Gopez Var, Uskumru Var – Kamil Murat

Gopez Var, Uskumru Var*

Olacak illa ki olacak. Sabahın karanlığı değil bu, bildiğin yağmur karası ama  kafaya koyunca olacak illaki olacak. Bulutlar kapattı,  yağmurda  yağıyor.  Sevmem böyle yağmurları. Önce tavanda lekeler başlar ufak ufak, sonra akar. Yatak yorgan ne varsa ıslanır. İşin yoksa kurut. Yağmur duracak, hava açacak, balkonda yatak yorgan kuruyacak. Uzun hikâye.

Kısmet olmadı. Ne zamandır müteahhit girecekti apartmana ama olamadı işte.  En son konuşmuşlar “aybaşında gelirim, iyice bir konuşuruz” demiş. Apartman yapılırken başka eve geçilecek, kirasını müteahhit verecek, usul  böyle. Eniştemler epey ev aradı ama yakında uygun bir şey bulamadılar. Aslında muhit zengin muhiti, buralarda onlara göre ev zor. Bu kadar düşünmeye ne gerek var, nasıl olsa müteahhit verecek parasını, pahalı diyorsa kendisi başka ev bulsun, oraya geçilir, keyfi bilir.

Evde ne zamandır bir taşınma havası var. Eşyalar kolilerde, torbalarda. Ev hali, bir şey lazım olur ara dur hangi çuvalda, hangi kutuda. İnsanın hevesi kaçıyor sonra, iş de yapmak istemiyor. Ev dedin mi elinin altında olacak, aradığın yerde olacak, deli kızın bohçası gibi dolanıp durdun mu kıymeti  yok.

Panayır gibi her taraf. Bu yetmiyormuş gibi kedilerde dadandı eşyaların arasına. Mart geçiyor, yuva arıyorlar doğurmak için. Gençler dünden razı. Her gün kızıyorum, balkona çıkarıyorum ama küçükler kedileri içeri alıyorlar. Kedisine köpeğine lafım yok, benim derdim temizlik. Sıcaklar bastı kenti, çoluk çocuk yalınayak evin içinde düşüp kalkıyorlar. Bu bebeler mikrop kapmaz mı sokak kedilerinden? Ben anlamam. Hayvan aldın mı aşısı, kontrolü, bakımı tam  olacak.

Aklına geldikçe beslediğin, yastığında uyuttuğun hayvan uymaz bana. Besle, yedir, aşılat, yuvası yeri belli olsun.

Taşınıyorlar diye suları da kestirmiş  enişte.  Artezyenden  su  taşınıyor her gün. Bir kişinin yapacağı iş değil, gençlerin arkadaşları yetişiyor imdada. Kolay değil bidonları dördüncü kata çıkarmak. Yalnız; artezyen suyu  içilmiyor,  içmek  için ayrı su almalı.

Yağmur durmadı. Durmak bir yana ip gibi yağıyor. Denizin güzel olacağını varsayacağız, başka yolu yok. Sabahın karanlığında yola çıkacaksın bir de denizin güzel olacağını varsaymayacaksın. Öyle yağma yok, madem ki çıktık yola, kahvaltımızı da etmişiz, deniz güzel olacak, balığa  çıkılacak.

Bir iki otobüs geçti ama kaldıramadan elimi. Okunmuyor ki yazıları uzaktan. Nereye giderler, kaç numara? Okunmuyor işte. Şimdi elini kaldırsan, dursa, binmesen olmaz. Yağmurda bırakmıyor, okunmuyor yazılar,  numaralar.

Bunlar  yetmiyormuş  gibi  yanağımda  yanma  var.  Öldürdüm.  Ufak  bir böcek, şişmese bari yüzüm. Hava düzelirse, güneş çıkarsa kaşınır, kaşındıkça da  şişer.

Bir yerin yabancısı olmak zor. Her yer birbirine benziyor ama hiçbiri birbiri değil. Ne yapsan, neye binsen yanlış yoldasın. Sora sora, ine bine gittim gideceğim yere. Allah vere de arkadaşı yakalayayım. Bir yandan da denize bakıyorum. Dalgalı mı, düzgün mü? Biraz kıpırtılı gibi. Biraz sonra bozarsa, bütün bu telaş boşa gidecek, sabah düş yollara, sonra deniz bozsun. Düşüncesi bile sıkıntılı. Varsayacağız olacak, deniz güzel olacak.

Denizi anlamak için denizdeki kayıklara bakarsın az mı, çok mu? Güzelse deniz, çok kayık olur. Kayıkların burnuna, kıçına bakarsın. İnip inip kalkmıyorsa iyidir deniz, durgundur. Sandal sallanabilir ama ben biraz acemisiyim işin. Pek paniğe kapılmam belki fakat kürekleri Akif gibi çekemem.

Kıyıdan uzaklaşırsak ona kalıyor, kayığı geri kıyıya o çekecek. Sağ bileğimde ağrı var, istesem de asılamam küreklere. Acemiysen kuvvetin olsa da fayda  etmez,  bu işin bir usulü var, zaman gerek, tecrübe ister.

Akif ’e yetiştim, yeni girmiş arabasına. Sevindi beni görünce. “Balık haline gidelim, yemlik hamsi lazım” dedi. “Oradan istersen ucuz balık da alırsın, tutamazsak eve boş dönmezsin. Ama sen bilirsin, canın  isterse.”

Kalabalık balık hali. Tekneler yeni dönüyor avdan. Sigara içiyorlar, hepsi ıslak, kışın bile suratları yanık. Bir iki teknede hanımlarda var. Kasalara koymuşlar balıkları, kasa kasa yanaşan kıyıya veriyor. Hangi teknenin kasasını nereye koyacağı belli. Postadaki zarf gibi, kasalar adreslerine gidiyor. Adamın biri bağırıyor, balık isimleri söylüyor, duyan istediği balığın peşinden gidiyor. “Sardalyacılar!” diyor, takılıyor peşine biri, “Lüferciler!” diyor, takılıyorlar peşine biri. Herkes birilerinin peşinde.

Kasaları veren teknedekiler çöküyor gemiye. Yorgunluktan herhalde. Kıyıya çıkanlar bir şeyler atıştırıyor ayaküstü. Bayoz, kumru, pilav kolayda, yakında ne varsa atıştırıyorlar.

Biri dolanıyor kasaların arasında yaşlıca. Boynu leylek gibi  dönüveriyor  sağa  sola. Kafasında saç yok, dökülmüş mü, kestirmiş mi belli değil. Çok içersin, bir şeye kızarsın ne yaptığını bilmeden kavga edersin. Adamın gözleri aynen öyle, fazla bakası gelmiyor insanın. Topluyor, eğilip eğilip topluyor. Kasadan dökülen balıkları topluyor, naylon poşetine atıyor. Akif “Bu adam da karnını böyle doyuruyor” diyor, “Buçukçu bu, düşen balıkları topluyor. Şimdi Kasalardan da kırılmış, yarım buçuk balıkları toplar.”

Akif herkese sordu, hamsi bulamadı. Dalga kıranı dolandık, tekneye baktık. Bir teknede bir kadın var yaşlıca. Ağlardan balıkları topluyor,  başı  örtülü.  Biz sorunca içeri seslendi, bir adam çıktı belli ki kocası, “Alın” dedi “Ağın üzerindekileri   alın,   yemlik   çıkar  size.”   Elinde  yarım   ekmek,   yorulmuş belli, çökerek konuşuyor, “Bugün pek yok”diyor. “Tamam, alın onları, para istemez,   ne olacak o kadar şeyden.”

Baktım limanda sardalya var kasayla, ucuza veriyorlar. Telefon  ettim  eve;  hanım, baldıza sordu “İstemem, çok uğraştırır zaten evde su yok, almasın” dedi. Hâlbuki sardalyalar nasılda parlıyor ışıl ışıl, petrol mavisi.

Akif dün motoru istemiş Selim beyden, Rusya’dan oğlu gelecek, nasıl olsa balığa çıkamaz. Motorda problem varmış, alamadı. Küreklere asılacağız. Eski püskü bir şeyler geçirdik üstümüze paçavra gibi. Balığa damat gibi gidecek değiliz  ya.

İlk biz çıktık, bizden başka kimse yok gruptan. İleride sağda tekneler var ama tanımıyoruz. Biraz yaklaştık birine; beyaz saçlı, toplu, yanık tenli bir adam. Hem uğraşıyor, hem de balıklara bir şeyler anlatıyor. Oltaya gelmeleri için tehdit ediyor onları. Anlaşılan buralarda pek bir şeyler yok. Hamsileri ikiye bölüyoruz bıçakla. Akif, oltaya takmadan kestiği balıkları denize atıyor, “Mazmaza” diyor. Attığı balıkların kokusuna, etine, kanına büyük balıklar toplanırmış. Bana biraz uyduruyormuş gibi geliyor, kaptan Cousteau hikâyeleri gibi. Bir bölümünde köpek balıklarını neyin çektiğini bulmak için deney yapıyorlardı. Parlaklık, ses, hareket, hayvan dokuları her şeyi deneyip, hayvanı neyin çektiğini bulmaya çalıştılar. Bu Akif sakın o bölümü seyretmiş olmasın? Akif bu, âlem  adam.  Kıyıdan yanaşıyor birisi. Bizim gruptanmış, merak ediyor, var mı, vuruyor mu? Akif onu akıntı tarafına gönderiyor. Gözünü adamdan ayırmadan, dudaklarının arasından konuşuyor. Sınavda kopya veren öğrenci gibi duyulmasını istemiyor söylediklerinin. “Onu akıntı tarafına gönderdim, şimdi atacağı mazmazalar akıntıyla bizim teknenin altına doğru gelecek. Mazmazanın peşine takılan balıklarda bize gelecek.”

Balıklar da kurnaz mı kurnaz. Misinayı sekiz kulaç saldım, bir şey değip kaçıyor. Dua   ediyorum.   Yaşlı   adam   gibi   ben de görünmeyen biriyle konuşmaya başlıyorum. Kandırmaya, ikna etmeye çalışıyorum balıkları. Sonunda takılıyor oltaya, sandala alıyorum. “Bu ne?”diyorum. Akif “Uskumru bu. Kaç kulaçta tuttun?” Gruptan olan balıkçı hareketlenmeyi görüp merak ediyor “Ne tuttunuz?”diye sesleniyor. Akif, balığı göstermiyor. Anlaşılan yanaşmasını istemiyor başkalarının. Yüzünü buruşturarak konuşuyor “Gopez” diyor. Baksan haline, balığı beğenmeyip denize attı  zannedersin.  Gene  dudaklarının arasından, bana bakmadan adama bakarak konuşuyor. Kopya çeken öğrenciyi oynamaya devam ediyor.

Oltaya taktığımız yem uzun durmuyor, çekiyoruz, bakıyoruz,  yemler  gitmiş.  Daha özenle, itinayla yerleştiriyoruz yemleri iğnelere ama yine faydası olmuyor. Aşağıda bir şeyler hem yemlerimizi yiyor, hem oltaya takılmıyor. Sanki balık tutmaya gelmedik buraya, balıkları beslemeye geldik. Yemi her kaptırdığımızda buruk oluyor yüreğimiz, söylenip duruyoruz. Sonra Akif anlıyor ne olduğunu. Bunlar Gopez. Gopez ufak iğneyle yakalanır. Yemi küçük küçük yiyorlar, ruhun duymuyor. Akif sandalın içinde dört dönüyor, sanki bir şey kaybetmiş birazdan bulacak. “Yok” diyor, “nasıl da almadım yanıma, şimdi  Gopez  iğnesi  olsaydı, nasıl çekerdik, sürü gibi.” Aklım almıyor. Balığa çıkıyoruz her şeyimiz var, kafamızda aynalı kasketler, güneş geçmesin diye ama bir tek cins iğne alıyoruz. Tam acemi işi. Hadi ben öyleyim, Akif bu hatayı nasıl  yapıyor?

Bütün teknelerden bir homurtudur yükseliyor. Kimsede gopez  iğnesi  yok, yazıklar olsun, çektik bir iki tane daha, bunlar Gopez. Akif balıklara  bakıyor, hiçbiri yeme takılmamış. Oltayı çekerken gövdelerine saplanmış iğne, epey var aşağıda anlaşılan.

Karşıyaka tarafı kapattı, sanki tufan. Belgesel izler gibi seyrediyoruz bulutları. Dikkatli olmalı denizde, rüzgâr birden döner, kıyıya dik esmeye başlarsa dalga yapar. Üstüne de Karşıyaka’dan gelen yağmuru yersen, al  başına bela, Titanik  iki. Akif düşünmekten bile korkuyor, ben ise ne olduğunu anlamıyorum bile.  Ne yapalım, acemisiyim bu işin. Etrafa bakınıyor Akif, aranıyor. Teknesinde motor olan birine el sallıyor. Parmağı ile denizi gösteriyor. Tanıdık ifadesiyle adama bakarak dudaklarının arasından konuşuyor. “Hava bir bozarsa bizi kıyıya kim atacak? Motorlu bir tekne yanımızda olsa yorulmayız, bizi de kıyıya çeker.” Tuttuğumuz balıkların en büyüğünü, kutudan çıkarıyor sallıyor. “Balık burada, balık tutmak istiyorsan buraya gelmelisin” der gibi sallıyor. Koca uskumruyu gören motorlu tekne keyifle yarıyor suları yanımıza yol  alıyor.

Karşıyaka’da yağmur yağıyor. Hanım çocuklarla ablasına gidecekti, yağmura yakalandılarsa fena. Kayınvalide de onunla gidecekti. Kalçasında bir problem var yürüyemiyor. Doktor çok kızmış. “On beş kilo vermeden gelme” demiş ama dinleyen kim? Yürümekte güçlük çektiği için taksiyle giderler herhalde, o zaman yağmura tutulmazlar. Kayınvalide biraz boğazına düşkün. Gitmek istemiyor Karşıyaka’daki kızına. O, her şeyine karışır, yemesine içmesine. İki dilim ekmek koyar önüne fazlası yok. Yağlı, tuzlu yemekler yiyecekler yasak. Kim bilir  ne yapar, duyarsa işkembe çorbası içtiğini gizli gizli. Doktor “sakatat yersen hiç yanıma gelme, senin tansiyonun çok yüksek” demiş. Ne yapsın zaafı var kadının, görünce dayanamıyor. Şimdi pek sokağa çıkamıyor kalçası çok ağrıyor. Hele asansör bozuksa, zelzele olsa çıkmaz sokağa çıkmaz. O dört, beş  kat  merdivenler. Ölüm ki ne ölüm. Gâvur eziyeti.

Dönerken Akiflere gidiyoruz, her tarafımız balık kokuyor. Akif az buluyor  balıkları, iki gün önce tuttuğu balıkları da veriyor evde. Söyledim ona, kalabalık olduğumuzu, yetmez diye kendi tuttuklarını da  veriyor.

Otobüse bindiğimde ayaklarımın arasına, yere koydum balıkları,  insanlar  rahatsız olur, kokmasın. Mümkün değil. Ellerim yüzüm, elbiselerim, nefesim  sanki her şeyim balık kokuyor. Ağzına bir düğüm daha atıyorum  torbanın.  Nafile, sanki bütün gece balıkların arasında yatmışım, hala  kokuyor.

Karışık duygular içindeyim. Torbada türlü türlü balık var. Karşıyaka’dakiler balıktan anlar. Ya beğenmezlerse tuttuğum balıkları? Birine mi versem şunları, satsam, para eder mi? Kurtulmak istiyorum balıklardan. Ya beğenmezlerse? Akif “İki gün önce tuttuğu balıklara bakarsın, kokuyorsa bozulmuş olabilir, yemeyin” dedi. Ama kendisi anlamadıysa biz nasıl bilebiliriz ki? Taze diye yersin sonra soluğu hastanede alırsın. Ayıkla pirincin taşını.

Ömer’in babası anlatmıştı pazardan iki kilo balık almış, hanımı pişirmiş, oturmuş yemiş. Sonra pazara çıkmış, çocuğun biri dikilmiş başına “Amca, kıpkırmızı olmuşun, çok güneşte kalma” demiş. Bir iki kişi daha söylemiş ama şaka yapıyorlar sanmış. Kahveye gittiğinde yüzünü yıkadıktan sonra aynada kendini görünce inanamamış. Pancar gibiymiş adam. Zor yetişmiş hastaneye. Acildeki doktor O daha bir şey söylemeden “İşte biri daha geldi, balık yediniz mi beyefendi?” deyivermiş.

Yemeye başlıyorsun güle oynaya biraz sonra herkes pancar kırmızı. Bizi anladık ama çocukların bünyesi kaldırır mı bunu? Aman Allahım ben ne yapıyorum? Otobüsten inerken almasam, sanki unutmuş gibi?

Bu kadar büyütmeye de gerek yok. Karşıyakalılar anlar balıktan, şöyle bir çevirirler sağını solunu, koklarlar, bakarlar. Bozulmuş ise balık anlarlar. Bu kadar yorulduktan sonra boş dönmek olmaz eve. Dua edelim de balıklar bozulmamış olsun. Olmaz olmaz, eve boş dönmek yakışmaz.

*https://issuu.com/azizm/docs/editoredergimayis2013

Bunu paylaş: