Söyleşi: Selin Süar

Söyleşi: Selin Süar*

Dünyada durum ne vaziyettedir bilinmez ama ülkemizde ister gazete olsun ister dergi, süreli yayınlarda kendi çalışanlarıyla söyleşiler yayınlama gibi  bir gelenek vardır. Biz, Azizm’de bunu hiç yapmamıştık ancak örgütümüzde öyle bir isim varki bu durumu değiştirmemiz gerektiğini hissettirdi. Azizm’e 2009’da katılan ve bizlere süratle yüklesen bir eğilim kazandıran ve sitemizin yazarlığının yanısıra editörlüğü üstlenen, ödüllü senarist, yönetmen, edebiyatçı ve eğitmen Selin Süar‘la röportaj olmazsa olmaz bir hal almaya başladı. Bu konuda kendisini ikna etme çabamız aylarca sürdü belki ama sonuçta edebiyattan sinemaya, kültürel tarihten İzmir’e ve elbette Selin Süar’ın ilk romanı “Havra Sokağı“na uzanan keyifli sohbetimiz, kitaba adını veren tarihi sokağın dokusuyla birlikte dopdolu bir hal aldı. İyi okumalar…

Yönetmenlik, araştırmacılık, senaristlik ve edebiyat… Kültür sanatın farklı kollarında aynı anda ilerleyen Selin Süar’ı daha yakından tanıyabilir miyiz?

İnsan bu tip sorular karşısında ne kadar hazırlıklı olursa olsun, her zaman bir iki saniye duraksıyor. Yine öyle oldu. Açıkçası kendimi anlatmakta  biraz eksiğimdir, ama bu soruya bir başlangıç cümlesi seçecek olursam, çocukluğumdan beri az konuşup çok izlemek ve kendi dünyamın dışında gördüklerimi yorumlamaya uğraşmakla başlayan süreçten bahsedebilirim. Tek çocuk olarak büyüdüğüm için her zaman kendime ait bir dünyam oldu. Anne ve babamın çalışması nedeniyle dede babaanne yanında yetiştiğim için  onların  hayat görüşleri, neşeli halleri, davranışları, konuşmaları beni daima çok etkilemiştir. Dışa dönük, yaşamayı bilen ve herkes kadar sorunları olan çatıların altında yetiştim. Gerek anaokulunda, gerekse sonraki okul hayatımda, bulunduğum ortamdan sıyrılıp gözümün önünde yaşananları, sanki ben orada değilmişim gibi algıladığım ve hayal dünyamda o olayın devamını getirdiğim  çok olmuştur. Belki de bu özelliğim nedeniyle kurgusal bir hafızaya sahip olup, hayatta görmüş olduğum kişi, nesne veya olay özelliklerinden vücuda gelen karakterlerle veya imgelerle kurduğum yaşamı resimle, müzikle veya yazıyla ister istemez bir taslağa döktüm daima. Kişinin yapısı, merakı, gözlemciliği ve hayalinin etkisi büyük, ama dediğim gibi ailenin etkisi de yadsınamaz. Okumayı üç buçuk, bilemediniz dört yaşında kıskançlıktan öğrendim. Herkese “Burada ne yazıyor?” demekten sıkıldığım için 2 veya 3 saat süren zorlu sürecin sonunda okumaya başlamış, ne yazık ki birinci sınıfta herkes bir şeyler karalarken ben en arka sırada Victor Hugo’dan Sefiller’in 3 cildini, Daniel Defoe’nun Robinson Crusoe’sunu, George Orwell’in Hayvan Çiftliği‘ni okurdum. Öğretmen ara sıra yanıma uğrayıp sesli okumamı istediğinde diğer arkadaşlarım okumayı öğrenemediği için üzülmesinler diye sesli okumayıp, zayıf aldığım çok olmuştur.

Okumaya erken yaşta ergenlerin bile kaldıramayacağı ağır felsefik ve yaşam kavgası dolu kitaplarla başlamamın yanında –bu kitapları evdeki kitaplıktan yürütüyordum- resim ve müziğin de hayatımda büyük yeri olmuştur. Babam müzisyen olduğu için ilk etapta müziğe olan ilgim büyüktü. Duyduğum tüm parçaları çalabiliyordum, ama maymun iştahlı olduğum için herhangi bir müzik aletini tam olarak öğrenmek istemiyordum. Resim yeteneğim de iyiydi, ama bilirsiniz, Türkiye’de sanat ve sanatçı küçümsendiği ve boş işler adamı olarak görüldüğü için -oysa bence böyle düşünenlerin kafası hiç çalışmıyor ve sanatın elindeki kozun gücü yadsınıyor- ailem de beni sanattan uzak tutmasa da sanatla ilgili bir dala gönlümü kaptırmamamı istiyordu. Müzikten, resimden, heykelden; kısacası ailenin içinde olan tüm sanatsal kabiliyetlerden geri durdum, ama bu kez de kalemim çalışmaya başladı ve lise yıllarında kendimi durduramaz biçimde yazmaya başladım. Ülkenin el üstünde tutması gereken tüm gerçek yazarların aldığı ödül hapis hayatı olduğundan ve kitaplar, okumayan bir ülkeye çok da ulaşmayacağından fikirlerimi, yazılarımı daha geniş kitlelere nasıl duyurabilir ve bu esnada geçimimi de nasıl sağlayabilirim sorusunun tek cevabı olan Sinema, Televizyon, Radyo, Medya; kısacası işitselliği ve görselliği seçtim. İlk ve tek tercihim olan Ege Üniversitesi, İletişim Fakültesi, Radyo, Televizyon ve Sinema Bölümünü kazandım. Ardından Dokuz Eylül Üniversitesi, Güzel Sanatlar Fakültesi, Sinema-TV Anasanat Dalı’nda Yüksek Lisansımı da bitirdim. Okul yıllarında istediklerimi kısmen gerçekleştirdim, hedeflediğim işleri  başardım, ama piyasa öyle güç bir şeydi ki, küçükken izlediğim belgesellerdeki kuş yavruları gibiydi herkes. Mesleğe yeni atılan diğerinden daha üstün nitelikli,  daha güzel kanatlı olsa da, birileri tarafından daha çok beslendiği için diğeri, yeni geleni yuvadan aşağı atıveriyordu. İşte bu nedenle kendini tekrar eden veya edebiyat uyarlamaları olan kısır ve sığ yapımlara, halk daima mahkûm oluyordu ve hâlâ olmaktadır. Bu curcuna, umudumu büyük oranda yitirmeme neden olsa da ulusal ve uluslararası alandaki başarılarıma ve arkasında  dimdik durabileceğim eserleri yapmama engel olamadı.

Hem lisans hem de yüksek lisans eğitimini sinema üzerine yapmış bir sanatçının sanat dünyasına merhaba deyişinin bir romanla gerçekleşmesi pek de alışıldık bir durum değil. Bir roman kaleme almaya ve konu olarak da Havra Sokağı’nı anlatmaya nasıl yöneldiniz? Havra Sokağı, İzmir ve İzmirli için ne ifade etmektedir?

Öncelikle ben sanatçı olduğumu düşünmüyorum desem çok mu muhalefet etmiş olurum, bilmiyorum, ama bunu iki anlamda da söylemek istedim. Birincisi, Türkiye’de mikrofonu üzerine doğru tutup, fiske vurduğunuz çöp tenekesine bile sanatçı diyebileceğimiz bir duruma geldiysek, ben sanatçı değilim. İkincisiyse dünya literatüründe sanatçı dediğimiz kişileri ele aldığımızda onların yanından geçmek için bin fırın ekmek yemem gerektiğini gördüğüm için ben sanatçı değilim, ama o kalibreye gelmek için çok çalışmaya hazırım. Roman ve sinema ayrımına geldiğimizde ise aslında bunun bir ayrım değil, tam tersine bütünleyici bir işlev olduğunu söylemek yerinde olur. Başarılara imza atmış sinemacılara baktığınızda pek çoğunun damdan düşer gibi sinemasal alana inmediğini görürsünüz. Onların geçmişinde bir yerde ve bir zamanda en az bir sanat dalına ilgi duyduğunu ve bunu gerçekleştirdiğine de rastlarsınız. İşte ‘hobi’ diye adlandırılabilen bu uğraşılar, sinemaya adım atanların bakış açısına, yaratıcılığına, duyuşuna ve kompozisyon kuruşuna kadar yansır. Benim de bugüne dek biriktirdiğim müzik, resim, öyküleme bilgim belki hayatın içinden, insanın yüreğine daha çok dokunan senaryolar yazmama ve filmler yapmama neden oldu; bilmiyorum. Sadece şunu da belirteyim, Havra Sokağı, sanat dünyasına ilk adım  atışım  değil. Bundan  önce  yazdığım  radyo oyunları, senaryolar ve öyküler de var. Öyle kendim yazıp kendim okuduğum kompozisyonlar değil hiç biri; TRT’de seslendirilen, yarışmalarda dereceye giren kompozisyonlar.

Sözü çok uzatmadan kitaba gelirsek eğer; her şey, 15 Kasım 2003’te İstanbul Şişhane’deki Neve Şalom ve Şişli’deki Beth İsrael sinagoglarında meydana gelen terör saldırılarıyla başladı. Saldırıların hemen ertesi günü İzmir’de bulunan Havra Sokağı’na gittiğimde ailem çok sinirlenmiş ve sert çıkışıp “Sen ölmek mi istiyorsun!” diyerek uzun bir süre o taraflara uğramamı yasaklamışlardı. Yasakladıkları yer terör yuvası değildi, büyük bir kültürel zenginlikti, kalabalığın tam ortasında bir yerdi ve üstelik bu insanlar bildiğim kadarıyla bir şey yapmamışlardı. Ben kendimi bu kadar kötü hissettiysem, ‘onlar yaşadıkları bu ülkede kim bilir nasıl bir korku ve yasak içinde yaşıyorlardır…’ diyerek İzmir’i merkez alan bir şeyler yazma isteği içimde uyandı. Başı sonu o an belirlendi;  ama ortaları?

İsrail-Filistin veya başka bir açıdan ele alırsak Yahudi-Arap çatışması, benim yaşlarımdaki herkes için bir kulak dolgunluğu yaratmıştır mutlaka, ama İsrail, Yahudi ve Musevi üçgeninde anılan ve Türkiye’de de bulunan bu insanlara saldırıların neden bu denli çok yapıldığını ve neden medya destekli bu nefretin gün geçtikçe arttığını merak ederek yola çıktım. Olayın İsrail ve Filistin ile ilgili boyutuyla hiç ilgilenmedim, oradaki çatışmaların nedenini az çok biliyordum, ama buradakiler de mi o çatışmaların bir parçası oldukları için bu saldırılara maruz kalıyordu? İşe önce Neve Şalom Havra’sına bir mail atarak başladım. Oradaki yetkili biri hemen cevap verdi, bu beni çok sevindirmişti; ki  sonra onunla ve ailesiyle çok iyi dost olduk. Bir zaman sonra onların yanına gittim ve ailesinin arasına girdim. Zaman geçtikçe çok daha fazla kişiyi tanımaya başladım ve ailelerin yapılarını, geleneklerini, Musevi dininin gerekliliklerini –çünkü çoğu, dinine bağlı kişiler- , yaşam tarzlarını öğrendim. Öyle öğrendim dediğime bakmayın; bildiğiniz Türk ailesinin farklı bir inanca mensup üyeleriydi hepsi. Hatta bir fazla olarak Türk’ü İslam’dan ayırmayan ve kendilerinden başkasına yaşam alanı tanımayan geri kafalı kitlelerin çoğalmasıyla beraber hoşgörünün azalmasının tam aksine Musevilerde, büyüklerimin anlattığı o keyifli, dostluk, birlik ve beraberlik dolu bir yaklaşım vardı. Tabii bu esnada bizimkiler de çekiniyor, bin bir türlü saldırı, takip ve terör senaryoları yazıyor; benim de arada kaynamamam için dua ediyorlardı. Kısacası Madam Anetlerin, Moşe amcaların hikâyeleriyle büyüttükleri beni, bu kez korku yüzünden aynı karakterlerden ayrı tutmaya çalışıyorlardı. Bu gerçekten kötü bir his…

Yine de Kitap yazmak isteyerek çıktığım yolda, bugün, ailem gibi gördüğüm birçok kişi tanıdım, müzelerde araştırmalar yaptım, çokça kitap okudum. İzmir’e de atfetmek istediğim bu kitap için İzmir tarihiyle ilgili de birçok araştırma yaptım. İzmir, rant sağlamaya çalışanlar ve istilacı yöneticiler için 1950’lerde mahvedilmeye başlansa da Anadolu için önemli bir kültürel zenginlik.  Türkiye’yi bize armağan edenlere ve bizlere köle değil, birey kimliği kazandırmak isteyen kime baksanız Selanik çıkışlı olduğunu görürsünüz, işte İzmir’i de aydınlığın ve insan olma bilincinin kalbi olarak görüyorum ben. Araştırmaya bir kalksanız yüzlerce konu çıkarırsınız. İzmir’de yaşayıp Havra Sokağı’nı bilmeyenler var; bileseler bile Havra Sokağı’nın adının neden havra olduğunu bilmeyenler de çok. İzmirli için genel olarak Havra Sokağı taze meyve, sebze ve her türlü et, balık, süt ürününün satıldığı bir yer olarak bilinse de 15. yüzyıldan beri, bir cemaat evi ve dokuz havranın aynı çember içinde toplanması nedeniyle bu ismi almıştır. 15. yüzyıl… Ve her birinde asırlık eşyalar, acilen korunması gereken tarihi eserler var.

İstedim ki bugün oldukça azalan, ama zamanında nüfus olarak çok sayıda olan Musevilerin, İzmir’deki yerini biraz olsun anlatabileyim. Havra Sokağı’nda yıkılmaya yüz tutan havralara, buralardan gelip geçen milletlere, onların izlerine, Aya Fotini Kilisesine, Sabetay Sevi’ye, kahvehanelerden meyhanelere; en basitinden ‘YALI’ ismiyle anılan ama bugün Çin Seddi’nden beter olan kıyı şeridinin çok yakın tarihte nasıl olduğuna ilgi çekmek ve kitabı okuyanları araştırma yapmaya yöneltmek istedim.

Havra Sokağı’nı iyi bilmeyen bir arkadaşım, kitabı okuduğu günlerin ardından İzmir’e gittiğinde, sokağın hiç olmadığı kadar tanıdık geldiğini söylemişti. Sokağın ve orada geçen hayatın resmini çizmek için hayal gücünüzü mü kullandınız, yoksa her gün sokağa gidip, gözlem yeteneğinizi mi konuşturdunuz?

Evet, aslında aynı sözleri ben de birkaç kez duydum ve bu nedenle çok mutlu oldum. Hatta bazı okurlar, Havra Sokağı’na gidip, Serdar’ın evi şuradaki bina  mı, buradaki bina mı diye sordular. Aslında ben zaten oralarda gezmeyi çok sevdiğim için aklıma kazınan birçok görüntü oldu. Yani, zaten bunlar benim görsel hafızamda vardı, ama betimleme yapmak için, orada geçen hayatın nasıl bir hayat olabileceğini yazmak için hayal gücümü kullandım desem daha doğru olur.

Musevi kültürünü bu kadar şeffaf ve içten yansıtmanızı neye borçlusunuz? Kitabın hazırlık sürecinde gözlem ve araştırmalarınıza ne kadar yer verdiniz? Yaşanmış bir olayı mı anlattınız?

Daha önce de bahsettiğim gibi, tanışıklıklar ve yaşadıklarım beni de içine çekti. Hepimiz gibilerdi. Önceden bahsettiğim aile dostumuzla daha ilk görüşmemde beni ailesinin içine sokması, sanki yıllardır tanışıyormuşuz gibi davranması ve tüm ailenin içtenliği başlangıç oldu. Mesela o ilk görüşmede öğrendim koşer etin ne olduğunu. Pikniğe gitmiştik. Gülüyorlardı, kederleniyorlardı, Türkçe konuşuyorlardı, Türk insanının üzerine yapışan mangal ve çizgili pijama keyfinin aynısını onlarda görüyordum. Bir tek, ikinci isimleri ve dinleri değişikti. Daha sonraki günlerde çevrem genişledikçe hepimiz kadar aynı olan dertlerine, sevinçlerine şahit ve dâhil oldum.

İstanbul’daki sinagogları gezdim. Daha önceki terör saldırılarından kalma kurşun ve kan izlerini gördüm. Havrada çalışan Müslüman ve Musevilerin nasıl şakalaştığını, birbirleriyle nasıl güzel geçindiklerini, birbirlerine nasıl güvendiklerini gördüm. Museviliğin ve İslamiyetin birbirine çok benzediklerini fark ettim. Tüm bunlar belki de içtenlikle ve en doğru şekilde bu kültürü anlatmama neden oldu. Ama kitapta yaşanmışlıklar var mı derseniz, pek çok kişi Ahram olup olmadığımı, ailemi mi anlattığımı ve bunları yaşayıp yaşamadığımı sorsa da her şeyi tam olarak aktarmak yerine çokça yaşanmışlık ve imgelem desem daha doğru konuşmuş olurum.

Hikâyeyi sürdürürken hangi ilkelere bağlı kaldınız ve özellikle dokunmadan geçtiğiniz yerler oldu mu?

Kişilerin etrafında dönen olayları konu ettiğim için aslında tarihsel dokuya uygun olarak dokunmadığım değil, dokunduğum bir noktayı net olarak söyleyebilirim. Kurtuluş Savaşı’nda, kitapta yazıldığı şekilde bir asker toplama ve trenle cephelere gitme olayının yaşanmadığını biliyorum, fakat herkesin top yekun bu yurdu kurtarmak için elinden gelen her şeyi yapmaya hazır olduğunu, ama  Balkan Savaşlarından beri süren kayıplardan, fakirliklerden de yorgun düştüğünü anlatmak için o sahneyi derli toplu yaratmak zorundaydım. Yani bazen biz zannediyoruz ki, herkes vatana helal olsun deyip çocuğunu, eşini cepheye yolluyor. Savaş, filmlerde izlediğimiz gibi herkesin bir cengaver misali mutlu mesut canını ortaya koyması değil. Siz başınızı gururla uzatır mısınız, hiç korkmadan? O insanlar da bıkmış artık, bitmeyen bir işgal ve savaş var. Çocuğu beşikteyken savaşa gidip, nasıl olduysa yaşamayı başaran ve geri döndüğünde çocuğunu 5–6 yaşlarında gören var; o da kaçıp geri dönüyor yani, yoksa  kimsenin kimseyi ‘evine gidebilirsin’ diye bıraktığı yok.

Farklı kültürlerin bir arada yaşamaya engel olmadığını gösterdiğiniz kitabınızda başta bu konu olmak üzere okurlardan olumlu ya da olumsuz  ne gibi tepkiler aldınız?

Okur tepkileri çok güzel. Benim de görebildiğim bazı eksiklikleri ve benim hissedebildiğim yoğunlukları hissettirebilmek kadar güzeli yok. İtiraf edeyim, kitabı bir hafta içerisinde yazdım, ama 3-4 saat uyuyup tüm gün bilgisayar başında  oturarak  bunu  yazabildim.  Havra  Sokağı’nın  taşları  yerine oturmaya başladığında onu dizi senaryosu olarak altı bölüm yazmıştım. Bunu yapımcılara götürdüm, ama hemen hepsi “Sürüyle senaryo var. Belki sana bir gün sıra gelir de senaryon okunur.” diye cevap verdi. Kimi ‘Yahudi’ olgusundan korktu. Havra Sokağı’nı ve içindeki karakterleri öyle sevmiştim ki bir yolunu bulup onu  yeniden hayata kazandırma çabalarıma geri dönmeliydim. Ben de onu kitap olarak yazdım. Yazarken hiç aklımda olmayan onlarca yola saptım, beklemediğim sonuçlar ve karakterlerle karşılaştım, olaylar farklı yol çizgilerinde kesişti ve ortaya, her okuyuşumda kimi zaman ağlayıp kimi zaman güldüğüm yerler oldu. Sanki yazan ben değilmişim gibi bazen bir karakterin sözüne, gözümde canlanan bakışına veya olaylara hüngür hüngür ağladığım oluyordu. Kitabı yazdıktan sonra okuttuğum bazı tanıdıklarımın beni gözyaşları içinde arayıp, kitabın bitmesini hiç istemediklerini de duydum. Bu hisleri yaratabilmek gerçekten çok güzel.

Ahram ve Yosi’nin aşkı, yaşanmış bir aşk mıydı? Değilse nasıl bu kadar gerçekçi anlatabildiniz? Havra Sokağı’nın sıcaklığını bu kadar iyi yansıtmanın sırrı nedir?

Ahram ve Yosi’nin aşkı aslında dindar Musevi  ailelerinde tanık  olabileceğiniz bir süreç. Kadınların başka dinden olan biriyle evlenmeleri tepki almıyor, ama  bir erkeğin başka dinden biriyle evlenmesi hiç hoş karşılanmıyor, hatta buna engel olunuyor. Ailenin, baş kaldırıp evlenen erkeği reddettiği bile oluyor. Bir arkadaşımın çok iyi giden bir ilişkisi vardı, ama birbirlerini çok sevmelerine rağmen arkadaşım Müslüman ve Türk olduğu için, sevgilisinden ayrılmak zorunda kaldı. Bunlar bir gün büyük bir tartışmanın sonunda bakmış ki olacak gibi değil, içip içip ağlaşmışlar ve o gece son kez konuşup ayrılmışlar. İkisi de uzun süre toparlanamadılar, ama sonra normal hayatlarına döndüler. Bu maalesef günümüzde bile yaşanıyor. Bu zinciri kıran bir çifti anlattığım için Musevi ailelerden tepki aldığım çok oldu. Hatta bir gün bir söyleşide 14-15 yaşlarında  bir Musevi çocuğun “Bizim işlerimize karışmak senin ne haddine, biz kendi kabuğumuzda mutluyuz” sözlerini bile işittiğim oldu.

Bu aşkı nasıl bu kadar gerçekçi anlattığımı ise ben bile bilmiyorum. Sanırım her iki tarafın da hislerini içimde duyumsadım. Başka türlü olmazdı zaten, yazamazdım…

Yasef’in Ayşe için yazdığı şiirleri Yasef kimliğiyle mi yazdınız yoksa herhangi birinin aşka dair dizeleri de olacak nitelikteler mi?

Aslında evin pek çok ayrıntısına gizlenen şiirler, karakterin, karşısındaki kadına duyduğu aşk üzerinden tüm canlılara bahşedilen ve kimi zaman tozlu köşelere sıkıştırılan, unutulan aşkın, iyiliğin, sevginin; yani gerçeklerin ortaya çıkması kaygısından ileri geliyor. Bu nedenle Ayşe ile Yasef’in aşkı öyle bir an geliyor ki, insanların birbirine olan muhtaçlığını, en saf duygu olan sevgiyi, toplumların birbirlerine karşı olan saygısını, bağlılığını anlatmak için araç halini alıyor. Bir aşkı anlatabilmek içinse hem erkek, hem de kadın gözüyle karşı cinse bakmak zorundasınız. Yasef de Ayşe de birbirlerine delicesine tutkunlar. Biliyorlar, bu yaptıkları yanlış, utanç verici ve bu nedenle birbirlerinden kaçıyorlar, ama bir an geliyor, hiçbir şeye hâkim olamıyorlar. İşte o zaman toplum yargılarından, belki vicdandan, haktan hukuktan çok ötede en büyük günahı; aşkı yaşıyorlar, ama diğer tarafta vatan aşkı için de kan gövdeyi götürüyor.

Serdar’ın kaldığı evde ortaya çıkan sandığın başka bir anlamı var mıdır?

Sandık aslında bir metafor. Musa’nın Ahit Sandığına gönderme yapıyor. Bugün hala kayıp olduğu düşünülen ve Musa Peygamberin huzuru, adaleti ve barışı sağlamak için Tanrı tarafından yazdırıldığına inanılan 10 Emir tabletlerinin de içinde bulunduğu sandık bulunduğunda dünyaya tekrar barışın geleceği ve Ahir zamana girileceği tasavvur edilir. Yasef’in aşkını ve yaşanılanları anlattığı mektuplar, şiirler, fotoğraflar sandıktan çıkıyor; birlik ve beraberlik içinde yaşanılması gerektiğinin altını çiziyor.

Üzerinde çalıştığınız roman türünde başka projeniz var mı? Bundan sonra ele almak istediğiniz konu nedir?

Öyle çok taslak var ki aklımda… Aslında Ermeni göçüne dair, Sabetay Sevi’ye dair tarihsel konuları ele almak istediğim roman ve senaryo fikirleri olduğu gibi, baba-kız ilişkisine vurgu yapan veya çalışma hayatında karşılaştığım insanların karakterlerinden oluşan bir izlek oluşturmak da istiyorum. Ama hepsinden önce ilk kurşunu işgale karşı sıktığı söylenen ve hikayesi çok bilinmeyen Hasan Tahsin, yani Osman Nevres’i ele almak isterdim. Bunların pek çoğuna başladım, ama hayat kavgası, para kazanmam için yapmam gereken işler gibi nedenlerden dolayı devam ettirmem zor oluyor. Orhan Pamuk veya Elif Şafak gibi rahat olmak ve tek işimin kitap yazmak olmasını isterdim.

Hangi yazarların kaleminden etkileniyorsunuz?

Yaşar Kemal, Mıgırdiç Margosyan ve Trevanian kesinlikle başı çekiyor, ama Nazım Hikmet, Sabahattin Ali, Anton Çehov, Dostoyevski, Kazancakis, İlias Venezis gibi yazar ve şairler de aklıma ilk gelenlerden.

Sinemaya dönecek olursak, üslup olarak hangi yönetmenin tarzını kendinize yakın buluyorsunuz?

Ben aslında yönetmenlerin üslup tarzı olarak bir ayrım yapmıyorum, ama buna mutlaka bir şey söylemem gerekirse aklımda yer eden yönetmenler Thodoris Angelopoulos, Kostas Gavras, Nuri Bilge Ceylan ve Ferzan Özpetek gibi isimler. Son dönemlerde ise Lübnanlı oyuncu ve yönetmen Nadine Labaki çok ilgimi çekiyor ve sanırım işlediği konular ile çekim tekniklerini kendime daha yakın buluyorum.

Önümüzdeki dönemde ne gibi sinemasal çalışmalarınız olacak?

Senaryo yazımlarına ve film çekimlerine Azizm Sanat ekibi olarak zaten devam ediyoruz, ama bunun yanında Türk-Yunan ortak yapımı olan İki Yaka Bir İsmail adlı dizide de görev alıyorum. Bir de gerçekleştirmek istediğim belgesel projelerim var. Henüz yalnızca birini Kültür Bakanlığı’na ödenek almak için gönderdim. Dilerim gönderdiğim konunun önemi kavranır da projenin önü açılır. Aslında en büyük isteklerimden biri Havra Sokağı’nı dizi olarak yapamasam bile Türkiye-İsrail ortak yapımı bir film olarak gerçekleştirmek.

Hem sinema hem edebiyat kulvarlarının arka planına geçebilmiş bir sanatçı olarak ülkemizde bu iki alandaki genel sıkıntılar nelerdir, sizin önünüze herhangi bir engel çıktı mı?

Ülkemizde genel olarak sanata ve sanatçıya verilen önem az olması bir yana dursun, arkasında hiçbir tanıdık veya başka deyişle torpil bulunmayan başarılı kişilerin önü ne yazık ki açık değil. Yalnızca Havra Sokağı üzerinden hareket ettiğimde bile kapıldığım umutsuzluğu size aktarmam yeterli olacaktır diye düşünüyorum. Önceki sorularda da zannederim bir yerde değinmiştim; Havra Sokağı’nı ilk evvel dizi senaryosu olarak yazdım diye. Kimse getirdiğim eserin özgün olup olmadığına bakmadı ve başvurduğum pek çok yer ya benimki gibi sıra bekleyen sürü sepet eserlerin varlığından bahsederek boşuna heveslenmememi söyledi ya da bunda Yahudi var, kaka, cıs diyerek hemen önyargısını ortaya koydu ve daha ilk başta her şeyi yok saydı. Keza kitap dosyasını da aynı şekilde kimi editörlere götürdüm, ama ya hiç cevap gelmedi ya da ilk sayfanın üzeri komple karalanarak olmamış dendi. Hele bir editör, kitabın ilk sayfasında geçen ‘şehrin tavanı’ sözcüğünü karalayarak ve tüm sayfanın üzerini çizerek bir köşeye ‘Çok fazla edebiyat yapılmış. Bundan hiçbir şey olmaz’ yazmıştı ve ben kendimi çok kötü hissetmiştim. Oraya ‘gökyüzü’ yazmasını ben de bilirdim, ama uzun süre düşünüp farklı bir imgelem aramıştım ve bu yüzden aforoz edilmiştim.

Gün geldi, ailemden biri gibi sevdiğim Erol Gelardin sayesinde kitap basıldı. Basıldı basılmasına da, bundan bir şey olmaz denilen kitap, daha ikinci  haftasında ikinci baskıyı yaptı. Tam sevinecekken yine uğursuzluk çöreklendi ve yayınevi, önceki borçları yüzünden kapandı. Şimdi kitap piyasada oldukça kısıtlı sayıda kaldı ve hâlâ çok talep var. Haydi dedim, başka yayınevlerine sorayım… Bir yayınevi, kitabın sonunda benim ve eminim aklını yitirmemiş olan daha birçok kişinin en çok değer verdikleri kişilerden biri olan Atatürk’le ilgili yazdıklarımı çıkarmamı istedi; seven varmış sevmeyen varmış, satışı engellermiş… Hadi onu da geçtim, kitabın ismini değiştirmemi istedi! Düşünebiliyor musunuz, kitap ismi değişecekmiş ve her kesime hitap edecekmişim ben…  Ben  zaten  her  kesime  hitap  etmek  için  o  kitabı yazdım.

Havra Sokağı yerine saçma bir sokak numarası mı uydurup koysaydım? Kitabın özü zaten Havra Sokağı. O giderse yerine ne kalır ki?

Konuyu biraz dağıttım sanırım. Bir dokun bin ah işit derler ya, benimki de öyle oldu, ama sanat, ne yazık ki Türkiye’de oldukça zor bir süreçten geçiyor. Bir sanatçı önce halktan aldıklarıyla kendini var etmeli ve birikimlerini, aldıklarının üstüne ekleyerek halkı geliştiren bir yön çizmeli diye düşünüyorum. Sanatın her alanına baktığınızda, insandan olanı insana geri vermek adına, toplum içinde yer alıp, toplumun yol göstericisi olmak gerekiyor. Burada benimle aynı fikirde olmayan birçok kişi olacaktır, ama ben ortaya konulan her eserin, bilinçli olarak mesaj verme ve bir misyon üstlenme kaygısı olmasa da kendi içinde, kendi yapısından kaynaklanan bir mesaj iletme aracı olduğunu düşünüyorum ve bu yüzden ne sanatçıyı ne de sanatı toplumdan ayıramıyorum. Bu yanlış anlaşılmasın; seviyesiz komediler, ‘halkı yansıtıyorum‘ sloganı altında yapılan küfürlü argolu eserler birer sanat değil bence. Çünkü sanat, toplumun içinden olduğu kadar, toplumu daha yukarı taşıma görevi de üstlenmeli. Mustafa Kemal Atatürk’ün “Sanatçı, toplumda uzun mücadele ve gayretlerden sonra alında ışığı ilk hisseden insandır.” sözü, aslında sanata çok önem veren Atamızın, sanatçıya yüklediği misyonu ve sanatçı kimliğini açıkça ortaya koyuyor.

Bugün ülkemizde sanat eğitimi ve sanatın yeri oldukça zayıf. Halkına zerre değer vermeyen Tanrı-Krallar, bir din elden gidiyor saçmalığı tutturmuş gidiyorlar. Bunlar bir de adalet ve özgürlük getirdik deyip Amerika’nın kendi çıkarları için girdiği ve kibarca söyleyeyim, tuvaletini yapıp batırdığı ülkelere benzer bir özgürlük ve adalet anlayışıyla, bir yerlerine birey kimliği ve maddi refah batan kafasız Türk halkını mükemmel biçimde güdebiliyorlar. Böyle bir ortamda kendilerini  fakir  bırakanlara  şükredip,  onlara  insan  olduklarını  hatırlatan asıl kurtarıcılarına, bizlere ve aydınlarımıza diş gösterip ellerindeki Kuran’ı sallıyorlar ve bizim cehennemlik olacağımızı söyleyebilecek kadar gerileşebiliyorlar. Böyle bir ortamda para ve kendini kurtarma gayesine düşen akılsızlarımıza bırakın ‘sanat’ demeyi, kişisel hak ve özgürlüklerden bahsettiğinizde bile işi düşmanlığa vardıran boyutlara getiriyorlar.

İşte bu kültürel yozlaşma, çarpık yapılaşma, kavram kargaşası, içerikleri niteliksiz olan televizyon programlarını izleme gibi olumsuzluklar sonucunda sanat da bir köşede ‘monşer’lerin boş uğraşısı oluyor. Monşer demem de, bana hırlayan ve benim çok zengin olduğumu sanıp yatlarda katlarda gün geçirdiğimi zanneden bir adamın sözünden kaynaklanıyor… Ben ona birey olduğunu, böyle yaşamaması gerektiğini, aydınlanması gerektiğini ve maddi anlamda sömürüldüğünü söylerken o bana, çoluk çocuğunu saygılı, Kuran’a bağlı yetiştirdiğini, benim cehennemde yanacağımı, bugün ülkede sonsuz adalet ve özgürlük olduğunu, benim birilerine çamur attığımı ve benim, bol paralı biri olarak hayat kaygım olmadığı için sadece konuşan ve sanat yapan bir ‘monşer’ olduğumu söylediğinde özelikle monşer kelimesine çok gülmüş, ama kendini bu kadar aşağı gördüğü için ona acımıştım. Çünkü en az onun kadar hayat mücadelesi veriyor, bu esnada ülkem için de bir şeyler yapma gayretine giriyordum, ama o ne kadar parası olursa olsun bu kafası yüzünden asla yaşayamayacağı bir hayatı benim üç beş fotoğrafımda görüp, bir iki yazımı da okuduktan sonra beni bir eli yağda bir eli balda zannederek, ‘monşer’ ilan ediverecek kadar bilgisiz ve donanımsızdı.

İşte tam da bu noktada, Atatürk’ün de vurguladığı gibi, yaşadığımız dünyayı düzenleme    ihtiyacının,    ancak    estetik  kaygı  ve  farklı bakış açısı ile gerçekleşebileceğini düşünerek, sanata büyük önem verilmesinin gerektiğini düşünüyorum.

Yakın geçmişte kurulan Köy Enstitülerine baktığınızda,  mezun öğretmenlerin en az bir sanat dalıyla uğraşma zorunluluğunun olduğunu ve her birinin mutlaka en az bir tane müzik aleti çalabildiğini görürsünüz. Ve ne yazık ki bugünkü eğitime bakarsanız, adım adım bu estetikten yoksun bireylerin özenle yaratılması için büyük çabalar harcandığını da görürsünüz. Nitekim önümüzdeki eğitim sistemi, sanattan daha da fakir, öngörüden ve yaratıcılıktan alabildiğine uzak ve de hiçbir alanda gerekmeyen dogmatik bilgiye çok yakın. İnsanı insan kılan özelliklerden sıyıran bu kafaları ülkenin başından kesip atmak, sanatı, paracı ve çıkarcı tekellere bırakmamak, nitelikli yetişmiş sanat eğitimcilerinin varlığı  acilen gerekli. Ayrıca kültür sanat etkinliklerini destekleyecek yerlerin, müzelerin, tiyatro binalarının vs. artırılması şart.

Son olarak eklemek istediğiniz bir şey var mı?

Eklemek istediğim çok şey var, ama sanırım şimdilik bu kadar yeter. Siz de yoruldunuz beni dinlemekten… Yine de tüm olumsuzluklara rağmen ülkenin bütün monşerlerinin (gülüyor) yani, aydınlarının ve sanatçılarının, rant sağlama ve çekememezlik gibi daha büyük olumsuzluklara yol açacak olan içlerindeki kötü sesleri susturup daha çok bir araya gelmesi gerekiyor. Bu birlikteliklerden karanlığın gözlerini kamaştıracak kadar ışık yayılacağına ve bu ışığın köhneleşmiş olan tüm zihinlere sızacağına eminim.

Duygu Yılmaz

*https://issuu.com/azizm/docs/ederginisan2012

Bunu paylaş: