İkinci Cumhuriyette “Sultanı Öldürmek” – Can Önen

İkinci Cumhuriyette “Sultanı Öldürmek”*

12 Eylül askeri müdahalesiyle başlayan toplumu dinselleştirme ve muhafazakar bir doku oluşturarak ilerici/aydınlanmacı damarı kuşatma operasyonu, 90’larda Milli Görüşün toplumda giderek ağırlığını artırması ve hükümet olmasıyla sonuçlanmıştı. 90’lı yıllar, aynı zamanda sosyalist bloğun tarih sahnesinden çekildiği ve Türkiye burjuvazisinin yeni oluşan dünya dengesinde kendi meşruluğunu ve emperyalist sisteme eklemlenme düzlemini yeniden üretme krizine girdiği yıllardı. Milli Görüş hareketi bu arayışa yanıt verememiş ve düzenin en önemli siyasi aktörlerinden olan ordu, 28 Şubat müdahalesiyle, 90’lar boyunca etkisini artıran siyasal İslama karşı şekilci ve içeriksiz bir laiklik söylemiyle müdahale etmişti. Bu müdahale siyasal islamın toplumsal dayanaklarına ve ideolojik olarak beslendiği kanallara müdahale etmediği için, milli görüş içerisinden çıkan ve daha ılımlı, liberal eğilimli bir dinci sermaye partisi olan AKP’nin iktidar olmasına neden olmuştur.

Geride bıraktığımız 10 yıl ise bu partinin damgasını vurduğu bir dönem oldu. 1923’te kurulan, Sovyetler Birliği’nin var olduğu bir uluslar arası ortama özgü dengelerde kendisine alan açan, emperyalist güçlere karşı bir kurtuluş savaşı vererek kendisine halk nezdinde meşruiyet sağlamayı başaran bir siyasal hareketin önderliğinde modernleşmeyi hedefleyen kamuculuk, aydınlanmacılık gibi ilerici değerleri birer paradigma olarak benimseyen rejim; AKP tarafından 2010 referandumuyla birlikte yenilgiye uğratılmıştır ve yerine, toplumun modern sınıfsal ilişkilerle değil, cemaat örgütlenmeleriyle kendini ifade edebileceği ve modernizmin ülkemizde yarattığı tüm değerlerin saldırıya uğradığı bir gerici diktatörlük kurulmuştur.

Bu tarif edilen süreçte aydınların sürece nasıl tepki verdikleri, kendilerini nasıl konumlandırdıkları, sürecin seyrini ve toplumsal meşruiyetini de etkileyen oldukça önemli bir konudur çünkü AKP kendi rejiminin toplumsal dayanaklarını ve ideolojik kodlarını oluştururken bir taraftan kendi aydınını, kendi ‘sol’unu da yaratmaya çalışmıştır. ‘Solcu’ olarak tanınan bazı aydın ve yazarların, sola ait değerlere ve işçi sınıfına saldırdığı su götürmez bir gerçek olan AKP’ye verdiği utanç verici destek bir anlamda sürecin meşruiyetini artırmıştır diyebiliriz. AKP 1. Cumhuriyetin değerlerine saldırırken, Ergenekon, Balyoz, KCK, Devrimci Karargah gibi davalarla yeni rejiminin ideolojik kodlarını, tarih tezini mahkeme salonlarında yazıp[1] kendisine tehdit oluşturabilecek tüm muhalif özneleri tasfiye ederken yaşanan süreci AKP’nin ülkeyi asker vesayetinden kurtardığı, ülkenin demokratikleştiği bir süreç olarak olumlayanlar bu duruma iyi bir örnek oluştururlar. Tüm bu söylenenler çerçevesinde kendisini ‘sosyalist’ olarak tarif eden Ahmet Ümit’in pozisyonu da, son romanı Sultanı Öldürmek üzerinden tartışılmayı hak ediyor.

Gözümüzün önüne getirmemiz gereken ilk sahne, 2010 referandumu sürecinde ve sonrasında yaratılmaya çalışılan ‘demokratikleşiyoruz, asker vesayetinden kurtuluyoruz’ ortamında bazı televizyon programlarında boy gösteren ve verdiği demeçlerle bu kervana katılan Ahmet Ümit… Daha sonra 2012’nin Nisan ayı gözlerimizin önüne geliyor. Kitap 2012’nin Nisan ayında 100.000 adet basılmış ve Nisan aylarının ortalarına doğru edebiyat alanında pek alışılmadık bir reklam kampanyasına tanık oluyoruz. İnternette Ümit’in İstanbul Hatırası ve Bab-ı Esrar adlı kitaplarından sonra yeni kitabının da ‘fragmanı’ yayınlanıyor ve yazar, kitabın tanıtımı için ilk kez romanın en önemli olaylarından birinin yaşandığı sokakta kameraların karşısına geçiyor.[2] Ayrıca internette Ahmet Ümit’in kısa kısa videolarda kitabın vurucu yerlerinden pasajlar okumasıyla ve facebook’taki hayran sayfasından yine benzer şekilde romanın okuyucuyu cezbedebilecek kısımlarının yayınlanmasıyla tanıtım kampanyasının sürdüğüne tanık oluyoruz. Kampanya istenen sonucu hemen veriyor ve kitabın  ikinci baskısı çıkıyor.

Ahmet Ümit’in hemen hemen tüm romanlarını okumuş biri olarak yeni romanın cazibesine kapılsam da, Nisandaki fuar sırasında ne yazık ki bu romanı edinemiyorum. Daha sonra birkaç günlüğüne bulunduğum Bodrum’da kitapçılarda üst üste yığılmış olan roman yine karşıma çıktığında da onun cazibesine direnebilmeyi başarabildim. Fakat yaz öncesi tüm bu yoğun tanıtım kampanyası ve kitabın hiç şaşırtmayan şekilde yazlık mekanlardaki kitapçıların raflarını tıka basa dolduruyor oluşu, onu edinmeyi ve bu ‘piyasacı’ romandan dişe dokunur bir polisiye çıkıp çıkmadığını test etmeyi kaçınılmaz kılıyordu.

Kitabı okuduğumdaysa romanın ne kadar iyi bir polisiye olduğu tüm önemini yitirdi çünkü içerisinden geçtiğimiz; gericiliğin ve savaş çığırtkanlığının tavan yaptığı süreçte, piyasacı bir zihniyetin, postmodern bir tarzın, AKP’nin 2. Cumhuriyetinde nasıl bir üretimle sonuçlanacağına dair çarpıcı bir örneğin bıraktığı iz vardı aklımda. Artık kitabın biçimsel eleştirisinden çok, siyasal ve ideolojik kodlarından ve postmodern üslubundan bahsedilmesi, kitabın polisiye değerinin tartışmasından daha önemli hale gelmişti.

Ahmet Ümit son birkaç romanında okurlarına polisiyeyle tarihi bir arada sunarak postmodern bir tarzın sinyallerini vermeye başlamıştı. Bunlardan benim okuduklarım İstanbul Hatırası ve Patasana, bu tarzın önemli örnekleridir. Patasana adlı romanda yazar, Mezopotamya’nın antik döneminden kalan bulgular üzerinde çalışma yapan bir kazı ekibi üzerinden bölgenin çatışma ve trajedilerle dolu tarihinden bölümlerle, bölgede bu gün de yaşanmakta olan çatışmanın bir devamlılık içerisinde olduğunu ve aradan geçen zamanda çatışmaların yarattığı ortamda yaşayan toplum açısından pek bir şeyin değişmemiş olduğunu hissettiriyor. Bu romanda tanık olunan; zamanın ve toplumsal ilişkilerin, kültürel yapının vs. tarih boyunca değişse de aslında tarihin bir anlamda tekrar ettiği iması, yazarın diğer tarih soslu romanlarında da karşımıza çıkacak olan bir düşüncedir artık.

İstanbul Hatırası’nda yazar, hikayeyi romanlarından aşina olduğumuz Başkomiser Nevzat karakterinin perspektifinden anlatıyor. İlk cinayet işlendikten sonra kurbanın elinde bulunan ve Kral Byzas’a ait olduğu anlaşılan sikkeyle birlikte İstanbul şehrinin tarihi, şehrin kaderini değiştiren hükümdarlara yapılan göndermelerle romanın arka planına yerleşiyor. İşlenen her yeni cinayet şehrin tarihi açısından önemli bir mekanda gerçekleşmekte ve her yeni kurbanın elinde, şehrin tarihine damgasını vurmuş bir hükümdara gönderme yapan bir sikke bulunuyor. Konunun bu şekilde ele alınışı, Dan Brown’ın da ülkemizdeki popüler roman okurları üzerindeki etkisi düşünüldüğünde, şaşırtıcı olmayan şekilde İstanbul Hatırası’nın okunurluğunu büyük ölçüde artırıyor. Dan Brown’ın tarzına öykünmenin çok bariz olduğu roman İstanbul şehrinin tarihine dair pek çok ayrıntı sunuyor okura. Okurla romanın bağı, kitaptaki karakterlerden komiser Ali ve Zeynep’in aşk hikayesinden, komiser Nevzat’la iki çocukluk arkadaşının ilişkisinden çok Topkapı Müzesi müdiresi Leyla hanımın anlatımıyla öğrendiğimiz İstanbul Şehri’nin tarihinin romansı sunumuyla kuruluyor diyebiliriz. Romanın ciddi bir araştırmaya dayandığını ve İstanbul şehrinin tarihini başarılı bir şekilde sunduğunu teslim etmek gerekiyor. Öte yandan kitap, aynı Patasana’da olduğu gibi tarih kavrayışı anlamında bir süreklilik/kopuş diyalektiğindense tarihin tekerrürden ibaret olduğu tezine göz kırpıyor. Romanda sunulan tüm bu tarihi bilgi ve ayrıntının sunumunun okurda bıraktığı düşünce, şehrin kaderinin değişen hükümdarlara, kültürlere ve toplum biçimlerine rağmen aslında yüzyıllardır değişmediği olabilir. Ayrıca öykünün seyri boyunca ciddi birer unsur olan cinayetlerin işlendiği önemli mekanlar ve tarihi hükümdarların sikkelerinin kurbanların eline bırakılmış olması, okuyucuda uyanan cinayetlerin arkasındaki özneye dair ciddi bir komplo ya da iyi organize olmuş, ciddi bir örgütlenme ihtimalinin, finalde komiser Nevzat’ın sıradan iki arkadaşının cinayeti işleyenler olduğunun anlaşılmasıyla tuhaf bir şekilde yıkılıyor. Bu da bir polisiye olarak romanın gücünü azaltan olgulardan bir olgu.

Yazarın Sultanı Öldürmek adlı son romanı, tarihçi bir akademisyen olan Müştak Serhazin’in 21 yıldır yurt dışında yaşayan ve onu bir kez bile aramamış olan meslektaşı, büyük aşkı ve ‘sultanı’ Nüzhet tarafından aranması ve yemeğe davet edilmesiyle başlar. Müştak, 21 yıl sonra Nüzhet’in aramasına şaşırmıştır ve kafası oldukça karışmış bir halde Nüzhet’in davetini hemen kabul eder. Nüzhet Müştak’la kıyaslandığında daha cesur ve cüretkardır; tabuları yıkarak bilim camiasında adını duyurmuştur ve akademik kariyeri için Müştak’ı terk etmiş, ABD’de yaşamaya başlamıştır. Nüzhet orada spekülatif çalışmalara imza atarak kariyerini ilerletirken, Müştak ona olan özlemini zamanla takıntı haline getirmiş, bu saplantılı haliyle alanında onun kadar başarılı olamamış, daha sıradan ve bulunduğu pozisyonda kalmasına yetecek ‘rutin’ çalışmalar yapmıştır. Nüzhet, sonradan öğrendiğimize göre, yine sansasyonel bir çalışması için Türkiye’de bulunmaktadır ve Müştak’ı ‘Fatih ve kardeş katli fermanı’ üzerine olan bir çalışması üzerinden kendisine yardım edebileceğini umduğu için yemeğe davet etmiştir.

Tüm bu yıllar boyunca Nüzhet’i bir fetiş haline getirmiş olan Müştak’ın zaman zaman nükseden bir de psikiyatrik rahatsızlığı vardır. Psikojenik füg adındaki bu rahatsızlık, Nüzhet’in aramasının yarattığı etkiyle uzun bir aradan sonra tekrar aktif olur ve Müştak telefonu kapadıktan sonra geçici hafıza kaybı yaşar, bir süre sonra kendine gelir ve kendisini Nüzhet’in İstanbul’dayken yaşadığı Sathiyan Apartmanı’nın giriş katında, randevuya için hazırlanmış bir şekilde bulur.

Psikojenik füg, karakterin saatlerce ‘dipsiz bir karanlığa sürüklendiği’ ve kendine geldiğinde geçen zaman içerisinde ne yaptığını hatırlayamadığı bir tür hafıza kaybıdır. Müştak Nüzhet’in yanına çıktığında kapı aralıktır ve hayatının aşkı geçen 21 yılın yaşlandırdığı yüzünde şaşkın bir ifadeyle, boynuna saplanmış bir cisimle ölü vaziyette koltukta oturmaktadır. Müştak bu görüntü karşısında uğradığı şoktan çıkınca bu cismin Nüzhet’te ve kendisinde birer tane bulunan ve sapında Fatih’in tuğrası olan gümüş mektup açacağı olduğunu fark eder… Bu andan itibaren okuyucunun ve Müştak’ın kafasını kurcalayan sorulardan biri belirmiştir: Nüzhet’i Müştak mı öldürdü? Müştak geçici hafıza kaybı yaşamış olduğu için 21 yıl sonra kendisini arayan ve yıllardır acı hissettiren bu kadını öldürmeyi planlayıp planlamadığından emin olamaz. Romanda, olay Müştak’ın perspektifinden okuyucuya aktarılmaktadır ve Müştak’ın yaşadığı iç çatışmalar, Nüzhet’in ölümü üzerine kendisini aklamayı umarak yürüttüğü soruşturma, (Müştak kendine geldikten sonra polis tarafından cinayetin anlaşılmasında kullanılabilecek bütün delilleri karartmış, cinayette kullanılan aleti ise vapura bindiğinde denize atarak  gecenin karanlığına gömmüş ve devre dışı bırakmıştır.) bu soruşturma sırasında temas ettiği kişilerle olan ilişkileri ve diyalogları romanın başat unsurlarıdır artık.

İkinci bir unsur olarak işlenen cinayetten kimin ya da kimlerin çıkarı olabileceği sorusu üzerinden gündeme getirilen ve romana dahil edilen; Müştak’ın ve Nüzhet’in hocası saygın bilim adamı ve yaşından anlayabildiğimiz üzere Cumhuriyetin yetiştirdiği ilk kuşak aydınlardan olan tarihçi Tahir Hakkı’dan ve genç asistanlarından bahsedilebilir. Nüzhet’in putları yıkacak araştırmasının; II. Mehmed’in tahta çıkabilmek için babası II. Murad’ı öldürdüğü tezi üzerine olduğu hissettirilir Nüzhet’in evinde polis tarafından bulunan birkaç makale ile. Kitabın ismi de okuyucuya Müştak’ın sultanı Nüzhet ile Osmanlı padişahı II. Murad’ın cinayetlerini çağrıştırmaktadır aynı anda. Nüzhet anlaşılan o ki, ünlü alman tarihçi Franz Babinger’in Fatih Sultan Mehmed ve Zamanı kitabını ve Dostoyevski’nin ünlü romanı üzerine Dostoyevski ve Baba Katilliği adlı makaleyi okumaktadır öldürülmeden önce.

Nüzhet söz konusu araştırma için bir süredir sık sık Türkiye’ye gelmekte ve Tahir Hakkı’yla görüşmektedir, Tahir hakkı Nüzhet’in araştırmasına pek sıcak bakmıyor gibi görünmektedir. ‘Başarıya aç, suçluluk duygusuyla kıvranan bu milletin elinden bunu da almaya kalkışmayın… Her milletin onur duyması gereken milli kahramanları vardır. Onları zavallı insanların elinden alamayız.’ (sayfa 50) diyen Tahir Hakkı, Nüzhet’in aksine tutucu/muhafazakar bir karakter olarak, Nüzhet’in II. Mehmed’in prestijini azaltacak ve bir ‘milli’ değer olmaktan çıkaracak, halkın gözünden düşürecek bir sonuca ulaşması ihtimali bulunan bir çalışmayı yürütmesine sıcak bakmamaktadır. Nüzhetle Tahir Hakkı’nın görüşmelerinde bulunan asistanlar da Tahir Hoca gibi düşünmektedirler.

Asistanlar’ın arasından Çetin adlı karakter asabi bir kişilik olarak resmediliyor. Kitapta açıkça söylenmese de ‘gençliğinde siyasi bir örgüte üye’ olmuş bu tutucu/milliyetçi genç, adı konulmamış olsa da ülkücü geçmişi olan, çacuk sinirlenen, kavgacı ve fevri bir tiptir. Nüzhet’le Tahir Hocanın görüşmelerinden birinde çok sinirlenip Nüzhet’e bağırmışlığı da vardır. Tahir Hakkı Nüzhet’i tek başına öldüremeyecek yaşta olduğundan, zaman zaman Çetin’in Nüzhet’in katili olabileceği ya da Tahir Hakkı ve ekibinin kolektif bir çalışmasının ürünü olarak bu cinayetin işlenmiş olabileceği gündeme getirilmektedir Müştak tarafından. Bu şüphe okurda da bir süre uyandırılacak. Dolayısıyla romanın en önemli unsurunun bu tutucu kakterler üzerinden yürütülen tartışmalar olduğu söylenebilir. Tarihle psikiyatriyi kombine ederek çağın ruhuna gayet uygun ‘çığır açıcı’ bir çalışmaya imza atmak üzereyken cinayete kurban giden Nüzhet’le; dayak yiyip dili kesilerek kurtulmayı başarmış olan eşcinsel asistanı Akın ve karışlarında konumlanan I. Cumhuriyetin aydını Tahsin hoca ve eski ülkücü asabi asistanı… Bu ikilik, kesinlikle yazarımızın ülkenin içinden geçtiği sürece dair kavrayış şeklinin bir yansıması. Bir tarafta hataları yanlışları olsada, darbelerle ve darbecilerle hesaplaşan; darbecilikle suçlanan generalleri ilk kez ‘sivil’ mahkemelerde yargılayıp kafalarına sivillerin balyozunu indirmeyi başaran, ülkeyi ‘demokratikleştiren’ bir siyasal iktidar; diğer tarafta ise bu sürece köstek olan tutucu, militarist, faşist, darbeci kesim.

Romanda Nüzhet, tarihin karanlıkta kalan kısmını aydınlatmayı amaçlamaktadır Fatih’le ilgili araştırmasında. Karşısında ise ‘resmi’ tarih anlayışını savunan, Türkiye yeniden büyük bir ülke olmak üzereyken, ortadoğuda tekrar lider olabilecekken, Amerikada yaşayan güya Türk bir profesörün, Osmanlı’nın şanlı geçmişine leke düşürecek bir çalışma yapmasından rahatsızlık duyan gençler vardır.(sayfa 480) Şu anda ülkede yaşanan sürecin temel çelişkisinin aşağı yukarı böyle bir şey olduğunu düşünen liberal solcular romandaki karakterleri ve aralarındaki ilişkiyi gerçekçi bulmuş olmalılar.

Yazar yeni romanıyla ilgili söyleşilerinden birinde Osmanlı tarihini araştırırken II. Mehmed’in tahta tesadüf eseri çıktığını öğrendiğini ve romanın bu olayın üzerine şekillendiğini söylüyor.[3] Bir başka söyleşisinde ise romanın arka planında Osmanlı’ya ve Fatih’e yer vermesinin nedenini, geçmişi doğru anlamanın bu gün yaşanan olayları da daha iyi çözümlemeye yardımcı olacağına inanmasıyla açıklıyor.[4] Kulağa hoş geliyor değil mi? Peki ya tarihe bakarken postmodern bir yöntem kullanılırsa sonuç ne olur? Cevabı yine yazarın kendisi aynı söyleşide veriyor. Yazara göre Osmanlı’daki ‘derin devlet’ mücadeleleri II. Murad’ı canından bezdiriyor ve Osmanlı’nın kaderine damgasını vura padişah II. Mehmed ‘tesadüfen’ 12 yaşında tahta çıkıyor. Yazarın geçmişten bu güne yaşanan süreçlerin başat aktörü olarak gördüğü derin devleti, tavsiyesine uyarsak ve iyi analiz edersek gerçekten de bu gün AKP’nin ülkeyi demokratikleştirecekken nasıl da derin devletin süreci engellediğini daha iyi anlayabiliriz!

Derin devletin gerçekten de AKP tarafından tasfiye edilip edilmediğini (bugünü) anlamak isteyenlere yapılabilecek en doğru öneriyse Soğuk Savaş döneminin nasıl başladığını, NATO’nun nasıl Amerikan emperyalizminin bir iç savaş örgütü olarak kurulduğunu, bu örgütün anti-komünist mücadelesinin alanını daraltan; dönemin ulus devletlerinin burjuva hukuk kurallarını delebilmek için illegal kontr-gerilla yapılanmalarını nasıl başlattığını ve kullandığını, dönemin ilerici/aydınlanmacı devrimci aydınlarının önderlerinin nasıl derin devlet faaliyetleriyle katledildiklerini araştırılması olabilir… Derin devletin amacı emperyalizmin çıkarlarını koruyabilmek için, söz konusu ulus devlet sınırları içerisinde hukuk kurallarına takılmadan faaliyet yürütebilmekti. Dahası sosyalist bloğun çözülüşü NATO’nun tüm kurullarıyla (kontr-gerilla da dahil) yeniden işlevlendirilmesi ve anlamlandırılması ihtiyacını gündeme getirdi ve bu kurum bu gün de yine aynı amaçla, yani emperyalizmin iç savaş örgütü olarak işlevini sürdürmektedir. Son dönemdeki işlevini anlamak içinse ‘Arap Baharı’ denen sürece bakmak yeterlidir.

Bu gün I. Cumhuriyet’i tasfiye ederek islamo-faşist bir diktatörlük kuran ve NATO’culuktan vazgeçmek bir yana emperyalizme daha da doğrudan eklemlenen AKP rejiminin ihtiyacı olan şey kontr-gerillayı tasfiye etmek değil, onu yok ediyormuş algısı yaratmaktır. Kont-gerillanın tarihteki izini sürmeye niyetlenen Ümit ise tarihi doğru bir yöntemle tahlil edip bu günü anlıyor olmaktan çok, bu gün yaşanan süreci yanlış tahlil edip geçmişi de yanlış anlıyormuş gibi görünüyor. Yoksa dönemin Osmanlı bürokrasisindeki farklı klikleri temsil eden Çandarlı Halil Paşa grubuyla Sarıca Paşa grubu arasındaki çekişmeyi derin devlet içi çatışma olarak okumak başka türlü açıklanamaz.

Yazara göre darbe geleneği de Osmanlı’dan mirasmış kalmış ülkemize. 28 Şubat müdahalesiye ordu, tıpkı yeniçeriler gibi herşeyi belirlemiş. Osmanlı’da zaten bu mirası Roma’dan, Roma da muhtemelen Hititlerden almış.[5] Romanı okuyan insanların da koskoca Freud bile romanda darbelerden bahsediyorken (sayfa 83) kendilerinin hiçbir şekilde katılımının olmadığı bir demokratikleşme sürecine bakarak, (bu nasıl demokratikleşmeyse) bir darbe anayasası olan 12 Eylül’ün bu gün tartışılıyor olmasına, sonunda insanlık makus tarihini yeniyor mu acaba diyerek sevindirik olmaları gerekiyor.

Romanda Freud’cu psikanaliz yöntemi hem Müştak’ın hem de II. Mehmed’in kişiliğini anlamamıza yardımcı oluyor. Her çocuk büyürken mecazi anlamda babasını öldürmek zorundadır. Çünkü baba figürü çocuğun annesini paylaşmak zorunda olduğu bir otoritedir. Çocuk, baba figürünün sahip olduğu anneye sahip olmak istediği için babayı mecazi anlamda öldürmeden büyüyemez. Romanda konu edilen Fatih’in kişiliğini belirleyen etmenler konusunda ise II. Mehmed’in sıradan bir çocuğa göre annesinin dışında iktara da sahip olan bir babayla arasındaki çelişkinin çok daha derin olduğuna dikkat çekilir. Dahası II. Mehmed ya tahta çıkacak ya da ölecektir ve tahta çıkma zorunluluğunun da baskısı altındadır. Romana göre II. Mehmed’i Fatih yapan bu etmenlerdir. II. Mehmed tahta 2. kez çıktığında otoritesini saraydaki hiziplere de kabul ettirmek zorundadır ve bu yüzden Konstantinopolis’i fethetmeye karar vermiştir. Tarihte bireyin rolü, bu yazının sınırlarını aşıyor ne yazık ki ama romanı yazarken yararlandığı eserler arasında Edward Hallet Carr‘ın ‘Tarih Nedir?’ adlı çalışması da bulunan yazarın Konstantiniyye’nin Osmanlı tarafından fethedilmesi gibi önemli bir olayı açıklarken yalnızca bu fethi gerçekleştiren devletin hükümdarının psikanalizine ve onu motive ettiği iddia edilen; İslam peygamberinin Konstantinopolis’in fethedilmesiyle ilgili hadisine ya da Osmanlı’nın kurucusu Osman Bey’in rüyası gibi spekülatif etmenlere odaklanması düşündürücü. Bizans İmparatorluğunun ve dönemin Osmanlı’sının toplumsal ilişkileri, Fatih’in tahtta kabul görebilmek için ihtiyaç duyduğu büyük zafer kadar, Osmanlı devletinin de temsil ettiği sınıfın çıkarları gereği bir zaferle sıçramaya ihtiyaç duyması ve aslında romanda ‘derin devlet’ olarak nitelenen aristokrat bürokrasinin saraydaki biri yayılma diğeri statüko yanlısı iki hizbi arasındaki çekişmenin de bununla ilgili olduğu hissettirilebilirdi. Zaten ideolojik girdi yapmak da bir şeyleri çarpıtarak yapılabileceği kadar bir olayın hangi yanını öne çıkardığınızla da ilgilidir. Bana göre Ahmet Ümit’in son romanında yapılan ise hem derin devletin Osmanlıda da varolduğuna yönelik girdiryle yapılan çarpıtma, hem de tarihsel bir olayın hükümdarın kişiliği, hırsı ve zorunluluğuyla açıklanmasıyla yapılan eksiltmedir. Bu yanıyla Sabah’taki söyleşide bahsedildiği gibi Fetih 1453 filminin konuyu ele alış biçiminden çok da farklı görünmüyor Sultan’ı Öldürmek.

Son olarak; yazarımız romanında tarihe bakarken gerçeklerden yana olmayı ve gerekirse milli değerlerin bile gerçeklerden önce gelmemesi gerektiğini, Nüzhet üzerinden savunuyor olsa da; romanın akışında bir yerden sonra II. Mehmed’i aklayarak asıl öldürülmüş olma ihtimali olanın Fatih olduğunu gündeme getirmesiyle yarattığı kahramanın aksine romanın başarısının azalmaması adına büyük hükümdara gölge düşürmeye pek de istekli değil. Aksine romanda Fatih’in, yani iki kıtanın sultanı ve iki denizin hakanı, bu dünyada ve ahrette Allah’ın gölgesi, iki ufukta Allah’ın gözdesi, yer ve su kürenin hükümdarı, Konstantiniyye Kalesi’nin fatihi, Sultan Murad han oğlu Sultan Mehmed Han’ın sık sık övüldüğünü görüyoruz. Örneğin 388. sayfada Fatih’in çocukluk dönemine ait çizimlerin bulunmasıyla birlikte ‘bir anda soruşturmanın getirdiği ağır hava dağılıyor’ ve herkesin yüzüne Fatih’e duyulan hayranlıktan ötürü tatlı bir gülümseme yerleşiyor, Fatih’in aslında Roma’nın doğal varisi olduğu ve farklı kültürleri bir arada yaşatabilecek bir dünya imparatorluğu kurmanın en büyük hayali olduğu söyleniyor (sayfa 429)

Romanın tüm bu söylenenlerden yola çıkarak, AKP’nin eski rejimi yenilgiye uğrattığı (‘darbecileri’, ‘derin devleti’ tasfiye etmeyi başardığı) ve kendi gerici rejimini hızla inşa etmeye koyulduğu bir dönemde, bu sürecin dayattığı kavram setleriyle ve sürecin ülkeyi götürdüğü yerle bir problemi olmadığını, hatta son tahlilde bu süreci olumladığını iddia etmek yerindedir. Ahmet Ümit’in de edebiyat dünyasında piyasacılığıyla ve postmodern tarzıyla Elif Şafak’la, Orhan Pamuk‘la aynı yerde durduğu tereddütsüz bir şekilde dillendirilmelidir.

[1] http://haber.sol.org.tr/yazarlar/fatih-yasli/yeni-rejimin-balyozu-60030

[2]   http://www.haber7.com/kitap/haber/878506-sultani-oldurmek-kitabi-bir-ilke-imza-atti

[3]    http://www.sabah.com.tr/Cumartesi/2012/04/14/darbe-gelenegi-osmanlidan-miras

[4]    http://egoistokur.com/freuddan-fatih-sultan-mehmede-psikanaliz/

[5]    http://www.sabah.com.tr/Cumartesi/2012/04/14/darbe-gelenegi-osmanlidan-miras

*https://issuu.com/azizm/docs/edergiekimkasim2012

Bunu paylaş: