Siyasi Sinema Nedir? – Onur Keşaplı

Siyasi Sinema Nedir?* 

GİRİŞ

Sinemada, diğer türlerin aksine siyasi sinema, kuramcılar, düşünürler ve akademisyenler açısından üzerinde anlaşmaya varılamamış bir olgudur. Kimi her sanat eserinin zaten politik olması gerektiğini söyleyerek siyasi sinema için ayrıca bir tür olduğu tanımına karşı çıkmaktadır. Prof. Dr. Oğuz Adanır’ın sözleri bu düşünceyi destekler niteliktedir : “Bir dünya görüşünüz, bir ideolojiniz, bir zihniyetiniz yoksa bir sanatınız da olamaz. Ya da onun adı sanat olamaz. Sinemanın, tiyatronuz, resminiz, müziğiniz, heykeliniz olmaz. Bu mümkün değildir. Çünkü her sanat yapıtı bir ideolojinin, bir zihniyetin ürünüdür.” [1] Alıntıdan yola çıkarak politikadan uzak durmanın hatta altını çize çize apolitik olmanın da bir tavrın, bir zihniyetin ürünü olduğunu söyleyebiliriz. Bu görüşe katılsak bile bazı yapıtların belli bir ideolojiyi, muhalif bir duruşu göstermek için siyaseti sanatlarının merkezinde tuttuklarını görmemek elde değil. Polonya’nın büyük yönetmenlerinden Andrzej MunkSinema siyasetin başka yöntemlerle uzantısıdır” derken belki de bunu kastetmektedir. İster bir tür diyelim isterse sadece bir yöntem olarak ele alalım yedinci sanat sinemada siyasi filmlerle bazı dönemler sıkça bazı dönemler ise nadiren karşılaşmaktayız. 1970’li yıllarda zirve yapan siyasi filmler 1980’lerle birlikte dünya çapında azalmıştır.

SİYASİ SİNEMANIN ORTAYA ÇIKIŞI

Beyazperdede siyaseti belirmeye başlaması, muhtemelen sinemanın bir kitle iletişim aracı olarak etkin olabilmesi ve doğası gereği kitleleri büyülemesinin farkına varılmasıyla başlamıştır. Birinci Dünya Savaşı sonrası yeniden şekillenen dünya artık imparatorlukların değil ulus-devletlerin devrinin tartışmasız başladığını göstermiştir. Bu yeni devletler ve cumhuriyetler önceki yüzyılda alevlenen ideolojiler çağının ateşini hala taşımakta ve bu ideolojilere göre kendilerine yer edinmektedirler. İktidarda olsun ya da muhalefette olsun bu yeni rejimlerin tüm partileri kitlelere amaçlarını, ideallerini, fikirlerini aktarmayı hedeflemekteydi. Yazılı yayın organlarıyla zaten uyguladıkları bu yöntemi sinemanın sunduğu görsel malzemenin daha da etkin kılacağı kesindir. O dönem salt “eğlendirme” aracı olan filmlerden ayrı olarak artık kameralar “belgecilik” amacıyla oynatılmaya başlandı. Yeni yeni ortaya çıkan belgesel sinema anlayışı ister istemez “öğretici, gösterici” tavrı nedeniyle bir duruşun temsiliydi. Gelişen politik gelişmeler dünyayı yeni bir dünya savaşına götürürken ister faşist olsun ister komünist, sinemanın propaganda gücü de fark edilmeye başlanmıştır. İktidarlar yapacakları uygulamalarda halkın da desteğini alabilmek için gerçekleri yansıtan belgelerin arasına mış gibi yapılan “kendi gerçeklerini” de katmaya başladılar. Bu nedenle daha siyasi sinemadan söz edemeden propaganda filmlerinin ortaya çıktığını söylemeliyiz. Özellikle faşist NAZİ lideri Hitler’in propaganda bakanı Dr. Goebbells propaganda filmlerinde bazen on binlerce figüran ve tahmin edilemeyecek uzunlukta filmler kullanarak “propaganda türü”ne altın çağını yaşatmıştır. Bu yılların en etkileyici örnekleri arasında İradenin Zaferi adlı yapıtı sayabiliriz. NAZİ partisinin altıncı kongresini abartılı bir yüceltmeyle kameraya alan Leni Riefenstahl, sinemanın nimetlerinden de yararlanarak başarılı bir film ortaya koymuştur. Partinin ve bizzat Adolf Hitler’in desteğini alan yapıtta günümüzün büyük yapımlarında bile kolay kolay görülemeyen ekiple, dönemi için üst düzey çekim teknikleri zorlanmıştır. Kamera hareketleri, etkileyici kompozisyonlar, havadan çekimler ve alan derinliği gibi dönemi için yeni ufuk açıcı teknikler faşizm bu en büyük “reklâm”ında ortaya konmuştur. Propagandanın en iyi örneği olan film aynı zamanda sinema tarihi içinde önemli bir yer teşkil eder. Hatta yıllar sonra George Lucas’ın “Yıldız Savaşları”nda imparatorluğun askerlerinin çekim planları ve Peter Jackson’ın Yüzüklerin Efendisi üçlemesinin ikinci ayağı olan “İki Kule”de Urukhai ordularının aktarılması akla bu filmi getirir.

Propaganda filmleri, egemen iktidarın görüşlerini yansıtır ve bu özelliğiyle siyasi sinema olarak ele alınan olgudan uzaklaşır. Bir filmin siyasi konulu olması daha çok muhalif siyasi tavırla ortaya çıkmaktadır. Bu ayrıma verilebilecek en etkili örnek sinema tarihinin en önemli yönetmenlerinden Sergei Eisenstain’ın etkileyici filmi Potemkin Zırhlısı‘dır. Film gerçek bir olaydan, 1905 yılında gemilerde maruz kaldıkları ağır koşulları protesto ederek ayaklanan mürettebatın Çarlık Rejimine karşı tutumundan yola çıkar. Bolşevikler için başarısız olan bu devrim denemesi, 1917’de bu kez Çarın devrilmesi ve komünist devrimle gerçekleşecektir. Propagandanın öneminin bilincinde olan Bolşevikler bu sebeple sinemaya ve sinema okullarına ağırlık vermişlerdir. 1925 yılında söylentilere göre özel istek üzerine filme alınan “Potemkin Zırhlısı”nı bu sebeple birçok kişi propaganda filmi olarak görür. Ancak film gerçeklerden yola çıkarak, o zamanki iktidarın yaptığı zorbalıklara karşı duruşu, sinema tekniklerinde devrim sayılabilecek bir yöntemle verdiğinden dolayı siyasi film kategorisine konulabilir. Bu ince ve üstünde halen ortak bir fikir edilenemeyen çizgi siyasi sinemanın da kesin olmayan çizgileri olabilir; gerçeklere dayanmak ve muhalif olmak.

SİYASİ SİNEMANIN YÜKSELİŞİ, DÜŞÜŞÜ ve GÜNÜMÜZDEKİ YERİ

Her ne kadar kurmaca hikâyeler, hatta fantastik ve bilimkurgusal hikâyeleri konu edinse de sinema politik gelişmelerle ayrılmaz bir ikili gibidir. Yukarıda da değindiğimiz gibi dünyadaki ideolojik ve dünya savaşları gibi politik gelişmeler sinemayı ve sinemanın kullanılışını derinden etkilemiştir. Dünyanın farklı noktalarında yaşayan insanların başka ülkeler tarafından müdahale edilen yaşamları ve yüz binlerce kilometre yolları işgal için aşan iktidarlar sayesinde insanlık dünyada olup bitenleri sorgular hale gelmiştir. Bu durumun zirve noktası Soğuk Savaş’ın olağanca sıcaklığıyla alevlendiği yıllardaki Vietnam Savaşı’dır. Uzadıkça uzayan savaş en başta Amerikalılar tarafından sorgulanmaya başlamıştır ve dönemin siyah hareketlerinin de etkisiyle savaş karşıtlığı yükselmiştir. Yükselen bu dalga, Latin Amerika’da, Avrupa’da ve ülkemizde de kendini hissettirmiştir. Benzer bir şekilde baskı rejimlerine karşı ayaklanmalar da artmıştır. Doğu Avrupa ülkeleri ve başta Fransa, İtalya olmak üzere Soğuk Savaş’ın “Batı”sında yer alan ülkelerde o dönem yaşananlar buna örnektir. 68 rüzgârı tüm dünya politikalarını, akımlarını etkilemiştir ve bu etki günlük yaşam dışında sanata ve yaşamla iç içe geçen sinemaya da işlemiştir. Bu sebeple siyasi sinemanın yükseliş dönemlerini 1960 ve 1970’li yıllar olarak görmek yanlış olmaz. İktidarların politikalarına inancın düştüğü bir dönemde doğal olarak propaganda filmlerinin de işi bitmiş oluyordu ve muhalif filmler arka arkaya gösterime girmeye başladı. Bu duruma en büyük örnek Vietnam yanlışının üstüne bir de Watergate skandalını ekleyen Amerikan iktidarına karşı yapılan filmler oldu. Başkanın Tüm Adamları ve Akbaba’nın Üç Günü sadece dönemin değil tüm zamanların en etkili siyasi film örnekleri arasında gösterilmektedir. Sonrasında “Vietnam Filmleri” olarak anılacak yapıtlar ise başta Platoon, Deer Hunter ve Kıyamet olmak üzere ülkesinden yüz binlerce kilometre uzakta tam olarak ne yaptığını sorgulayan ve ülkesine döndüğünde yaşama adapte olamayan bireylerin hikâyeleri olmuşlardır. Ülkelerinde yaşananlara karşı bir duruş niteliğindeki filmlerin en güçlü örneklerinden biri de Yunan yönetmen Costa Gavras’ın “Z”idir. 1960’larda ülkede yükselen sol muhalefetin seçimlerde kazanma ihtimalini görenlerin başvurduğu komploları ve sonrasındaki süreci cesurca ele almaya çalışan savcıya rağmen başa gelen Albaylar Cuntası’nı aktarır film. Yönetmen, ülkesi Yunanistan’dan sınır dışı edildiği için filmi Fransa’da çeker ve isimler, mekânlar sadece ülkesinde olup bitenlerle benzerlik taşır. Ancak film Cuntaya verilen yanıtın eseri haline gelmiştir. Gerçek görüntüler kullanmadığı halde “belgesel” hissi veren kurgusuyla siyasal sinemanın kodlarını güçlüce kullanmıştır. Filmin belki de en unutulmaz sekansı ise albay ve generallerin olağanca heybetleri ve rütbeleriyle savcıya ifade vermeye gittikleri karelerdir. Senarist, yönetmen Selin Süar‘ın belirttiği üzere bu sahnelerde, albayların heybetlerini hissetmememizi sağlayan, alt açı kamera kullanımı, albaylar savcının karşısına geldiği zaman üst açıya dönüşür ve o heybetin, o kudretin bulundukları oda da sindirildiğini, küçüldüğünü hisseder izleyici. Filmin zamanın TRT genel müdürü İsmail Cem tarafından gösterilmeye çalışıldığı ancak engellendiğini de belirtelim.(www.eksisozluk.com)

Hem dünyadaki gelişmeler bağlamında hem de bu gelişmelerin sinemada karşılık bulması sonucunda yoğun geçen 1970’lerin ardından 1980’lere gelindiğinde, 1940’lardan beri süren Soğuk Savaş’ın da son perdesine giriliyordu. Dünyadaki nükleer silahlanmanın ötesine geçerek uzay savaşlarının konuşulmaya başlandığı Amerika’da Reagon’ın, İngiltere’de “Demir Leydi” Thatcher’ın, yeni muhafazakâr ve liberal akımı dünyada etkisini gösteriyordu. Amerika’nın İran’daki başarısızlığı karşısında Sovyetlerin Afganistan hezimeti ve ekonomik açıdan girdikleri çıkmaz Doğu Blok’u ülkelerindeki etkisini azalttı ve örneğin Berlin Duvarı’nın yıkımını gibi gelişmelerin önünde durulamadı. Çökmeye başlayan Komünist blokla beraber dünyada toplumsal değerlerin yerini bireyciliğin aldığı bir yaşam biçimi etkin olmaya başladı. Postmodernizm adı altında günlük yaşantıda değişim gözlendi. Amerika özelinde ise yıllar boyu süren Vietnam Savaşı ve ülke içindeki özgürlük rüzgârlarının yerini tükenmişlik ve bıkkınlık aldı. Vietnam’dan dönen gazilerin psikolojik sarsıntıları adeta toplumun geneline yayıldı. Belki de bu sebepten ötürü 1970’lerde siyasi sinema örneklerinin fazlasıyla görüldüğü Amerika ve batılı ülkelerde bu türe olan ilgi azaldı. Yapımlar genellikle içi boş eğlenceli seyirlikler halini alan aksiyona, bilimkurguya ve komedilere kaydı. Sanki izleyiciler ve yapımcılar hem fikir bir yaklaşımla ideolojilerden uzak kalmayı tercih ettiler. Hatta Rocky 4 gibi bariz bir propaganda filmi bile aksiyon görünümümde başka Amerika olmak üzere batılı ülkeleri kasıp kavurdu. 1960’lar ve 70’lerde kimsenin çemberinden çıkamadığı politik yaklaşımlar ve ağır dünya gündemi 1980’lerde yerini yepyeni bir ideolojik düzene ve “eğlence”nin yeniden keşfine bıraktı.

İlerleyen yıllarda dünyayı derinden etkileyen gelişmeler arasında Berlin Duvarı’nın yıkılması ve Sovyetlerin çöküşünün yanısıra Amerika’nın Orta Doğuya müdahaleleri sıralanabilir. Ancak bunlar her nedense önceki politik olaylar gibi sıcağı sıcağına perdeye yansıtılmamıştır. Sanki hep “tarihi” olmaları beklenmiştir. Belki de tüm dünyayı saran küreselleşme ve neo-liberalizmin getirdiği benmerkezcilik etkin olmuştur bu durumda. Fakat 2000’li yıllar siyasi sinemanın şahlanışı olarak görülebilir. Jarhead adlı filmle birinci Körfez Savaşı’nı konu edinen siyasi sinema hemen ardından Afganistan ve İkinci Körfez Savaşı’nı perdeye taşımıştır. Ulus devletlerden dünyanın kontrolünü devralan çok uluslu şirketler Syriana gibi usta işi bir politik-gerilimle aktarılmıştır izleyiciye. Bükreş’in Doğusu gibi bağımsız yapımlarda Sovyetlerin çöküşünden sonra rejim değişikliğine giden Doğu Bloğu ülkelerini tarihsel ve belgeselci yaklaşımla görülür. Bir zamanlar Hollywood’un poster çocuklarından olan George Coloney ise Syriana’nın başrolünü ve yapımcılığını üstlendikten sonra yönetmenliğini yaptığı ve ciddi miktarda para yatırdığı İyi Geceler, İyi Şanslar adlı filmiyle türe güncellenmiş bir yenilik getirmiştir. Siyah-beyaz anlatımla tümü gerçek olaylara dayanan filmde, 1950’li yılların Amerika’sında komünizm karşıtlığı konusunda zirve yaparak, muhaliflere karşı adeta cadı avına çıkan Senatör McCarthy dönemini konu edinmiştir. Belgesel niteliğindeki gerçek görüntülere de başvuran film, Amerika’da tekrar yükselen iktidar karşıtı ve beraberinde savaş karşıtı olan muhalefetin, siyasal sinemayla beyazperde tekrardan şahlanışı olup olamayacağını elbette zaman gösterecektir.

[1] Adanır, Oğuz. Türk Sineması ya da Türk Toplumsal Yaşamında İçerik Sorunu II, Metis/Defter, sayı 9, Nisan-Mayıs 1989, İstanbul.

*https://issuu.com/azizm/docs/edergiekim2011

Bunu paylaş: