Zamanın Tülleri – Abdullah Rıdvan Can

Zamanın Tülleri* 

Harap iller, serilmiş hânümanlar, başsız ümmetler,

Yıkılmış köprüler, çökmüş kanallar, yolcusuz yollar,

Bükülmüş beller, incelmiş boyunlar, kaynamaz kanlar,

Düşünmez başlar, aldırmaz yürekler, paslı vicdanlar;

M. Akif ERSOY

 

Hala aynı yerde durmuş ne olacak diye bekleşiyordu insanlar. “Bir keresinde de buna benzer bir şeyler daha olduydu” dedi yem satan kadın. Dilenci midir nedir, belli değil, bir halle yanaştı yanıma. Ben biraz daha ilerde duran insanları seyrederken birden geliverdi yanıma. “Oğlu bir iki kere daha dövmüş bu adamı, haramzade midir nedir bir sürü parası var ama rezillik rezillik üstüne.”

Gözümün yanıyla baktım bir an. Ama öyle ki hızla uzaklaşmak varken burada durmuş kayıtsız şartsız bu kadını dinliyordum. Kalabalık daha dağılmış değildi ki aklıma karımın iş çıkışı beni bekleyeceği geldi. Saate baktım: altıyı çeyrek geçiyor. On beş dakika içinde nasıl Alsancak’a gidecektim ki? Kadın hala bir şeyler söyleyip duruyordu. “Polis de gelip bakmaz. Oğlan mafya gibi takılıyo ya kimsenin gıkı çıkmıyo. Baba desen… Haramzade mi nedir, bunca parası var…”

Ben hala oralı değildim. Ama gerçekten öyle miydi? Çekip gitmem gerek şimdi, tam da şu an. Gözümün ucuyla yanımda duran bu kadına bakıyordum. Az ilerdeki kalabalık seyreliyordu git gide. Esnaflar araya girmişlerdi. Ben parmaklarımın ucuna yükseliyordum. Pek sahip olanı yok adamın. Esnafların çoğu izliyor olayı. Ortada polis yok. Oysa merkezi bir yer burası, gündüzün gözünde böylesine bir kavga nerde görülmüş? Baba oğlundan dayak diyor. Seyre duranlar azar azar uzaklaşırken yanımda duran kadın da az uzaklaştı benden. Ben hala kendim gidip bakacağıma bu kadının dudağından çıkacak birkaç cümleyi bekliyorum. Anlamsız bir tavır var üzerimde kadına karşı.

“Babanı döversin de elinde ekmeğin aşın mı kalır ki, ah evlat ah! Daha gençsin. Gömleğinin bağrını açıp gezdiğin günler geride kalınca…” Az daha yürüsem olayı bizzat yakından göreceğim ama gidesim yok. Buradan bir şey de görünmüyor zaten. Birkaç cam-çerçeve sesi geldi o kadar bir de bu kadının söyledikleri… Belki de başka bir şeydir. Yok, canım daha neler bu kadın ne zamandır buradadır. Bu yerde yem satıp hayatını kazanıyordur. Tabi ki bilecek, tabi ki bu muhitte olacak olayları önceden kestirecek. Bu kadın… Bu kadının adı nedir acaba? Yasemin mi? Sultan ya da… Belki de Yeter. Yani son kızdır evin. Anne babası trafik kazasında ölünce kendinden büyük üç ablasının elinde yetişti. Sonra kalktı ta buralara geldi. Ortanca eniştesinin tacizlerinden nefret ettiği için yoksa keyfi değil. Bir süre çalıştı. Pastaneler, kafeler falan bayağı bir gezdi. Sonra bir berberle evlendi. Tek çocuğu oldu: erkek. Bir tane daha oldu ama o daha doğumdan iki saat sonra öldü dediler kadıncağıza. O kızdı. Oğlu şimdi 27 yaşlarında. Bir üniversitede öğretim görevlisi…  Annesinden utanıyor. Babası öldü öleli pek de gelip gitmez. “Para mı? Allah razı olsun gönderiyor ama burada, bu koca İzmir’de, canım sıkılıyor çok fazla. Komşularda da pek tat tuz yok. Sürekli dedikodu edip duruyorlar, günah mı değil? Ben de gelip burada yem satarım, yanlış anlama bak param yok diye değil. Oğlum gönderir Allah razı olsun. Gelmez ama paramı da eksik etmez. Bayramlarda da ilk o arar.” Tebessüm ederek bir an gözlerini kutularındaki yemlerinin içinde bir yere dikti. Öyle durdu bir an. Saate baktım yediye çeyrek var. Özge çıkalı on beş dakika oldu. Aramadı da. Nerde acaba!?

“Bir ufak oğlu var onun da, ikincisi olmadı.” İç çekti sonra. “Allah ona evladında göstermesin. Okumaya gitmeden evvel iyiydi. Cumadan cumaya da olsa giderdi namazına.” Az ötede bir kadın bağıra çağıra yürüyordu. Ağza alınmayacak bir sürü küfür savuruyordu. Konak meydanında herkes ona bakınıyordu. Bilenler gülüyor bilmeyenler bu acayip kadının kime sövdüğüne yarı tiksintiyle karışık şaşkınlıkla bakıyorlardı.

“Kızı kaçınca kocası boşamış bunu. Sonra kızı anlarsın ya, oraya buraya düşmüş. Yazık! Kızın kocası pek işe yarar adam değilmiş. Kaçmadan evvel şöyle güzelsin böyle iyisin deyip aklını çelmiş kızın, kaçtıktan sonra salıvermiş kızı. Bile bile içkili ortamlara sokarmış. Kadın da, zavallım birkaç sene haber alamamış kızından. Kocası da boşayınca kardeşine sığınmış. Öyle dertli kederli, kuru yavan hayatına devam etmeye çalışmış. Ana-baba Dini-Allah’ı öğretmemiş ki. Öğretse hayırsız görümü kapı dışarı ettiğinde o da kızı gibi oraya buraya düşer miydi? Anlayacağın aynı yerde çalışırken bir zaman kızını görür. İşte görüş o görüş.” Parmağını kadına doğrultarak: “Aha işte hali…”

“Yem ne kadar teyze?”

“Al oğlum al hele at önce biraz hayvanları eğleştir verirsin bir şeyler.”

Evet, parası vardır. Kesinlikle para için yapmıyordu bu işi. Bir çiftti bunlar yaşları on sekiz on dokuz. Gülüşerek aldılar yemleri. “İşte akşama kadar böyle böyle gençleri görürüm. Muhtemelen bunlar yeni. Baksana el ele tutuşmuyorlar. Yoksa eskitselerdi zamanı böyle mesafeli durmazlardı.” Gülerek anlatıyordu bunu. Az ötedeki kalabalık hemen hemen hiç kalmamıştı ama gene de esnaf oldukları belli birkaç kişi orada bekleşiyorlardı. Polis sirenleri duyuldu bir an. Ayağa kalktım oturduğum çimlerden. Parmaklarımın ucunda baktım bir an.

“Alıp götürseler ne olacak. Gene getirip koyarlar başucuna adamın. Haramzade midir nedir bir sürü parası var hala başında bir yığın rezillik.”

“Ben gideyim artık.”

“Aman evladım sen sen ol anana babana gık deme. Tahsil mi ediyorsun sen burada? Ne okuyorsun?”

 “Sinema okuyorum.”

“Anam, sen artis mi olacan yavrum?”

“Yok, teyze artis değil, ben yazıyorum. Senaryo yazıyorum.”

“Aha işte sana bir sürü hikâye anlattım yazsana bunları.”

“?..”

Yürüyerek mi gidiyordum yoksa birileri beni itiyor muydu? Kadına birkaç kere dönüp baktım. Hala aynı ifadeyle olayın olduğu yere doğru bakıyordu. Telefonu elime tam aldım, Özge arıyor.

“Alo, nerdesin?”

“Sen nerdesin? Ben Konak’tan yürüyerek geliyorum o tarafa.”

“Dur dur yürüme, tam nerdesin? Ben de Konak’tayım.”

Bir an durdum etrafıma bakındım. “Ben Konak Pier’in oradaki köprünün yanındayım.”

“Dur bekle o zaman hemen geliyorum.”

Bir sel gibi akan araçların farları hafif hafif boyamaya başlamıştı caddelerin kirli koyuluğunu. Denizin kızıllığını lacivert bir koyuluk sarıp sarmalıyordu. Araçların vızıltısı içimden, tam da şuramdan geçip diğer taraftan çıkıp gidiyordu. Güneş bir portakal gibi düşüyordu gök dalından. Gözlerimde yarına ait hiçbir şey yok! Özge geldiğinde üniformasındaki toz lekelerini göstererek tebessüme ediyor bir yandan da, daha selam vermeden başından geçenleri anlatmaya koyuluyordu.

“Demin bir ihbar geldi son anda. Konak tarafına gideceğiz deyince Süleyman komiser, dedim bari beni de götürün.  Oğlanın biri babasını dövmüş. Aldılar içeri tabi. Ama adam da para yığınla… Dükkânı görsen… Haramzade midir nedir? O kadar para pul… Aman bir yığın rezillik oldu. Daha önce de çok dayak yemiş oğlundan.”

“?”

***

İçlerinde, gözleri yeşil insanlar arayarak kalabalığa karıştılar. Deniz kararmıştı. Teker teker yıldızlara gebe kalınca, yırtılmış bir bez gibi gerildi gökyüzü. Ben yazacağımı yazmış işi diğer görevliye teslim ediyordum. Zaman, üzerinde bir yığın veballe yarınları getiriyor. Sürekli değişen bir devran bu. İşim sonsuz kere ve sonsuz zaman itaat. Öyle yapıyorum. Gelenin izi üzerine gidecekken parmağımla Rıdvan’la Özge’yi göstererek; “Çocuk sessiz sakin duruyor, kız biraz konuşkan. Ha, konak meydanı göstererek, işte şurada yem satan kadın da Özge’nin annesi.”

*https://issuu.com/azizm/docs/edergiekim2011

Bunu paylaş: