmaya çalışan emperyalizm destekli gericiliğe karşı, halkı birleştiren siyasetlerin yapılmasını da zorlaştırmaktadır. Günlük yaşam pratiği üzerinden ortaya çıkan bu direncin niteliğinin yükseltilmesi ve doğru bir hedefe karşı örgütlenmesi biz devrimcilerin önünde duran en önemli görevlerden birini teşkil ediyor.

1- Can Semercioğlu, Gramsci, Althusser ve AKP. http://bianet.org/bianet/print/135710-gramsci-althusser-ve-akp

2- Ender Helvacıoğlu, “Din kime lazım, laiklik kime?”. Bilim ve Gelecek Dergisi Sayı 53,

*https://issuu.com/azizm/docs/edergisubat2013

Bunu paylaş: