“Hiç” – Abdullah Rıdvan Can

“Hiç”*

……………………………..

1

Köpek havlamalarının arasında, uzun bir karanlığa doğru açılan bir kapıydı bizim sokak. Buradan, sokağın gittikçe küçülüp de noktalaşan ucuna baktığımda “işte” derdim. “İşte hiçlik böyle birşey. Zaman geçtikçe daralan ve kaybolan… Tıpkı…”

………………………………

Elleri artık kırış kırıştı. Derisinin üzerinde bir yığın mürekkep izleri ve o, böylesi hayatında, yazmaya ve nakşetmeye çalışıyordu. Evvelden beridir, bu işi yaparken, karanlığı tercih ederdi. Akşamın çakır karanlığı çökünce, gecenin koyuluğuna kadar bir müddet çalışır sonra bir saat kadar uyuyup bedenini dinlendirirdi. Ama bu akşam başka bir şeyler vardı. Belki uyumayacaktı belki de uyuyup kalacaktı öylece.

Kendinden emin bir vaziyette oturdu masasının başına. Kamışını önce güzelce bir açtı. Sonra önüne serdiği nakşedilmiş kağıda bir kaç damla mürekkep damlattı. Az ilerde duran ve zamanında babası tarafından bizatihi “buyur usta, eti senin kemiğini de itlere at” denerek bir acüze gibi buraya bırakılan, şimdilerde boyu atmış ve bıyıkları terlemiş bir genç olan Zahid duruyordu. Sabahtan akşama değin ustası ne isterse, Zahid o işe memurdu. Sabah erken vakitte kalkmalı ustasına ibrikten su akıtmalı ve abdest aldırmalı sonra kalan su ile de kendi alıp, namazını ustasının ardında kılmalıydı. Sessiz sakin bir yapısı vardı Zahid’in. Gene öylece masum bir şekilde köşede kendine denileni yapıyor eline aldığı kağıtları sırasıyla diziyordu. İçlerindeki nakışlara da uzun uzadıya bakmayı ihmal etmiyordu. Kağıtlara bakarken sanki eski anılarını okuyormuş gibi tanıdık beyanlarla karşılaşıyordu. Ama hayra yoruyordu bu işi de.

Zahid’in boynunda bir sorun mu vardı yoksa içindekilerinin ağırlığından mıdır, hep, bir yana eğik duruyordu başı. Ustası da bu halini seviyordu onun. Babası olacak gaddar, bir hatun kişinin peşine düşüp de bu sabiyi buraya atıvermişti. Geçmiş gün unutulan söze benzer, aklına getirmezsen dertlenemezsin. İşte Zahid de, boyuna eski günleri hatırlıyordu. Ama kinsiz ve garazsız…

İlerde duran bu masuma iç geçirdikten sonra tekrar işine dönecekti ki Zahid’e sesleniverdi birden.

-Evladım aşağı mahalledeki Ayşe Hatuna git de süt varsa bir kap alıver.

Zahid eğik boynuyla, işi yapacağının teminatını sunduktan sonra üzerine yün kazağını alıp çıktı. O çıkarken içeri boş kalmasın diye rüzgar patavatsız bir halle, buyur edilmeden girdi içeri. Ustanın içine bir anlık bir titreme oturdu. Silkindi şöyle bir. Odadaki bu yalnızlık ve sessizlik, gecenin artan yokluğunda daha da uzuyor ve uzadıkça insanı sağırlaştırıyordu. Çok acayip sesleri işitmesi de bundandı ustanın. Evvela gözlerini bir tek bir mumun yandığı yere diker. Muma iyice bakardı. Gözleri sulanınca da çevirip etrafı rasat ederdi. Öyle ki şu kıvılcıma dayanamayan gözleri, etrafın daha da karardığını görürdü. Bir an bile olsa şu fani dünya gözüyle Yüce Yaradan’ı görememenin ne büyük bir nimet olduğunu anlardı. Her  gece yaşanan bu olay onu biraz daha yaklaştırırdı O’na.

İyi de, Zahid şimdi niye durduk yere süt almaya gidiyordu? Ustası hiç yapmazdı böyle. Yani akşamın karanlığı inmeden hallettirirdi tüm işlerini. Akşam ezanından sonra cin taifesinindi zaman ve mekan. Şerlileri ona bulaşır da musallat olulardı. Bunları Zahid sorgulamıyordu tabi ki de. Bunları biz sorguluyorduk. Yoksa Zahid için itaat ve acziyet en büyük yaşama olanağı ve gücüydü. Zahid sustu ve karların sulandırdığı bu yolda şu az önceki dediklerimizi duymadan yoluna devam ediyordu. Belki de işitti. Kim bilir?

Usta, nakşettiği resmin üzerine damlattığı mürekkebi kağıtta gezdiriyordu. Rastgele yaptığı bu iş onun imzası gibi birşey olmuştu. Önce resmini nakşediyor sonra da mürekkebini damlatıp gezdiriyordu kağıtta. İki nakkaş bir araya gelse bu imzayı konuşmadan kalkmazdı velhasıl. Ustanın namı ilerledikçe kazandığı para ve şöhret onu rahatsız ediyordu. “Hiç!” derdi. “Hiçoğlu hiçken ben, nasıl olur da herşey’mişim gibi muamele görürüm bu insanlardan” diye içerlenirdi. Bu akşam daha bir başkaydı hali. Zahid bile anlayıvermişti. Gerçi Zahid anlayamazdı ama biz anlamıştık işte onun yerine. Süte, bu saatte, gidişini bir garip gören Zahid ses etmese de hal diliyle bize olaydan haberdar olduğunu arz ediyordu.

…………………………………..

2

Karın soğuğu mu gecenin soğuğu mu? Halvet halindeki bu iki durum, karanlık adında bir çocuk yaparlar ki Yüce Yaradan’ın insanlar ibret alsınlar diye devran ettirdiği bir haldir bu. Fecre andolsun ki karanlık, soğuktan da kardan da daha acımasız. İçiniz titrerken sözünüz de tükenir. Cümleler ateşin yakınında dillenir. Şeytan bilip bilmeden boşa mı konuşmuştur, kafa tutmuştur ki Yaradan’a yoksa?

………………………………..

Zahid sütü aldığı Ayşe Hatun’un ortanca kızının sevdiğiydi bir de. Zahid mahallede çok şeydi. Birinin sevdiği, ötekinin çırağı, berikinin komşusu, az ilerdekinin müşterisi, daha beridekinin borçlusu, diğerinin de alacaklısıydı. Zahid gibi sabi biri, nasıl oluyor da böylesine birden fazla şeyi barındırabiliyordu kendinde?

Zahid sütü alıp da sokağı arşınlarken pencereye üşüşen, bu Zahid’le bir ucundan etkileşim içinde olduğu, insanlar da ustadaki acayipliği anlamıştı. Bugün bu karanlık sokaktakiler dahi bu akşamdan bir şer sezdiler. Ama “ustadır” dediler. Zahid, karı ezerek yürümeye devam ederken herkes gerisin geriye içeri çekildi. Perdelerini örtüp mahrem hallerine büründüler.

Zahid, elindeki süt kabına bakarak yürürken bembeyaz gecenin ve kül rengi göğün ortasında bu bir kap sütün ne de aciz olduğunu gördü. Tıpkı kendi gibi, bu bembeyaz karların ortasında bu bir kap beyaz süt de acizdi. İtaat etmesi gerekti o yüzden. Dökülmesi gerekirken öylece kalakalmıştı kabın içerisinde.

…………………………………

1

Susmak en büyük yemindir. Susunca insan verdiği sözleri tutmuş olur. Biz ne söz verdik ki ta en başta? İtaat sözü mü? İşte Zahid en iyisini yapıyor bu işin. Sözüne sadık… Ya ben? Ben ne ateşe ne suya atılacak biriyim. Kalsam ortalıkta, laf  edemem Yaradan’ıma. Bilirim ki ettiklerime bu ceza azdır bile. Belki, Zahid’in tuttuğu söz ikimizi de kurtarır.

…………………………………..

Odanın bu orta yerinde beklerken, karıncaların yuvalarındaki muhabbetlerini dahi işitecek derecede, suskundu her yan. Usta elindeki kağıdı kuruması için bir kenara koymuş sokağın ortasında yürüyen Zahid’e bakınıyordu. Elindeki kaba, öyle dikkat kesilmişti ki sanki çalkalanan süt değildi. Sanki kap, sütün altında bir o yana bir bu yana kayıyordu. “Samimi olmak böyle birşeymiş meğersem” diye iç geçirdi usta. “Kimse hiçkimse bilmez benim bu sabiden nasıl faydalandığımı”diye eklerken, tüm vücudu buz kesmişti.

………………………………

1

Aman diyeyim, cinsel birşeyler çağrışmasın zihninizde. Ürkerim bu fikrin canlanmasından. Ben bu halimi dahi nasıl arzederim Yaradan’a bilemezken bir de bu zihin kirliliğinin hesabını veremem. Aman diyeyim…

………………………………

Zahid içeri girince, usta kurumuştur ümidiyle, kağıdının başına geçiverdi. Zahid sütü odanın ılık bir köşesine bırakıverdi. Sonra tekrar sütü almaya gitmeden evvelki işine, resmedilen nakışları bir bir düzmeye, devam etti. Altlarındaki, nakşı anlatan, hikayeleri gördükçe kafasında canlananın dışında burda yazanların, zihnini şekillendirdiğini hissediyordu. Bir bir incelerken, acayip resimler nakşeden ustasına şöyle bir göz gezdirip nazarlardan korunması için dualar etti. Hem ayrı bir imza bulmuş hem farklı metafiziki işler yapıyordu. El alem oturmuş ustasını konuşuyordu. Elbette dua edecekti. Ustasına bol ömürler ihsan eylesindi Allah!

Son bir darbeyle bitirivermişti elindeki nakşı. Kağıdı havaya kaldırıp bir baktı önce. Zahid de kağıda baktı ama arkadan pek birşey göremedi. Zaten beyaz mıydı ne kağıt? Sanki hiçbirşey çizilmemiş gibi…

Usta kağıdı masasının üzerinde bıraktıktan sonra Zahid’e yatsıyı kıldırmasını söyledi. Zahid sabah, akşam ve yatsıyı değil de sureleri içinden okuduğu öğlen ve ikindiyi kıldırırdı genelde. Evet evet bir acayiplik vardı bu gece.

İlk sünnetlerini kıldılar yatsının. Usta, kamet getirirken, yavaş yavaş yıldızların göğü işgal ettiğini gördü. Elleri bağlı gözü pencereden dışardaydı. İlk tekbiri aldı Zahid. Usta, tekbiri almamış elini cebine götürüyordu. Cebinden çıkardığı büyükçe bir kıymığın sivri ucunun hangi taraf olduğunu kavrayabimek için ona dokunup duruyordu. Bir yandan da “işte bu son ihanetim sana Zahid” diye fısıltı halinde söyleniyordu. Bunu, önde öylesine derin bir halle, Fatiha’yı okuyan Zahid işitmedi ama karıncalar işitti ama karın soğuğunda dolaşan acüze itler işitti ama ay işitti, yıldızlar işitti, melekler işitti ve şahit oldu. Usta, elindeki kıymığı Zahid’in narin sesinin arasında bir sağ gözüne bir sol gözüne batırıp çıkardı. Sadece bir anlık bir inleme olduysa da Zahid bunu surenin sonundaki uzatılan “veladdallin” kısmının marifeti sandı. Hatta Zahid duymadı bu inlemeyi, sureye kenetlenmişken, ama biz duyduk ve fısıldadık kulağına.

Usta ancak Fatiha’dan sonra tekbir alıp namaza başlayabildi. Seccadenin üzerinde, gözleri bir kararıp bir aydınlanırken, neyin içerisinde olduğunu anlamayan usta, namaz bittikten sonra Zahid’in bakışlarına takıldı. Zahid, ustasını böyle görünce, gecenin kırmızıyı mühürleyişini sonradan anlayacaktı. Bembeyaz birer inci tanesi duruyor belledi ustasının yanaklarında. Böylesine derin bir namaz mıydı ki bu? Anlamadı.

-Evladım Zahid, uyku bastırdı beni. Şu masamın başına gitmeme yardım et.

Zahid söze sözle mukabele etmeyen yeryüzündeki tek insandı belki de. Hemen ustasının koluna girdi ve masanın başına gitmesine yardım etti. Yalnız gözlerindeki damlalar donmuştu. Üç beş gözyaşı biriken yüzüne uzunca baktıktan sonra “ustamın gözlerindeki bu yaşlar nasıl da kristal mavisi böyle”diye iç geçiriyordu. Usta, masasının başına oturduktan sonra ellerini kağıdın üzerinde gezdiriyordu. Nakşedilen resmin kuruduğunu anlayınca da cebinden bir kağıt parçası çıkardı.

-Evladım. Zahid’im. Şu kağıdı al. Aşağıdaki odaya git. Orada tek başına kal ve önce bunu oku. Sonra da gel ve bu nakşa  bak. Tersini yapma. Anlayamazsın! Sütü de getir önüme koy.

Zahid bir çırpıda süt kabını getirip ustasının önüne koydu. Gözleri ağır ağır kapanıyordu ustanın. Belli belirsiz kabı tuttu ve önüne çekti. Sonra başını yere eğdi ve Zahid’in yanından uzaklaşmasını bekledi. Zahid şimdi yıldızların geceyi esir aldığına şahit bir halde pencerenin kenarına iliştirdiği, odanın o tek mumunda ustasının verdiği kağıdı okuyordu. Odadan çıktığında, mumu aldığından mıdır nedir, birden karanlığa gömülmüştü ustası. Zifiri bir karanlığın içinde olmasa dahi belli belirsizdi her şey.

……………………………

1

Sevgili oğulcuğum!

Bugüne kadar sana yaptığım ihanet-belki de çok ağır bir tabir bu ama bunu kullanmak istiyorum-çok acı ve çok yersizdi. Çünkü öylesine samimiydin ki halini gördükçe nakşediyor nakşettikçe de ünleniyordum. Senin hala bir yün kazakla oturmana razı oluyor, ses çıkarmayışına ben de ses çıkarmayarak mukabele ediyordum. Şu gün nakkaşların imzamı konuştuğu malumundur. Bu imza ve mantığı, İslam Sanatı adına müthiş bir hüsn-ü kabul gördü. Hatırlamazsın belki, kesin hatırlamazsın sen, bir gün mürekkebi yanlışlıkla nakşettiğim kağıdın üstüne dökmüştün de ben sana fena halde kızmıştım. Sense her zamanki halinle bakmakla görmenin bana acınası tarifini bu tecrübeyle öğretmiştin. Demiştin ya hani; “işte gerçek sanat budur ki nakşedeninin bir hiç olduğu belli bir eser üretebilsin. Yapılan nakış belki doğanın birebir aynısı ancak sonunda dökülen bu boyayla oluşan rastgelelik Sani olan Allah’tır bizler ise kusurlu birer hiçiz, aciziz manasına gelir ki işte sanatın bizcesi budur.”

Sen bu sözleri söyledikten sonra bir daha konuşmadın. İşte benim gibi geveze biri senin gibi konuşacağı yeri bilen, yaptığı hareketlerde isabet sahibi bir sabinin görmeyi öğretişinden bu yana, oturdu seni çizdi kalktı seni çizdi. Oysa sen bir güne bir gün olsun bir kere ağzını açıp da ses etmedin. Ne bu senden çaldığım ilme ne bu senden çaldığım üne ne de hayatını böylesine itaate mahkum yaşamana ses çıkarmayışın beni eritti. İşte biliyorum ki sana bunları anlatsam sen kesinlikle yolundan dönmez ve itaatine devam ederdin. Madem öyle, işte ben de gözlerimi kör edeyim de bundan sonra ne senin o saf halini ne de itaatinin rengini görebileyim. Görmek kimisine hayırlı değilmiş meğersem. Şimdi bunu anladım. Eğer görmeye devam edersem şeytan beni kendinden bir parça olduğum Rabbim’e karşı fikir yürüten aşağılık bir laf ebesine çevirecek.

Gözlerimdeki kanı, ya bir nurun yeşil aksi ya da gecenin içinden gelen mavi kristal haletinde göreceksin. Renkleri karıştırmana ilk kez sevindim oğulcuğum.

Ustan…

……………………………………

Satırları okuduktan sonra içine düşen koca bir odun parçasının yuvarlanarak yandığını hissetti. Vücudunu saran ateşin sıcaklığından kulakları kızarmıştı. Karın soğuğu işlemiyor, gecenin karanlığı gizleyemiyordu bu ateşi. Ateş şeytandandır. Hemen gitti abdest aldı buz gibi karda. Koşarak odaya girdi ve ustasının başını kaldırıp bir an için baktı. Süt kabının içindeki mavi kristalleri gördü bir an. Sütün üzerinde damlaya damlaya koca bir zemin olmuş, mavilikler vardı. Zahid ilk kez ağlıyordu. Babası olacak o uğursuz adam, onu buraya bırakırken bile ağlamamıştı oysa. Ama ağlıyordu. Ustasına seslendi. Ustası da ağlıyordu. Sarıldılar öylece. Sütün içerisinde, kırmızı bir ummana çağlayan ağıtların rengi de kırmızıydı. Zahid, gözlerinden akanı yaş sanıyordu. Ustasına sarılırken masanın üzerinde duran bitmiş nakışa baktı bir ara. Az önce karda, elinde süt kabıyla yürürkenki haliydi. Süt, kabın on santim kadar üstünde duruyordu. Elindeki kaba odaklanan genç karların üzerinde, her adımı bir arşın, yürüyordu. Süt, gencin bu haline rağmen, bu bembeyaz zeminde dökülmüyordu. Nakşın altına da isim iliştirmişti usta: İhlas!

……………………………..

?

Acizlik en büyük güçtür! İçinde tüten özgür olma güdüsü hüzünlüdür oysa. Bir serçe aciz olduğu için doyar her gün. Bir karınca ya da… Aciz olduğu içindir ki yaşayabilir! Hiç olunca herşey senin olur. Herşey olmaya kalkarsan, hiç olamazsın sonradan…

*https://issuu.com/azizm/docs/edergisubat2013

Bunu paylaş: