Söyleşi: Doğu Yücel

Söyleşi: Doğu Yücel*

 

“BU KİTAP BENİM STAR WARS’UM”

Hani derler ya “10 parmağında 10 marifet” diye. İşte Doğu Yücel de öyle bir adam. Müzik yazarlığının yanında müzik de yapıyor, Gazoz Ligi’nde top da koşturuyor, senaryo da yazıyor ama en çok öykü adamı diyebiliriz.

En güzel söyleşi bilgisini mütevazı kişiliğiyle birleştirmiş insanla yapılan söyleşidir. Karşınızdaki “Hadi sorun, cevap verelim de gidelim” tarzında yaklaşıyorsa sıkılırsınız. Ama lafın lafı açtığı sürekli yeni şeyler öğreneceğiniz biriyle söyleşi yaptığınızda kalkıp masadan gitmek istemezsiniz. Doğu Yücel de ikinci kategoriye giren biri. Hem edebiyat hem sinema hem müzik konusunda altı dolu çok laf etti, eleştirel kimliğini  ortaya koydu. Son kitabı “VAROLMAYANLAR”, kaosu öngören, bilimselliği fantastik kurguyla yoğurmuş bir kitap. Yücel, kitabı için “Hayalimi gerçekleştirdim” diyor. Önemli olan da başarının ne  olduğu değil ne kadar değerli olduğu değil midir zaten? Bu yüzden Varolmayanlar çok değerli bir kitap.

Öncelikle Varolmayanlar’ın nasıl doğduğundan biraz bahsedebilir misiniz? Ne kadar süredir böyle bir kitap yazma fikri vardı?

Çok uzun zamandır düşündüğüm bir fikirdi. Hayalet Kitap’ın bitimine doğru aklımda canlanmaya başlamıştı. İlk kitabım Düşler, Kâbuslar ve Gelecek Masalları’nda “Ölümsüzlüğün Gıcık Sırrı” diye bir öyküm vardı. Öyküyü yazarken Mars’taki bir ovaya Carl Sagan Ovası demiştim. Bundan bir ay sonra Mars’ta bir ova bulunduğunu, buraya da Carl Sagan Ovası adı verildiğini öğrendim. İnanılmaz bir rastlantı oldu benim için. Ardından böyle tesadüfler sürekli karşıma çıkmaya başladı. Hayalet Kitap’ta gıcık bir vergi hukuku hocasına vergi cezası geliyordu. Böyle bir esprili dil kullanayım derken bir süre sonra kitabı okumamış bir arkadaşımdan vergi hukuku hocamızın gerçekten böyle bir ceza aldığını öğrendim. Bu tesadüfler toplandı ve bende “Acaba yazdığımız şeyler gerçek hayatta karşımıza çıkabilir mi?” sorusunu uyandırdı. Diğer yazar arkadaşlarımla konuşurken onların da benzer tesadüflerle karşılaştığını öğrendim. Zaten hep şu olur; yazarken karakterle öyle özdeşleşir ki yazar, onun başı ağrısa yazarın da ağrır, karamsar bir bölümde yazar depresif olabilir. Sonuç olarak bunlar katlandı katlandı ve “varolmayanlar”da yazdığımız şeylerin yazarken bir şekilde hayatımıza da girmesine dair fantastik ve uçarı bir kitaba dönüştü. Fikrin ortaya çıkış yolu buydu fakat hiç kısa bir yol olmadı. Sürekli olarak tali yollara saptım. Yani sadece aklıma gelen fikre sabit kalmadım. Artık özgün fikirlerin bulunması çok zor. Önemli olan onu nasıl anlattığınızdır. Bu sinemada da böyledir edebiyatta da müzikte de. Ben de hikâyemizi derinleştirerek iyi bir anlatım yapmaya çalıştım.

Sanırım karakterleri ve fikri özümseyerek anlatabilmek hem ortaya çıkan eser adına hem de başarı adına gerçekten önemli yer tutuyor.

Kendi açımdan daha başarılı bir iş çıkar mı bilmiyorum fakat şu an bu kitabın benim Star Wars’um olduğunu düşünüyorum. Bu roman üzerinde o kadar çalıştım ve o kadar kafa patlattım ki, ne bileyim, Neil Gaiman’ın “Amerikan Tanrıları” gibi veya atıyorum; Nirvana’nın “Nevermind”ı gibi benim için bir zirve olabilir. Bilmiyorum, belki de bunu söylemek için çok erken ama şu anki hissiyatım o yönde…

Kitaba baktığımızda bir kaos ortamından söz edebiliriz. Hem sisteme getirdiği eleştirel bakış açısı hem de klasik siyasi söylemden uzaklaşan üçüncü bir yol göstergesi sanki kaosu işaret ediyor gibi. Kitap kaosu mu öneriyor?

Kitap kaosu öneriyor mu ondan emin değilim. Aslında kitap bir şeyi önerir mi? Bu soruyu  sormak  lazım. Biraz kitabın çizdiği  yol  böyleymiş  gibi oldu.   Ben kaostan yana birisi değilim. İnsanoğlunun zekâ da dâhil vicdanımız da dâhil bir evrimden geçtiğini düşünüyorum. Yavaş yavaş bazı şeyleri daha iyi çözebileceğimizi düşünüyorum. Yani kitaba nazaran daha umutluyum ama bir yandan bakıldığında ortada bir çıkmaz var. Çözümü düşündüğünüzde bazen bir kaos çıksın ve insan akıllansın diye düşünmüyor değilim.

Aslında yaşadıklarınıza bakılırsa önermekten daha ziyade öngörüyor diyebilir miyiz?

Evet, önermekten ziyade öngörmek daha iyi bir tespit olur. Kitapta sunulan manzaranın aslında gerçekçilerin elinde olan bir gazeteden aktırıldığını görüyorsunuz. Belki de başka bir açıdan bakıldığında yaşananlar daha iyimser yorumlanabilir. Bu yüzden okura da açık kapı bırakmak istedim. Ortada biraz soyut bir son var. Sonu yazmadan önce Boris Vian’ın “Kırmızı Ot”u aklıma gelmişti. Sonra “Buffy The Wampire Slayer”ın bir bölümünü hatırlamıştım. Onların da biraz soyut biraz sembolik sonları vardı. Ben de biraz soyut bitmeli diye düşünüyordum ki öyle de oldu.

Peki, bu son sizi tatmin etti mi yoksa “tamam yahu soyut oldu işte” mi dediniz?

Hayır, ben sondan gayet mutluyum. Zaten bir hikâyeci olarak tercih ettiğim yöntem, fikri bulup zenginleştirdikten sonra finali bulmaktır. Usta romancılarda bile üçüncü perde sendromu var. Finalde çuvallayan bir sürü usta isim var. Zaten usta bir isim değilim. 40 yılda bir kitap yazdığım için finali çok önemsedim. Kitabın yapısı biraz “Lost” dizisine benziyor. Onda da çok fazla yan hikâye  vardı ama son sezon çok kötüydü. Ben de bu hataya düşmemek için ekstra çaba harcadım.

Lost’ta sanki bir yerden sonra “nasıl olsa tuttu. Biraz uzatalım” dediler. Haliyle toparlayamadılar. Sizin avantajınız başının ve ne zaman biteceğinin belli olmasıydı.

Bu bir avantaj olabilir. Bu yüzden de ne kadar çok tali yola girsem de, yan hikâye anlatsam da zaten bunlar planlanmıştı. Benim okuduğum kitaplarda aradığım şey yazarın çok büyük bir plan kurmasıdır. Planın sonu olmayınca başı da bir şey ifade etmiyor. Lost’ta da, okuduğum kitaplarda da başyapıt gibi görünen eserlerin sonunda çuvallaması benim gözümde her şeyi bitiriyor. Kitabı yazarken bulduğum bu iyi fikrin karşılığının kâğıda aynı iyilikle yansıtılması gerektiğini  düşündüm.  Ekstra  bir  sorumluluk  yüklendim.  Sıradan  bir     fikir bulsaydım kendimi bu kadar zorlamazdım. Stephen King yazarların aslında  fikir bulmadığını, o fikirlerin başka bir evrenden gelerek yazarları bulduğunu söyler. Ben de fikrin beni bulduğunu düşünmüştüm. Hayatımın o dönemdeki tek amacının bu hikâyeyi iyi anlatabilmek olduğuna karar vermiştim. Çok uykusuz kaldım, çok okudum, çok yazıp sildim. Umarım emeklerin karşılığını kitaba yansıtabilmişimdir.

Kitap kültürel alanın dışında bilimsel veriler de içeriyor. Örneğin antidepresanların ve diş macunlarının aslında bilimsel olarak bilinen ancak toplumsal olarak bilinmeyen etki ve etkisizlikleri üzerine açıklamalar var.

Kapitalizm bunu istiyor, insanlar da bunu yerine getiriyor. Bir süre sonra buna karşı insanlar bile çarkın parçası oluyor. Benim gibi olan yazarların şu an yaptığı iş reklâm, metin yazarlığı yapmak, dizi senaryosu yazmak vesaire. Yani yaratıcı insanların hayatını kazanması için onlara sunulan iş imkânı tüketim çılgınlığını köpürtmeleri yönünde oluyor. Burada fena bir kısır döngü var. Herkes kendine bir kaçış yolu arıyor. Benim kaçışım da edebiyat oluyor. Aslında bazı şeyleri insanların keşfetmesi gerek fakat insanlar da para harcamayı seviyor. Maddi gücümüz ne kadar kısıtlı olsa da son model arabaya, en basitinden son model  cep telefonuna paramızı yatırıyoruz. İlaçla Tedavi Efsanesi diye bir kitap çıktı. Kitabın antidepresanlarla ilgili bölümünü yazabilmek için onu okudum. Ayrıca kitabı tavsiye de ederim. Zaten bu konulara merakım vardı ve fikir sahibiydim. Diş macunu konusu Küçük Kıyamet’te de bahsini geçirdiğimiz bir mevzuydu. Onun araştırmasını da sağlam kaynaklardan yaptım. Diğer böyle komplo teorilerinden faydalandım. Zaten yapmak istediğim gerçeklerle biraz oynamaktı. Her zaman tarihsel ve bilimsel şeylere sadık kalmadım. Örneğin çok tanrılı dinleri savunduğum gibi bir izlenim yaratmış olabilirim. Sonuçta onlar da tek tanrılı dinlerden daha barbarca uygulamalarla insanları meşgul ettiler. Kitapta çok tanrılı dinlerin aslında insanların süper kahraman ihtiyacını karşıladığı gibi sonuçlara varıyoruz. Bu çok ciddiye alınabilir bir fikir değil. Kendi düşüncelerimi bile çarpıtarak verdim. Yoksa çok didaktik ve öğretmen edasıyla bir şey anlatmış olurdum. Kitabın hep tarafsız bir bölgede olmasına, sadece özgür düşüncenin tarafını tutmasına çalıştım.

Kitapta “mecburi mesai insanlarının mutlu olmak için paraya ve güzel bir insanla birlikte olmaya çalıştığı” mesajı verilerek günümüz toplumuna sağlam bir iğneleme olarak göze çarpıyor. Karakter mi böyle yaratıldı yoksa böyle mi düşünüyorsunuz?

Ben öyle düşünüyorum. Hem çalışan insanlara hem de erkek dünyasına eleştiri getiriyorum. Erkek dünyasının estetik kaygıları, bu kaygıların gerçek duyguların önüne geçmesi, erkeklerin kız konusunda arkadaşlarına hava basması, koleksiyoner mantık, ilk aşk gibi masum bir duygunun bile deneme tahtasına dönüşmesi gibi birçok konuyu eleştirmek istedim. Bugün bize mutluluk için prezantabl bir işe, şık bir arabaya, güzel bir eşe, iyi bir maaşa sahip olmanız gerektiği dikte ediliyor. Sonra ne oluyor, insanlar sevmedikleri işlerde çalışıyorlar, âşık olmadıkları karı – kocalarıyla yaşıyorlar, yıllarca biriktirdikleri parayla aldıkları arabaların içinde trafikte ömür tüketiyorlar.

Doğal olarak sistemin de insanı köleleştiren bir yapısı ortaya çıkıyor.

Kesinlikle! İnsanoğlu neden bu kadar çalışıyor ya da hafta içi neden 3 ya da 4 gün değil de 5 gün? Teknolojinin bu kadar geliştiği bir dünyada insanların bu kadar çalışıyor olması korkunç bir durum. Bu biraz devlet politikalarıyla ve dini inançla alakalı. Çünkü bütün din kitaplarında çalışmanın en kutsal ibadet olduğu söylenir. Ülken için çalışacaksın, gerekirse canını vereceksin. Küçükken hayalimiz, hayallerimizin gerçekleşmesiydi, herkesin farklı farklı hayalleri  vardı. Büyüyünce değişti bu, herkesin tek hayali var; zengin olmak. Ölesiye çalışacaksın ve zengin olacaksın! İyi de bunun adı kölelik işte.

Daha önce Hayalet Kitap, film yapıldı. Siz de birkaç söyleminizde bu kitabın da film yapılmasını istediğinizi belirttiniz. Kitabınızı hangi yönetmenin film yapmasını isterdiniz?

Christopher Nolan yönetmenliğinde Steven Spielberg’in yapımcılığında bir film olsa mükemmel olabilirdi. Espri bir yana; Türkiye’den Taylan Biraderler’in çekmesini isterim. Zaten daha önce beraber çalıştık, aynı  zamanda yaptıkları işi de seviyorum. Onların dışında Türkiye’de tabi ki iyi yönetmenler de var. Mesela fantastik sinemada Çağan Irmak var fakat otör yapısından dolayı o kendi senaryolarını çekiyor. Türkiye’de genel olarak aslında otör yönetmen mantığı var. O yüzden aklıma gelen ilk isim Taylan Biraderler oldu. Gerçekten bu kitabın filme çok yakışacağını düşünüyorum. Sürekli olarak bu yönde eleştiriler alıyorum. Hayalet Kitap’tan sonra da aynı şey olmuştu ve o filme dönüştü. Gerçi Hayalet Kitap’ın Okul’a dönüşmesinde bazı sıkıntılarım vardı, halen var.

Ne gibi sorunlar?

Hakkıyla sinemaya yansımadığını düşünüyorum. Varolmayanlar da öyle film olacaksa hiç olmaması daha iyi. Okul’un böyle bir film olmasında benim de çömezliğim rol oynadı. Bu defa öyle bir kazaya uğrayacağımızı düşünmüyorum.

Kitapta yaratılan karakter filmde karşımıza çıktığında bazen  hayal kırıklığı yaratabiliyor. Bu sizde çekingenlik yaratıyor mu?

Bu sadece karakter değil, makas da olabilir, yorum farkı da olabilir ama kritik şeylerin önemli olduğunu düşünüyorum. Örneğin Okul’da Sinem Kobal’ın oynadığı Şebnem karakterinin aynada kendi vampir versiyonuyla karşılaşmış olması filmden çok şey götürdü. Çünkü orada karakterin korkusu yaşlanmaktı ama makyöz gitti vampir gibi bir şey koydu. Evet, bizim amacımız korku- komedi yapmaktı ama ortaya ucuz komedi çıktı. Sinemada kontrol edemediğiniz çok fazla şey var. Sadece senaryoyu yazıp bırakamıyorsunuz. Derdinizi  makyöze de anlatmanız gerekiyor, oyuncuya da. Bir de yapımcının kurguda çok şey götürmesi filme zarar verdi. Varolmayanlar’da bu aksiliklerle karşılaşmayacağımız için Türkiye’de, belki de dünyada gişe yapabilecek bir film ortaya çıkabilir kanaatindeyim. Artık fantastik film konusunda Türkiye’nin de dünyaya açılması gerekiyor. Her ülkenin dünya çapında hayranları olan bir “fantastik filmi” mevcut. Türkiye gibi fantastik geçmişi çok eskiye dayanan bir ülkeden elle tutulur bir film çıkmamış olması sinemamız adına utanç kaynağı. Mesela Puslu Kıtalar Atlası da filme dönüşse çok güzel bir film olabilir. Fantastik edebiyatımız her yıl yeni iyi yazarlar çıkartıyor. Birilerinin artık bunları sinemaya uyarlaması veya fantastiğe eli yatkın yazarlara senaryo yazdırması gerekiyor. Yoksa Türk fantastik sineması vasat korku filmlerinden ibaret olmaya devam edecek.

Kendi filminizi yönetmek ister miydiniz?

İstemezdim. Yönetmenlik beni hiç cezbetmiyor. Çok ağır bir yük gibi geliyor. Senaryo yazmaktan büyük keyif alıyorum ama yönetmenlikte 200 kişilik bir  sette birilerine emir vermek en son yapabileceğim iş. Yönetmenler komutan olmak zorunda. Herkes bence kendi karakterine göre işler yapmalı. Futbol gibi. Ben defans oyuncusuysam forvette kötü oynarım. Ben yönetmen olamam ama önerilerde bulunabilirim. Güvendiğim yönetmen olursa zaten düşünmem. Bir de oyuncuların yorumu bazen bambaşka bir kalite katabiliyor. Örneğin Okul’da Ahmet Mümtaz Taylan’ın oynadığı okul müdürünü ben öyle çizmemiştim ama sonuç çok güzel oldu. Kendi dünyanıza kapanıp bir şey yazıyorsunuz, sonra yönetmenler, oyuncular ona kendi yorumunu katıyorlar, bu tip sürprizlerle karşılaşmayı da seviyorum.

Genelde kendini edebiyat ve sinema dünyasında konumlandıran entelektüeller arasında ana akım yazarlara ve Hollywood filmlerine karşı bir mesafe oluşuyor ancak siz öyle değilsiniz. Sinema ve edebiyatta ana akım sizi nasıl besliyor?

Edebiyatta da sinemada da daha çok ana akım işler çıkaran kişileri takip ediyorum. Hollywood sinemasını da çok seviyorum. Klasik hikâye tarzını seviyorum. Avrupa sineması daha deneysel daha soyut ve farklı tarzda. Benim tercihim başı, ortası, sonu olan ET gibi Star Wars gibi filmler. Genelde ana akımın sistemle barışık olduğuna dair bir kanı var. Ben buna katılmıyorum. Klasik hikaye anlatımında sistemle daha çok uğraşabilirsiniz. Sanatsal filmlerde toplumsal örgüden daha çok bireyin yalnızlığına ya da çıkmazları ön plana çıkıyor. Nuri Bilge Ceylan’ın filmlerinde toplumsallıktan ziyade bireyselliği eleştirirken, Matrix büyük bir toplumsal eleştiri yapar. Star Wars’ın özellikle yeni serisini, Yüzüklerin Efendisi’nin daha farklı ve eleştirel yorumlayabilirsiniz. Bilimkurgu ve fantastik edebiyat zaten sistem eleştirisini içinde barındıran, direkt o motivasyondan doğan tarzlardır. Ana akımı tercih etmem sadece eleştiri yapma olasılığının daha fazla olması değil, her şeyden önce o anlatımı seviyor olmam. Hani film izlerken beyazperdenin diğer tarafına geçersiniz de, orada karakterle bir olmuşsunuz gibi hissedersiniz ya… Sanatsal filmlerde o coşkuyu yakalayamıyorum. Ama çok formülize klişe işleri de sevmiyorum. O yüzden kendime ana akımla yer altı edebiyatı arasında bir patika çizdim, o yolda ilerlemeye çalışıyorum.

Şu açıdan bakılabilir. Ana akımda sistem eleştirisi vardır elbet ama  sistemin zaten kendisine hizmet ederken ne kadar eleştirel bakabilir? Örneğin; eleştirel olarak görülen bir filmin sonunda  Amerikan  bir kurtarıcı kahramanın gelmesi aslında verilmek istenen mesajın yönünü direkt olarak değiştiriyor. Belki de alttan alta sistemi empoze ediyor.

Hollywood filmlerin çoğunda buna rastlayabiliriz. Örneğin Örümcek Adam 1’i çok sevmiştim ama sonunda Amerikan bayrağıyla ilgili bir sahnesi yüzünden filmi sildim. Bir tarafta da Fight Club gerçeği var ki gişe yapıp milyonlara seyrettirdi kendini ama insanlar o film sayesinde uyanışa geçti. V For Vendetta için de aynı şey geçerli olabilir. Anarşizmin biraz popülize olmasını tolere edebiliriz diye düşünüyorum. Çok yeraltı eserlerle veya sadece çok eğitimli insanların kavrayabileceği kitaplar ve filmlerle insanlarda bir uyanış yaratamazsınız zaten uyanmış olan kitleye hitap edersiniz. O yüzden ne kadar çok insana ulaşırsanız o kadar iyidir.

Müzik dünyasından bir örnek olacak ama Rage Against The Machine, Sony ile anlaştıktan sonra Zack De La Rocha “İnsanlara ulaşabilmemiz için Sony ile anlaşmaya mecburduk” şeklinde bir açıklama yapmıştı ki öyle de oldu. Birçok insan RATM sayesinde müziğe farklı baktı. Öbür türlü düşünürsek RATM olmasın, David Fincher olmasın, sadece belli kitleye hitap edenlerle ne kadar farkındalık yaratılabilir. Mesela Zizek. Televizyonlara çıkıyor, derdini anlatıyor, iyi de yapıyor.

Sizin ailenizde anneniz de babanız da kardeşiniz de sizin gibi sanatçı. Bu tarz bir akım Avrupa’da görülüyor. Örneğin Huxley ailesi gibi bir ekol görebiliyoruz. Sizce Türkiye’deki aile ekolünü ve kültürel mirası Yücel ailesinin doldurduğunu söyleyebilir miyiz?

Böyle bir akımdan ben şimdi haberdar oluyorum. Bizim çekirdek  ailemizin dışına çıkıldığında çok da sanatçı bir aile değiliz. Daha çok kendiliğinden  gelişen bir durum denebilir. “Annen yazar, baban oyuncu, sen de yazar oldun.  Bu çok normal” anlayışına karşıyım ben. Sanki hiç emek sarfedilmeden  yapılmış kalıbına sokma. Kitabımın da söylemeye çalıştığı şey bu biraz da: “ne olmak istiyorsanız olabilirsiniz, sadece emek sarfetmek gerekiyor.” O yüzden çok ailevi şeylere bağlamak istemiyorum bulunduğum yeri. Tabi ki annemin yazdıklarımı yorumlaması bana farklı şeyler katıyor ama babamı sahnede 1-2 defa görmüşümdür onda da çok küçük olduğum için neredeyse hatırlamıyorum. Dizisi vardı yakıldı, Bereketli Topraklar Üzerinde’nin doğru düzgün bir kopyası yoktu, 3 sene önce restorasyon yapıldıktan sonra izleyebildim. Annem ilk öykü kitabını yazarken ben de öykü yazıyordum. Benim etkilenmemin daha çok başıma gelenlerle ve hayal dünyamı ciddiye almamla ilgili olduğunu düşünüyorum.

Gelelim futbola. Bilmeyenler için bir Gazoz Ligi’miz bir de Ayazma var.

Son havadisler kardan dolayı bu haftaki maçlar iptal oldu. Ligde sondan üçüncüyüz. Son 6 ya da 7 maçımızı kaybettik.

Bundan 2,5 sene önce Almanya’nın yazarlar takımı kurulduktan sonra diğer ülkeleri de gaza getirerek kendi aralarında maçlar yapmaya başlamışlar. Bize de talep geldi. St. Pauli’nin stadında maç teklifi gelince Bağış Erten’in kaptanlığında bir takım kurmaya çalıştık ama büyük sahada koşturacak yazar bulamadık. Sonra yazar, yönetmen, müzisyen karışık oldu. İlk maçımızda Almanya ile bir maç yapmıştık 7–1 yenildik. Ama daha sonra dünya kupası tarzında bir kupa yapıldı. O zaman finalde Almanya’ya penaltılarla kaybetmiştik. Bütün turnuvalarda şampiyon olmuş İsveç’i yarı finalde yenmiştik. Öyle hem eğlencesine hem birlikte olup stres atma amacıyla kurduğumuz bir takımdır Ayazma.

Kadroda kimler var?

Kadromuz aslında baya kalabalık ama çoğu zaman işten güçten yorgunluktan toplanamıyoruz. Cansel Elçin var. Faruk Duman, Birol Namoğlu, Hakan Yel, Barış Bıçakçı, Alpay Erdem var. Harun Tekin var. Rıza Kocaoğlu ve Mert Fırat’ı de yeni transfer ettik.

 

Gökhan Baykal, Osman Bahar

*https://issuu.com/azizm/docs/edergisubat2012

Bunu paylaş: