Hoşgeldin Ya Dayak-ı Ramazan – Osman Bahar

Hoşgeldin Ya Dayak-ı Ramazan* 

“Murat ve Serdar, aynı evde yaşayan ve aralarından su sızmayan iki arkadaştı. Üstelik de aynı okuldan mezun olmuşlardı. Murat, 27 yaşında, ailesini iki yıl önce trafik kazasında kaybetmiş ve hala tam olarak acıyı atlatamamıştı. Mühendis olarak çalıştığı büyük firmadan da bu yüzden ayrılmak zorunda kalması bu yüzdendi. Saçı sakalı karışmış halde yaşıyordu. Serdar ise, 17 Ağustos depreminde kaybettiği ailesinin mezarını bile bilmeyen, aslında hayatında Murat’tan başka kimsesi olmayan, arkadaşlarının sayısı bir elin parmaklarını geçmeyecek birisiydi. Onların ikisinin ortak yanı ailelerini kaybetmiş olmalarıydı. Bu yüzden tutunacak dal olarak  birbirilerini görüyorlardı. Aslında tek farkları dini inançlarıydı ancak ikisi de birbirine o kadar hoşgörülüydü ki bunu hiç sorun etmediler. Murat, ailesini kaybetmiş olmanın ve hayatın daha birçok olumsuz getirisiyle inancını kaybetmişken Serdar’da bu olaylar tam tersi “Kaderdir, vardır bir sebebi” etkisi yaratmıştı. Ta ki o malum gün gelene kadar.

Kimi zaman geleneklerden kimi zaman inancından dolayı Ramazan ayında, çocukluğundan beri, orucunu aksatmayan Serdar, yorgunluktan sahura kalkamadığı bir günün sabahın oruç tutmamaya karar verdi. Ancak tabi ki o günün fitresini verecekti. Çalıştığı şirkette yönetici asistanlığı yapan Serdar, o gün işe gitmeden önce açlığını bastırmak için aldığı poğaçasını ağzına götürürken aynı anda sırtında bir acı hissetti. Arkasını döndüğünde ise aynı acı bu sefer yüzündeydi. Evet, önce sırtına daha sonra da yüzüne aldığı darbeyle neye uğradığını şaşırmıştı. “Seni pis kâfir. Zaten sizin gibiler yüzünden  bu ülkede bereket yok” lafını duyunca ne olduğunu anladı. Oruç tutmadığı için dayak yemişti. Üstelik o dayak yerken kimse ona müdahale etmemişti. Düştüğü yerden kalktı, kaldırıma oturdu ve düşünmeye başladı: “Yazık, biz nasıl bir ülkede yaşıyoruz ki insanlar birbirlerini hiç anlayıp dinlemeden yargılayabiliyorlar. Burası nasıl bir ülke ki hoşgörüsüzlük, saygısızlık almış başını gidiyor. Üstelik benim gibi hayatında ilk defa orucunu kaçırmış birinin mükâfatı bu olmamalıydı.” Evet, ilk defa olaya kader olarak bakmamıştı. İlk defa suskunluğunu bozup birkaç kelime edebilmişti. Çünkü bu sefer hakkının yendiğini düşünüyordu. Bu sefer oturduğu yerden kalkarak, inat edercesine, ağzından   akan   kan   damlacıklarını   umursamaz   bir   halde   sigarasını yaktı.

Eczanede pansumanını yaptırdıktan sonra işine gitti ve durumunu anlatıp izin istedikten sonra “Nasıl olur böyle bir şey” diyerek evin yolunu tuttu.

Kapıyı açtığında ise ortada bambaşka bir manzara vardı. Murat, elindeki buz torbasıyla yüzüne bastırıyor, bir yandan da acıdan inliyordu. Serdar, koşarak Murat’ın yanına giderek ne olduğunu sorduğunda Murat anlatmaya başladı: “Sabah senden sonra evden çıktım. İşe giderken köşedeki pastanede kahvaltı yapayım dedim. Orada bir şeyler yerken bizimle aynı okuldan mezun olan bir çocuk gördüm. Çocuk okuldayken ateistin önde gideniydi. Selam verdiğinde tanıyamadım bile. Fes takmış, sakal bırakmış, cemaatçilere takılıyormuş. Sordum neden böyle olduğunu, “Allaha şükür kazancım iyi” dedi. Neyse mevzu din muhabbetine geldiğinde bana oruç tutmayanların öbür dünyada çekeceği ızdırapları falan anlatmaya başladı. Ben de umursamadığımı ve buna benzer birkaç kelime söyleyince delirdi. Bağırıp çağırmaya devam ederken kalkmak istedim ama o sırada bu çocuğun yanımıza gelen bir arkadaşı “Sizi öbür dünyada Allah zaten cezalandıracak ama burada cezanızı biz veririz” diyerek yüzüme bir yumruk attı. Ben de eve geldim buz tutuyorum.”

Bir günde yaşanan bu iki olay Serdar’ın sabah düşündüklerini tekrar düşünmesine yol açtı. Önce “ulan bizim dinimizin özünde hoşgörü vardı. Eskiden de oruç tutmayanlar vardı ama bunlar olduğunu hiç hatırlamazdım. Yazık, çok yazık!” dedi.

Akşam olduğunda yüzündeki ağrı biraz dinmiş olan Murat, dolaba giderek birasını aldı ve yudumlamaya başlamışken içerden Serdar’ın sesini duydu: “Murat bana da getirsene bir bira.”

Not: Bu hikâye biraz ütopya gibi duruyor olabilir. Ancak bahsi geçen ülke Türkiye ise ve az önce bir voleybolcu sırf kısa giydiği için dövülüyorsa, her Ramazan’da onlarca kişi oruç tutmadığı için dayak yiyorsa, ailelerin çoğunda “oruç tut” baskısı varsa bu hikâye bir ütopya değildir. Üstelik bu olaylar nedense son 10 yıldır iyice artmış gibi geliyor bana. İnsanlara din kisvesi altında anlatılanlardan mıdır yoksa dinin iyice sömürülmeye başlanmasındandır mıdır bilmem ancak insanların giderek birbirine saygısızlaştığı bir ülkede yaşarken şunu söylüyorum: “Yazık, çok yazık!”

*https://issuu.com/azizm/docs/edergiagustos2011

Bunu paylaş: